28 Temmuz 2008 Pazartesi

Herşeyin Bir Hudûdu Vardır

Ebû Mûsâ'l-Eş'arî (r.a.)'den rivâyet edilmiştir:
Her şey için bir hadd vardır. İslâm'ın hudûdu da "vera, tevâzu, sabır ve şükür"dür.
Vera ve tevâzu, işlerin kıyâm ve sebâtına;
sabır, cehennem ateşinden kurtuluşa;
şükür de, cennete nâil olmaya sebeptir.

Hasenü'l-Basrî (k.s.) hazretleri, Mekke-i Mükerreme'de, Hz. Ali (r.a.)'nin oğullarından, arkasını Kâbe'ye dayayıp insanlara va'z eden bir gence:
"Dînin sebat ve kıyâmına vesîle olan şey nedir?" diye sordu.
Genç:
"Vera"dır! dedi.
Hasenü'l-Basrî hazretleri:
"Dînin âfeti nedir?" diye sordu.
Genç:
"Tama"dır, cevabını verdi.

Avâmın verâ'ı, haramdan ve haram şüphesi bulunan şeylerden sakınmaktır.
Havâssın verâ'ı, içinde hevâ ve nefs için şehvet ve lezzet bulunan şeylerden sakınmaktır.
Havâssın havvâssının verâ'ı ise, içinde kendi irâde ve görüşü bulunabilecek her şeyden sakınmaktır.

Hâsılı; avam dünyayı terk ile, havâs cenneti terk ile, havâssın havâssı da, mâsivâyı (Allah'tan gayri her şeyi) terk ile verâ'ı elde eder.

HAYY

Evreni seyrettim bugün Allahım!
Atomlara baktım, bir yörüngede mevlevi misali dönen o minik atoma, enerjisinin kaynağını sordum.
Başını sevda ile iki yana salladı ve :
''HAYY'' dedi Allahım! Hayy!

Bir emireri edasıyla, her sabah, geceden vazifesini devralan güneşin, dev yörüngesindeki dönüşünü izledim Allahım!
Işınlarını 1 derecelik eğim farkı ile yeryüzüne gönderse tam bir felaket kaynağı olabilecek güneşin, o en ince detaylarla hesplanmış yörüngesinden ''hayat kaynağı'' olan ışınlarını gönderişindeki sırrı sordum Yarab!
Güneşin gözleri ''Aşk'' ile parıldadı ve :
''HAYY'' dedi Allahım! Hayy!

Zümer 6 'da belirttiğin gibi anne karnında üç karanlık içinde ''ol'' emrini almış cenine baktım Allahım!
Daha anneciği minik bebeğinden haberdar bile değilken, parmağını emmekte olan bu muhteşem eser :
''HAYY'' diyordu Allahım! Hayy!

Tarık 11 ve 12'de buyurduğun gibi ''Dönüşümlü'' semaya ve susuzluktan şerha şerha yarılmış arza baktım Allahım!
Göklerden süzülen herbir yağmur tanesine ''aç'' sinesini açmış toprağı dinledim Allahım !
''HAYY'' diyordu Rabbim! Hayy!

Toprağa bir tabut misali ''sandukacıkta'' giren çekirdeğe ibretle baktım Allahım!
Toprağı, yerçekiminin aksine, ''göklere sevdalı'' bir başla delen filize sordum Rabbim,
Bir hazine değerinde ağaç olmaya hazırlanan başını aşkla ötelere çevirdi filizcik ve :
''HAYY'' dedi Allahım! Hayy!

Akşam güneş batarken, muhteşem bir fırça ile semavatı bir ''RESSAM''ın tablosu gibi boyayan Allahım!
Tualindeki renk cümbüşüne sordum, Renkler raksederek :
''HAYY'' dediler Allahım! Hayy!

Ezanlar okunurken bir köşeye çekilmiş içli içli ağlayan bir adam gördüm Allahım!
Gözyaşları adeta ruhunu yıkıyor, tevbe ile açılmış avuçları medet istercesine göklere uzanıyordu. Yüzüne baktım o insanın Allahım!
Yanaklarından süzülen herbir damla, bir ''billur'' tanesi gibi iniyor, çöle dönmüş bir ruhla adeta bir ''VAHA'' oluşuyordu Rabbim!
Ezanların coşkusuyla gözpınarlarından taşan o billurlara baktım Yarab!
''HAYY'' diyorlardı Allahım! Hayy!

Ve yüceler yücesi Rabbim!
İsimlerini öğrenirken hayatımda tecellileri olsun diye dua ettim!
''Dostlukları'' düşündüm bir anda!
''Dost'' seni Allah'a yaklaştırandır'' buyuran Peygamberimin (s.a.v.) alemlere rahmet yüzü geldi gözlerimin önüne!
'' Dost yanına vardığında ölü kalplarin dirildiği kişidir'' dedi dünya, asırlara varan tecrübesiyle.
Sen Yüceler Yücesi Rabbim!
''HAYY'' isminle dirilmeyi, ''HAYY'' isminle yaşamayı bizlere nasip eyle!
Çiçekler yağmurla dirilir Hayy!
Denizlerin maviliğinde inciler gizlidir Hayy!
Dağların karlarını afitap eritir Hayy!
Onsuz herşey ölüdür, O herşeyi diriltir Hayy!
Varsın Allahım Varsın! Birsin Allahım birsin!
''HAYY''sın Allahım ''HAYY'' sın.
Sen Alemler sahibi, ben senin aciz kulun
Sen elimden tutmazsan ne olur benim sonum!
HAYY.......

6 Temmuz 2008 Pazar

HAK


İnsan

“Andolsun ki biz insanı çamur mayasından yarattık. Sonra onu sağlam ve metin bir karargâhta nutfe kıldık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı, kan pıhtısını da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem ette de kemikler meydana getirdik. Kemikleri de et ile donattık. Sonra onu bambaşka bir ya­ratılışla inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir. Sonra siz öleceksiniz. Sonra kıyâmet günü kal­dırılacaksınız.” buyuruyor bizi yaratan. İnsanın topraktan yara­tılmasına şeytan gururla, kibirle, tepeden bakarak cevap veriyor. Ben ateşim, o toprak diyor, “Âdeme secde et” emri geldiği zaman. Ve temiz mekândan kovuluyor, lânetleniyor. Nice yıl­lardır bu olay beni düşündürür. Ürpertir. Hayatın, varoluşun, insanın sırrını fısıldar. İnsan öyle yüce, öyle büyük bir varlık ki... İnsan, Halifetullah, yaratılanların en şereflisi. En güzel yüzüğün, en güzel taşı. İnsan âlem-i suğra, küçük âlem. Bütün mevcû­datın cevherinin özü. Muhatab-ı İlâhi. Allah’a secde eden. Yara­dan’ın çamurdan teşekkül ettirdikten sonra “Biz ona ruhu­muzdan üfledik ve her varlığın ismini öğrettik” dediği. Ya­ratılanların en güzeli. “Yerdekini göklerdekini size râm ettik” hitabına muhatap olan varlık. Hazreti Ali “Sen kendini küçük bir cisim görüyorsun, oysa en büyük âlemler senin içinde gömülüdür” der. İnsan, yüceldiği, arındığı, temizlendiği zaman, Muhammedî neş’eye kavuştuğu zaman, Allah’ın ahlâkı ile ah­lâklandığı zaman, meleklerin bile gıpta ettiği, güzeller güzeli var­lık. Üstlendiği o muhteşem, o yüce emâneti unutup, nefsinin maskarası olduğu zaman, Kur’ân-ı Kerim’de “Belhüm adâl” diye nitelendirilen, hayvandan daha aşağı olan varlık...

Nefs-i emmâre hâkim durumda iken, kalp hastadır. Aslında kalp hastalığı Allah’tan uzaklıktan başka nedir? Bir büyük zat, cehennem uzakta kalmışların sırrıdır demiyor mu? “Nereye dö­nerseniz dönün, Allah’ın vechi oradadır” Âyet-i Kerime’si “Nefsini bilen, Rabbini bilir” Hadis-i Şerifi üzerinde uzun uzun düşünmek, durmak, idrâk etmek gerekir. Hissedebilen, seze­bilen için fetihler vardır. Allah ancak Allah’la görülür. Varlık, Allah’ındır. İyice düşünecek olursa, insanın benimdir diyebi­leceği nesi vardır? Benim dediği her şey, yaparım veya yapa­mam dediği her fiil, onu yarı yolda bırakır.

Kâmil insan, Hak’kın gözüdür. Hak âleme onunla bakarak rahmetini ulaştırır. Hak’ka ulaşmak, kâmil insanı sevmek, say­mak, ona gönül verip, yolunda gitmekle kolaylaşır. Kâmil insan, hayatımıza ışık tutar, renk verir. Hayat yolu o kadar karmaka­rışık, o kadar engellerle dolu ki, şairin “bir kör düğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor” dediği gibi, o ışık olmadan da ben yürü­rüm diyenler, kendilerini ne güzel aldatıyorlar. “İnan Halûk, ezelî bir şifâdır aldanmak” sözü sanki onlar için yazılmıştır. İnsanoğlu, ben, ben dedikçe ne kadar sevimsizleşiyor, bir bile­bilse... En büyük benim, başka büyük yok diyenler, kendi za­manlarının firavunları olmuyorlar mı? Bir büyük zat, ağzından ben kelimesi çıkınca, gider, defalarca ağzını yıkarmış, sebebini soranlara, ben, ben dedikçe ağzım necâsetle doluyor. Onu te­mizlemeye çalışıyorum, dermiş. Ben, hep ben, ille ben, yalnız ben diyenler, hayata, varoluşa, insana saygı duymayanlar, şey­tana mensup değiller midir? İnsan madde âlemine fazla bağ­lanırsa, bırakın mânevî âlemi, bu dünyanın da tadını alamaz. Lezzetini duyamaz. Mânâ âlemi ile yakınlığı olmayanlar bir kere şükretmez, kanâat etmez, sabretmezler ki, içlerinde yaşama se­vinci olsun, mutluluğu ta içlerinde duysunlar. Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” der. Lâfla haki­kat olmaz. Tevhid kolay lokma değildir. Bütün varlığı ile Allah’a bağlanan, Allah’a teslim olan vuslata erer. Olgunlaşan meyve­nin gözü yerde olur. Her şey helâk olacak, illâ Allah’ın vechi bâki kalacaktır. İnsanlar bugün sürekli olarak çevrelerinde, baş­kalarında kusur ve noksanlık arıyorlar. Buldukları zaman da onu bir an evvel başkalarına yaymak, duyurmak için çocuklar gibi seviniyor, acele ediyorlar. Eğer o husus aynen kendilerinde ol­masa o kadar heyecan duyarlar mıydı? Yunus, “Seni deli eden şey yine sendedir, sende” der. Bir insanın kendi sahip olduğu eksiklikle başkalarını ithâm etmesi ne kadar düşündürücüdür... Can kulağını ve basiret gözünü açmayanlar, dünyada da âhi­rette de pişman olacaklardır. Gerçekleri görenler, kendi nefsi ile mücadele eden, kendi nefsinin sırtını yere getirmeye çalışan kimselerdir. Kimin yanında kalbî huzur duyuyorsan, kimin yanın­da mânâ âleminde bir ferahlık, bir rahatlık, bir güzellik duyu­yorsan, hakiki dostun ve arkadaşın odur. Yanında huzur ve ra­hatlık duymadığın, özü ve sözü birbirine uygun olmayan kimse­lerden uzaklaşmakta hayır vardır. Nefsin hoşlandıklarından Hak hoşlanmaz. Bu dünyada bir göz ara ki seni gerçekten sevsin. Seni sana gösteren bir ayna olsun. Kâmil insan suyu akan çeş­me gibidir. Akıllı insan, sular akarken kabını doldurandır. Koca­man bir denizin yanında küçük ama suyu pırıl pırıl, tertemiz bir çeşme varmış. Gece gündüz akarmış. Bir gün deniz, gazaba gelmiş. Bre çeşme, demiş. Sen kim oluyorsun da benim ya­nımda akıyorsun, ben koskoca bir deryâyım. Çeşme cevap ver­miş, efendim demiş, haklısınız. Siz bir ummansınız, ama unut­mayın ki, susayan insanlar, susuzluklarını benimle gideriyorlar. Aynanın kadrini dilber, çeşmenin kadrini susuzluktan çatlayan bilir. Gözü yerde olanın, gönlü âsumana çıkar. Şekiller insanı yanıltabilir. Ama mânâyı gören, şekli görse de aldanmaz. Yu­nus, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar” der. Kâinatta olan her şey insanın içinde de vardır. “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” sözünde, düşünebilen, hissede­bilen kimseler için büyük ve derin anlamlar, çok ince sırlar vardır. Tabii görene, görebilene, yoksa köre ne... Eğer biz güzel ve iyi olamadıysak, dışımızdaki iyilikler ve güzelliklerden bize ne... Istırap çekmeden, çileyi ve inkisârı tatmadan kim tekâmül yolunda yürümüş ki... Kardeşleri Hz. Yusuf’u kuyuya niçin attı­lar? Yusuf’un kuyusu bütün insanlar için, hepimiz için bahis konusu. Fark kuyularda... Önemli olan, olaylar karşısında insa­nın takınmış olduğu tavırdır. O zaman yakılması için atıldığı ateş, Hz. İbrahim’e gül bahçesi oldu. Çünkü şeksiz, şüphesiz inanıyordu. Bütün varlığı ile teslim olmuştu. İnsan hiç yüzme bilmese, denize kendini tam bir teslimiyetle, sırt üstü bıraksa, deniz onu sırtında taşır. Bir şey olmaz. Ama çırpındıkça, debe­lendikçe batar. Yok olur gider. Hayat da öyle... Allah’a teslim olmayan insanlar, zuhûrata tâbi olmayanlar hiçbir zaman gerçek güzelliği, neş’e-i Muhammedîyi tadamayacaklar. Gül alıp, gül satamayacak, gülden terazi tutamayacak, gülü gül ile tarta­mayacaklar... “Sevmek devam eden en güzel huyum” diye­meyecekler. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” sözündeki inceliği ve güzelliği yaşayamayacaklar... Bu âlemde Hak’ka teslim olup, yoksulluk lezzetini tadanlar her iki âlemde de varlık saadetine ererler. Niyazi-i Mısrî “Adavet kılma kim­seyle, nefsin yeter düşman sana” diyor. Resûlullah Efen­dimiz, bir muharebeden dönüşlerinde, “Küçük muharebe bitti, bundan sonra büyük muharebe başlayacak, sizin en büyük düşmanınız nefisleriniz olup, bundan sonra nefislerinizle mücâdele edeceksiniz” buyurdular. Mecellede, “Zan ile ya­kîyn hasıl olmaz” diye bir madde vardır. İşte o zanlar, vehimler başımıza ne büyük işler açıyor. Bizi nasıl mânâ âleminden, gönül âleminden, gönül huzurundan uzaklaştırıyor... Muham­medî neş’eyi bize haram ediyor. “Mûtû kable entemûtû” “öl­meden evvel ölünüz” sırrına ârif olan kimseler, kendi nispet ve zanlarından kurtuldukları için, o gün yüzleri beyaz olarak, yani Hak ile Hak’ka vuslat etmiş olarak vücut bulacaklardır. Ölmeden evvel ölen kişi varlığının Allah’a ait olduğunu idrâk eden, bunun bilincine ulaşan kişidir. O, Allah’ın varlığı ile dirilir ve Âdem rüt­besine ulaşır. Yoksa ne mi olur? Hiç, sadece zanları, vehimleri, hayalleri, çelişkileri ile ölene kadar çırpınır durur; huzuru, mut­luluğu, güzellikleri yaşayamadan göçer gider. Beni bende demen/ Bu ben değilim/ Bir ben vardır bende/ Benden içeri, sözündeki varoluş sırrı, onlar için bir şiirden başka bir şey değil­dir. Ve kim ne derse desin, sonuç hiç değişmedi değişmeyecek. Dönüşümüz yalnız Allah’a olacaktır.

İnsanı dosta götüren tevâzu, edep ve inceliktir. Kibirli insan­lar rahat değildir. Huzursuzluk, sıkıntı, bunalım ve stres onlar­dan hiç eksik olmaz. Gurur, kibir ve nefs dolu insanlar kendi­lerini aşamazlar. Dosta ulaşamazlar. İçlerinde taşıdıkları ulvî varlığı göremezler. Kendilerine yabancıdırlar. Ancak kendi dar ve karanlık dünyalarını aşabilenler, başkalarına faydalı olabi­lirler. Sabır insanları en aşağı noktadan, en yüksek noktaya çı­karır. En zor işler sabır ile başarılır. Olgunlaşmak için sabırlı olmak gerekir. Başkalarını kötüleyen kendini unutur. Gıybetin asıl zararı, insanın dikkatini kendinden başka tarafa çevirme­sidir. Her insan önce kendi kusurlarını görmeli, başkasından ön­ce kendini ıslâh etmelidir. Hakikati arama yolundan insanı uzak­laştırdığı için Yunus, gıybet üzerinde ısrarla ve önemle durur. Gıybet insanı kendi özünden uzaklaştırdığı için, Allah’tan da uzaklaştırır. Önemli olan kâl değil, hâldir. Eğer söylediklerimiz, yaşadıklarımız, okuduklarımız, dinlediklerimiz hayata geçmiyor­sa, aile hayatımıza, iş hayatımıza, sosyal hayatımıza yansımı­yorsa, o zaman yapılanların ne anlamı, ne faydası vardır. Boşa harcanan zamandan, bir kuru emekten başka nedir? Eğer, de­sinler diye okuyor, yazıyor, konuşuyorsak, önce kendimizi aldat­mış olmuyor muyuz? İnsanları mutlu eden, maddî değil, mânevî zenginliktir. Nice zenginler var ki, can sıkıntısından patlıyorlar. Yunus, böyleleri için, “Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı” der. Her çağda insanların, uzlaşmaya, paylaşmaya, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaçları vardır. Sait Faik “her şey bir insanı sevmekle başlar.” der. Maddî kâinattaki hiçbir şey, insanın içindeki büyük boşluğu doldurmuyor. İnsan kendi içinde bir âlemdir. Onda hiçbir varlıkta olmayan bir ruh vardır. Kâinatın sırrı belki de insanoğlunun içindedir. Yunus, “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” der. Denize atılan bir taşın dal­galar halinde büyümesi gibi, bir insanda başlayan sevginin gide­rek büyümesi... büyümesi... yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, bütün cemâdatı içine alması... Ne muhteşem bir olaydır. Ömer Hayyam, “sevginle gireceğim toprağa, sevginle çıkacağım topraktan” diyor. İnsanın kurtu­luşu da bu dünyadadır, helâk oluşu da... Yeryüzünde her şey fânidir. Bâki olan Allah’tır. Olgun insan olmak için dünyayı tanı­mak, gezmek, sevmek ama yine de ona esir ve mahkûm ol­mamak lâzımdır. Bu âlemde kör olan, gönül gözü açılmamış olan öbür âlemde de böyle olacaktır. Her yerde dostu gören için ne yâr, ne ağyâr vardır. Yunus, “Bir çeşmeden akan su, acı, tatlı olmaya” der. Dünya hayatı bir oyundur. Yunus’un amacı güzel söz söylemek değil, insan ruhunu yükseltmek, temizleyip arıtmak, insana kendi iç dünyasındaki mânevî kuvvet kaynak­larını ifşa etmek, hayatın ve kâinatın sırrını anlatmaktır. İnsan ömrü, iki bulut arasındaki kıvılcım gibidir. İnsanlara karşı edepli olmak, Allah’a karşı edepli olmak demektir. Allah yolundaki in­san, bilmediği hususlarda konuşmaz, anlamadığı durumlarda tartışmaz; kalbini ve kafasını her zaman tertemiz tutar; dostunu ihtiyatla sever, olabilir ki bir gün ona düşman olur, düşmanına ihtiyatla muamelede bulunur, olabilir ki bir gün ona dost olur. Aç kalmak çalmaktan hayırlıdır. Azı yeter bul da kimseye yüzsuyu dökme. İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları adımlarıdır.

Hangi gün Allah’a isyan edilmezse, o gün bayramdır. Üç ku­ruşluk servetiyle, mevki, makam, şöhretiyle sözüm ona sahip ol­duğu ilimle burunları havada gezen, çalımlarından yanlarına yaklaşılmayan o firavun taslaklarına sormak gerekir, dün bir meni parçasıydılar, yarın bir leş olacaklar, farkındalar mı aca­ba? Allah kimseyi dalâlete sevketmez, kimseye zulmedici değil­dir. En hayırlı azık takvâdır. Mü’min, sevgisi, saygısı, edebi, za­rafeti, inceliği Allah için olan insandır. Mü’min insanların ezâsına tahammül eden, fakat hiç kimsenin ondan incinmediği kişidir. Mü’min, kendisinden bilmediği bir şey sorulunca, bilmiyorum demekten utanmayan, Rabbinden başka bir şeyden korkmayan insandır. Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp bizde de var­ken, başkalarını ayıplamaktır. İnsan dilinin altında gizlidir. Utan­cın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır. Mü’minin şükrü amelinde, münafıkın şükrü dilindedir. Bâtıla yardım eden, Hak’ka zulmeder. İnsanlarla iyi geçinmek aklın yarısıdır. Kötü insanlarla, sıkılıyorum, bunalıyorum bahanesiyle dostluk yap­maktansa yalnız kalmak daha iyidir. Bedri Rahmi “yalnızlığın mis kokmalı” der. Allah’la beraber olan, Onu her an içinde hisseden, dışı halkla içi HAK’la beraber olanlar ne güzel insan­lardır. Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Önemli olan Yunus gibi, hayata, olaylara, insanlara her an yepyeni bir gözle, hay­retle, hayranlıkla ürpertiyle, “ulu nazar”la bakabilmektir. Şikâ­yet, varoluşun anlamını tanımayan insanların nefislerinin heze­yanlarıdır. Hayat bir bayram yeridir. Hiç bitmeyen bir bayram yeri. Yunus “Bu dünya bir gelindir, kızıl, yeşil donanmış / Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz” der. Her dem yeni doğan­larla, her anları Hak’la beraber olanlara ne mutlu. Allah cüm­lemize nasip etsin.

4 Temmuz 2008 Cuma

AŞKA ULAŞ GAYRİDEN GÖNLÜNÜ KES

AŞKA ULAŞ GAYRİDEN GÖNLÜNÜ KES
Ömer Tuğrul İnançer

Mevlevîlik geleneğinde bir âdet vardır “Nasılsın, iyi misin?” kabîlinden hatır sorulduğunda “Aşk u niyâz eylerim.” diye cevap verilir. Bendeniz de bu sohbete aşk u niyâz eyleyerek başlamak istiyorum.
İlm kesbi ile paye-i rifat arzu-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde ilm bir kıyl u kâl imiş ancak
Yükselmek sâdece ilim tahsili, ilmin kazanılması ile olmaz; bunu arzu etmek sâdece bir hayâl ürünüdür. Âlemde ne varsa aşkta vardır. İlim bir dedikodudan ibârettir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar; “Rutbetü"l ilmi a"le"r-ruteb” yani “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir.” Bu iki söz arasında bir çelişki var gibi gözükse de gerçekte her hangi bir çelişki yoktur. Hz. Mevlânâ"nın da bulunduğu bir mecliste hadis, ayet, kelâm-ı kibar konuşulurken yâni “Allah Kitabında şöyle buyurdu, Resulullah şu mevzûda şöyle buyurdu” şeklinde sohbet yapılmakta iken âniden kapı açılıp içeri Şems-i Tebrîzî girer. Der ki; “Bırakın bu dedikoduları "Allah şunu dedi, Resulullah bunu dedi!” Sen ne diyorsun sen?” Demek istiyor ki Hz. Şems, “Allah"ın buyurduklarından, Resullah"ın tavsiyelerinden sen, ne anlıyorsun?” Zîra, Resulullah"ın buyurduğu bu ilim rütbesine erişmek; bu büyük sözleri, Allah ve Resulü"nün sözleri dâhil bütün sözleri nakledecek derecede bilmek demek değildir. O sözleri aşk ile yoğurup, oluş hâline getirebilmektir. İşte o zaman, yükselme hâsıl olur. Sözün özü ;
Vasıl-ı hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Öyleyse aşk nedir? Hz Mevlânâ, “Ben ol da bil!” demiş. Aşk bir hâldir, kâl değildir, söz değildir yâni. Onun için hâl anlatılmaz, yaşanır… Aşkın ilimleşmesi diye târif edebileceğimiz tasavvuf ise, satırdan değil sadırdan öğrenilir. Bu öğrenimin asgari şartı, en az -en aşağı koşulu ise muhabbettir.
Muhabbet lezzetinden bî-haberdir cahil u gâfil
Fuzûli zevk-i aşkı zevki var olandan sor.
Hz Mevlânâ da muhabbetin ehemmiyetini şöyle anlatıyor,
Ez muhabbet mürde zindemiş evet vez muhabbet şah bende mişeved
Ez muhabbet dürtha sâfişevet vez muhabbet dertha şafi şeved
yâni,
Öyle bir kudrettir ki muhabbet ölüleri diriltir pâdişahları kul eder
Bütün kirleri ve kirlilikleri temizler ve bütün dertlere şifâ bulur.

Kâinatın yaradılış sebebi dahi muhabbettir. Yaratıcının muhabbeti, yaratılmışların en yücesi olan insana, insanın en yücesi olan Muhammed"edir.
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed"siz muhabbetten ne hâsıl.
İnsanın yücelmesi bu muhabbetin yardımı ile Allah"ın ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle olur. Allah"ın ahlâkı ile ahlâklanmak ise; öncelikle O"nun esmâsını, güzel isimlerini öğrenmek, O isimlerin mânâsına uyarak, yaşamak ile olur . Özellikle Kur"an-ı Kerim"den Allah"ın sevdiği ve sevmediği işleri öğrenip ona göre davranmakla olur.
Ahzab sûresinin 56. ayetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale"n-nebiy yâ eyyühellezine âmenü sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” yani “Muhakkak ki Allah melekleri ile beraber nebîsine salâvat eder öyle ise; ey iman edenler siz de sâlat edin O"na ve selâm verin hem de tam bir teslimiyetle.” Hz. Peygamber"e salât okumak Allah"ın bir âdetidir ve biz mü"minlere de emridir. Resûl-i Ekrem"e salâvat getirmek; Allah"ın ahlâkı ile ahlâklanmanın unsurlarından biridir ve mü"minler, Kur"an"ın bu hükmü ile “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî ve sellim” diye salât okurlar. Derler ki, “Ey melekleri ile birlikte habîbine salât eden Allah"ımız, Nebî"ne Peygamberi"ne salât etmemizi istiyorsun; bâş üstüne. Fakat biz o şanlı Nebî"nin şânına uygun salâvatı okumaktan âciziz. Öyle ise sen lütfen bizim için o Efendimiz Hz Muhammed" e ve ailesi ile ashabına ve ona uyanların tümüne salât et.”

Salâvatın sâdece kelime mânâları, sınırları belirlenmiş bir yazı içinde ancak bu kadar anlatılabilir. Salâvatı tam mânâsı ile anlatmak mümkün değildir. Zîra, Allah ve Resulü"nün salâvatını anlatmaya ne defterler yeter, ne kalemler, ne de zamanlar. Yapraklar defter, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa Resulullah aşkı anlatılamaz ama yaşanır. Peygambere salâvat okumak, sâdece emre uymak için olursa; emre uymak olur… Ama sâdece emre uymak olur. Bu da insanı bir yerlere götürür… Bir yerlere yüceltir fakat istenilen yere değil. Emre uymak ve sorumluluğu geçiştirmek için okunan salâvat, sorumluluğu geçiştirir ama insanı uçuracak kanat takmaz. İşte Resulullah aşkının dışa vurulması mânâsını taşıyan âşıkların salâvatı; insanı, Allah"ın ahlâkı ile ahlâklandırır. Muhabbeti, aşkı dışarı vurmak şarttır. Onun için Hz Mevlânâ buyurmuyor mu; “Yarını bulamadı isen, ne diye başını sağa sola vurarak aramıyorsun? Yok eğer buldu isen, ne diye ellerini çırparak buldum buldum diye sevinmiyorsun? Susma! Durma! Ey oğul, ya ara dur ya da bulduğunu duyur.”
İşte, aşk böyle bir şey... “Ez tarik-i râh-ı peygamberi ma” Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz, aşktan doğmuşuz. Aşktır bizim anamız. Hz Mevlânâ bu beyitte aşkı böylesine anlatıyor. Aşk öyle bir anadır ki her şey ondan doğar. Aşk ateş olarak, coşkunluk olarak hasret, vuslat, ümit, sevinç, keder ve daha sayamayacağımız şekillerde tezâhür eder, ortaya çıkar, diyor. Zîra neyin sesi, aşkın ateşidir. Neyden çıkan ses, neyzenin nefesinden midir, neyzenin içindeki aşkın hissiyatının getirdiği coşkun nâmeler midir? Onun için Hz Mevlânâ buyuruyor ki,
Âteşi aşk est ki ender ney fütâd
Cûşişi aşk est ki ender mey fütâd
Neyi söyleten aşk ateşidir.
Meyin kabarıp taşması da aşkın kabarıp coşmasındandır.
Herkesin aşkı kendi miktarıncadır. Gülün dikenleri arasından fırlayıp bülbüle nazı, güllüğündendir. Bülbülün bütün dikenlere rağmen güle niyâzı da, bülbülâne bir aşktır. Af buyurun, bir merkebin de toz toprak içerisinde yuvarlanarak anırması da kendi aşkındandır; ama eşekçesine… Bu, şuna benzer; bir ârif-i billâhın, Hakk"ı bilen bir zâtın bütün Rabbânî güzellikleri seyrederek veya tefekkür ederek, Allah"ın cemâli"nin mesti olarak tatlı tatlı döktüğü göz yaşları da aşkın eseridir, zil zurna sarhoşun attığı nârâlar da aşkın eseridir. Ama kendi istidatlarına göre kimi bülbül gibi… Kimi eşek gibi... Ama hep aşk!
Aşk birdir fakat sevgililer değişiktir. Çünkü yegâne tek sevgilinin tecellîleri ve tecellîlerinin mazharları farklıdır da onun için sevgili değişiktir. İşte bu farktan geçip tek sevgiliye ve tek sevgiye ulaşmada aşk, insana Burak olur. Hz Resulullah"ı, Hakk katına ileten Burak gibi…
En yüce âşıklar mü"minlerdir. “Vellezine âmenü eşeddü hübben lillah” Bakara sûresinin 165. ayetinde Cenâb-ı Hakk, “Mü"minlerin Allah" a muhabbetleri çok şiddetlidir” buyuruyor. İşte çok şiddetli bu muhabbete, aşk denir. Bu ayetin mefhûmu,muhalifi tâbir edilen yâni eski tâbirle yani tersten gidilerek yorumu şöyle olmuyor mu acaba; Allah"a şiddetli muhabbeti olanlar müminlerdir, Allah"a şiddetli muhabbeti olmayanlar îman etmiş olmazlar.
Her fiili ve her sözü insanlığın yol gösterici olan Hz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bizi sevgiye, sevgi yoluna teşvik ederken şöyle buyurmuyor mu; “Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmanınız kemâle gelmez.” Kur"an-ı Kerim târifine göre mü"minin kendisine yakışan sıfatı âşıklıktır. Âli İmran sûresinde “Len tenalü"l-birra hattâ tünfiku min ma tuhibbûn” yani mealen şöyle buyrulmaktadır; “İyiye ve iyiliğe eremezsiniz ancak sevdiğiniz şeyler nedir o sevdiğiniz şeyler para, mal, mülk mevkii ve hatta canınızı, Allah için harcamadıkça.” İşte bu ayetinde Rabbimiz sevginin ölçüsünü bildiriyor. Sevginin kantarı fedakârlıktır, vermektir. Kuru laf değil. Her iddia ispâta muhtaçtır. Aşk iddiasının ispâtı, vermekle olur.
Âşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına
Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına
Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına
Fuzûlî Hazretlerinin bu sözleri üstüne söz söylemek fuzûli olur.
Hoş kalın, hoş olun efendim.

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...