4 Ağustos 2009 Salı

Tasavvuf


TASAVVUF


Tasavvuf insanın kendi içine yaptığı yolculuktur.
Dinin zahir yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemale eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayatı kazandırmak için riyâzat(nefisle mücadele, nefsi kırma), mücahede(nefsin arzularına direnme, cehd ve gayret etme), tasfiye(saflaştırma, temizleme), hâlini ıslah potası içinde temizleme ve pişirme tarafı vardır. Ben ahlak sahibiyim demekle cehil ve gaflet (Hakkı unutmak) cehennemlerinden kurtulmak ve hakiki cennet olan ezeli yakınlığa erip aslî fıtratını(yaratılış) bulmak kabil değildir. Akıllı bir kişi benim hiçbir şeye ihtiyacım yok demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve ruhundan cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği ile meydana çıkartmaya gayret etmelidir.
1
Bu arınmanın yolunu da bize tasavvuf göstermiş, bu gayrette olan kişilere ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.
Kişinin kendini Allah’ın gözetimi altında hissetmesi ve bu şuurla davranıp yaşaması tasavvuf adını alır. Yani kişi her muamelesini Allah’la yapıyormuşcasına kendini mesul hisseder. Tasavvufun yolu ise; bu tavrı en ciddi şekilde yaşamak için konulan özel metodların tamamıdır. Abdülkadir Geylani’ye göre Tasavvuf kelimesinin harflerinin her birinin ayrı bir anlamı vardır. Şöyle ki:
T: Tevbe
S: Safâ, arınma
V: Velâyet
F: Fenâ’dır.(yokluk)
Tasavvuf sekiz temel üzerine kurulmuştur. Birincisi; cömertliktir. Bu İbrahim (a.s)ın sıfatıdır. İkincisi; rıza’dır ki, bu İshak (a.s)ın sıfatıdır. Üçüncüsü; Sabır’dır ve Eyyüb (a.s)’ın sıfatıdır. Dördüncüsü; işarettir ki(Allahın her hadisedeki rolünü bilmek), Zekeriyya (a.s)’ın sıfatıdır. Beşincisi; Kurbettir ki(yakınlık), Yahya(a.s)’ın sıfatıdır. Altıncısı; Tasavvuftur ki(mana yolculuğu), Musa (a.s)’ın sıfatıdır. Yedincisi; Aşktır ki İsa (a.s)’ın sıfatıdır. Sekizincisi; Fakirliktir(kulluğu bilmek) ki, bu da Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in sıfatıdır.
2
Semâ’nın ve zikrin hakîkatine vâsıl olan kimseye ten tekke, gönül makam olmuştur.
Tasavvuf Cenab-ı Hakkın bir kulunu nefsinden öldürüp kendisiyle diri kılmasıdır. Tasavvuf dedikodu ve lafla olmaz, maddî alışkanlıklara ve aşırı isteklere açlık ve sevilen şeylerin terk edilmesi (tapmayı terk) ile olur.(Cüneyd-i Bağdadî)
Bir gün Ken’an Rifai’ye “Tasavvuf nedir?” diye sorulduğunda “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor. Sonra fikrini şöyle izah ediyor: “En büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir şey yoktur ki Allah’ın iradesi ile olmasın. Seni idare eden ruhun ve aklındır. Ruhun ruhu da Allahdır. Her şeyi hareket ve sükuna getiren kendi mânâsıdır. Mânânın mânâsı da yine Allah’dır. Şu halde ruhu ruha terk etmek ve kendi gözü ile kendini görmesini temin etmek icab eder. Her madde bir mânâyı işaret için vücut bulmuştur. İnsan ise kâinatın mânâsıdır. Onun için koca Mevlânâ “Beytullah Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı, benim gönlüm hanesinde ise ondan gayrı bir şey yok” diyor ki işte tasavvuf bu bilgiyi edinebilmektir. Fakat Eflatun’un da söylediği gibi, bu bilgi kitaplardan öğrenilmiyor. İnsan onu kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkür (fikir yürütme, düşünme) ile çıkarabilir ve mukaddes ateşi kendi zatî (aslî, öz) menbaından uyandırabilir.”
Açarsak, tasavvuf, dinin istediği sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar oturup ibadet etmek, hayrat ve hasenatta bulunmak değildir. Şunu bilmek lâzımdır ki Allah fiili ile, kavli ile, sıfatı ve zâtı ile zahir ve batın bütün tasarrufatı (bir şeyi kullanma yetkisi) ile insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Allah’ın lutfu, keremi, kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur eder. O halde her muamelenin Hakla olduğunu bilirsen kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah’ın sözüne, fiiline, zâhiri(görünür) ve bâtıni(öz) tasarrufuna bir alettir, çoğu zaman insan, Hakkın bu tasarrufunu kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf ödünç ve emanettir. İşte Resûlullah’ın, nefsini bilen Rabbini bilir, diye ifade ettiği düsturun manası budur.”
“Mükevvenat (yaradılmışlar), yani kesret(çokluk), Allah’ın birliğine mâni değildir. Nasıl ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse..” “Meselâ adetleri alalım: 1,2,3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin tekrarıdır. Anlaşılıyor ki kesretin ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin tekrarından oluşuyor, yani birden başka adet yoktur. Hep vahdet-i vücut.. Bu vahdet ilmi hasıl olunca faili(fiili yapan, özne), mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazret-i Ebûbekir bunun için hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne soğanı, ne de sarmısağı fena görmez, tahkir edemezsin.”
İşte buradan hareket edip bütün kâinatı Allah’ın dünya planında zuhura gelişi olarak nazar-ı itibare aldığından o “her zerrede bir nur her katrede bir zuhur vardır” diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muamelesini Hakla muamele biliyor, herşeyi Hak diye taziz ediyor (şerefli kılıyor) , tebcil ediyor (yüceltiyor) ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu suretle Ken’an Rifai, Allah sevgisini mücerretlikten (soyut) kurtararak müşahhasa (somut), dünyaya, mahlukata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden fiile(niyetten eyleme) intikal ettirebilmiştir.
Hazret-i Şems, “Söz iş içindir, iş söz için değil” diyerek aynı manayı ifade etmektedir.
Buradan da anlıyoruz ki, tasavvuf, bir ilim değil bir yaşam şeklidir. Bunun yolunu insan-ı kâmiller göstermiştir.
Gene Ken’an Rıfaî diyor ki; Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hâl ve vakitte edebdir. Tasavvuf güzel ahlâktır. İç ve dış edebiyle edeblenmektir. İç edeb; her yerde ve her şeyde Allah’ı temaşa(ibretle bakmak) edebilmektir. Yukarıda Hocamızın dediği gibi, fiildeki hakiki faili görmektir. Dış edeb ise; içten gelen edebin terbiyesiyle herkese ve her şeye eşit muamele edebilmek, hürmet edebilmek, hoş görebilmek ve Allah’ın emirlerine uyabilmektir.
Tasavvuf, dilde hiçbir şey gönülde herşeydir. Tasavvuf gönül bilgisidir.
3
Tasavvuf lâ ilâhe illallah’ın manasını aşikâr etmektir. Narda(ateş, sıkıntı) nurda, ganide(doymuş) fakirde, kafirde ve mü’minde aynı tecelliyi görmektir. Allah’tan gayrı olmadığımızı bilip onu uzaklarda aramamaktır. Allah ile aradaki perde bizim kendi vücudumuzdur.
Küllü düşünüp nefse indirgemektir. Bunun için de insanı tasavvuf terbiyesi ile küll(bütün) namına her türlü fedâkarlık, feragat(hakkından vazgeçmek), meşakkat(güçlük, sıkıntı) ve mahrumiyeti göze alabilecek bir terbiye sistemine tâbi tutmaktır.
Tasavvuf insana cennet ve cehennemin hakikatini öğretir. Çünkü tasavvuf ehline göre cehennem Allah’ın olmadığı yerdir. Öyle bir yer olmadığına göre cehennem (acı ve ızdırap) yoktur. Ağyar yok, zıtlar vardır. İkbâl’e göre cennet ve cehennem birer mahâl değil, birer hâlettir(takdiridir). Cehennem, cezalandırıcı, intikam alıcı, Allah tarafından kulları için hazırlanmış ebedî bir işkence yeri değil, Allah’a ulaşmış bir varlığın, Allah’ın rahmetini, cana can katıcı rüzgârına karşı tekrar hassas kılacak uslandırma yolları getiren bir tecrübedir(rafineri). Kur’an’a göre cehennem, insanın bir insan olarak muvaffakiyetsizliğini acı bir şekilde anlamasıdır.
Tasavvuf, hürriyettir. Hakiki hürriyet, nefsin elinden azad olmaktır. Yoksa ben hürüm, hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz, insan nefsinin zebunu iken, hiçbir veçhile hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamayan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir? Ancak, iştihalarının (istekler), insiyaklarının (iç güdüler), arzularının esiri değil, emiri olan insan Koca İskender’e, “Sen benim bendemin bendesisin” diyen Diyojen gibi, bihakkın hür olabilir.
Tasavvuf birlik demektir. İnsanlıktan maksat da her şeyi birlemektir. Lâ ilâhe illallah’ın manası, bütün mevcudatın Allah’ın emrine zebun(aciz, esir olmak) ve mağlup olduğunu görmektir. Bütün mevcudat, mahiyetlerini ancak Hakk’ın emriyle izhar(aşikar etmek, açığa çıkarmak) eder.
Bütün bunları özetlersek diyebiliriz ki Ken’an Rifai’nin tasavvuf anlayışı cümle mevcudatı Hak, Hakk’ı da halk bilmek esasına dayanan ve insandan kendi fâni vücudunu, bâki olan Hakk’ın yani halkın hizmet ve menfaati yolunda nefsin isteklerini yok etmesini taleb eden bir âlem görüşüne dayanıyordu. Zira o, İnsan idrakine namütenâhi (bitmez tükenmez) cüzler şeklinde dökülen küllî varlığı, mânâ dolu bir vahdet halinde idrak edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile mâl edebilmiş olan gerçek bir mutasavvıftı.
Gerçek mutasavvıf değerini ve derecesini düşünmekle vakit kaybetmeyen, kendi hakikatini ortaya koymak amacı ile, hayatı tabiattan aldığı gibi kabul edip, insan ve eşya münasebetlerini taşın suda yaptığı tek merkezli daireler gibi teklikten çokluğa götüren insandır.
Tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.
4
Şeriat; “Seninki senin, benimki benim”, der.
Tarikat; “Seninki senin, benimki de senin”, der.
Hakikat; “Ne seninki senin ne de benimki benim”, der.
Gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda ahirete de aynı değeri verendir. Ken’an Rifai, bu hakikati şu örnekle açıklıyor: Diyor ki, “Benim üç gözlüğüm vardır. Biri ile yakını görürüm. Yani, dünyayı...Biri ile uzağı görürüm. Yani, ahireti...Üçüncü gözlüğüm ile hem yakını hem uzağı, yani hem dünyayı hem de ahireti görürüm. İşte bu tasavvuf gözlüğüdür.”
5 diyor. İşte gerçek mutasavvıf, dünya işi ve hizmetinden elini bir an çekmeden gönlüyle her an sevgiliyle olabilendir.
Gerçek mutasavvıf küçük hadiselerden dünya ve mana gerçeğini aşikar eder.
Etajerin üstünde ampul kesmek için bir bıçak vardı.
Ken’an Rifai: -“Bu nedir?” diye sordu.
-Ampul bıçağı,dendi.
-“Ne için ortada bıraktın? Biri gelir, farkına varmaz elini kesiverir” dedi ve şöyle devam etti:
-“Demek ki böyle kesici ve kırıcı aletleri bir kazaya sebebiyet vermemek için ortada tutmayıp kaldırmak lâzım olduğu gibi insanın kalbini ve ruhunu cerihadar (yaralı)edecek kötü ahlakları da vücud ortalığından kaldırmak lazımdır. Onların yeri de senin vücudun ortalığı değildir.”
6
Sonuçta diyebiliriz ki cenneti dünyada bulmanın yolu tasavvufî terbiyeden geçer. Gerçek cennet olan huzur ve mutluluk aynı terbiyenin sonucu olarak hürriyete kavuşmakla neticelenir. Bu bakış açısından tasavvuf, insanın insanlığını bulma yoludur vesselam.
TASAVVUF TARİHİ
Tasavvuf da tasavvuf ehli de her zaman mevcuttur. Fakat bu hakikate sahip bulunanlar, idrakleri noksan olan kısa akıllıların taşlamalarına ve kötülemelerine mâruz bulunduklarından, kendilerini gizlemek lüzumunu duymuşlar ve kendilerini namahremlerden saklamışlardır.
Tasavvuf Hz. Adem ile başlamıştır,
Tasavvuf gelişirken Buda ile karşılaşıyoruz.. “En büyük şer cehâlettir” diyen Buda, tasavvufun ilim olduğunu anlatmıştır. Yine demiştir ki: “Bütün mevcudat, ruhlar ve cisimler, kadir-i mutlakın yani Allah’ın bedeni mesabesinde olup, beden ruha nasıl tâbi ise, bunlar da öylece ona tâbidirler. Aşk olmazsa beden zindanında kalırız.
Muvaffak olmaya da olmamaya da kayıtsız kalmalıdır. Bütün yaratılmışlara şefkat gözüyle bakmalıdır. Bizim bugünkü hayatımız, eski zamanlarımızda kendi arzu ve ihtiyarımız ile yaptığımız amellerin neticesidir.
İnsan melce’i, yani sığınacak yeri tefekkürde aramalıdır. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Gerek iyi gerek kötü şeylere ne sevinmeli ne de bunlara muhalif olmalıdır.
Kaplumbağa nasıl âzâsını kabuğunun içine çekiyorsa, bir insan da zahiri hislerden kendini çekmeyince hikmet sahibi olamaz.” Yine diyor ki: “Beni her şeyde görün; her şeyi de bende görün!”
Bir mistik felsefeci olan Sokrat, ruhunun nurunu aklını aydınlatmada kullanmıştır ve bu yaradılış âleminde hiçbir şeyin abes olmayıp, hepsinin bir mânâ üzerine yaratılmış olduğunu söylemiştir.
Herşeyi şekilsizlikten intizama sokan bir akl-ı âzam mevcut olduğunu ifade etmiş, “”Eğer vücutta ruh hakimsa, gerçek hakim, o akl-ı âzamdır. Olayları kendine bakarak çözme yoluna giden Sokrat, “kendini bil” demiştir. İnsanın değerini anlatmış ve cihanda hiçbir şeyin tesadüfe dayanmadığını herşeyin tek bir gayeye o gayenin de daha üstün ve yüksek bir gayeye yani tevhide yöneldiğini söylemiştir. Bütün mevcudatın insana hizmetle vazifeli olduğunu bildirmiştir. Çok faziletli bir insan olan Sokrat, bildiklerini başkalarına öğretmeyi seçmiştir. Faziletin mükafatının kendinde olduğunu çok iyi bilmiş ve “İyiliği yapan iyiliği, fenalığı yapan fenalığı kendinde bulacaktır.” demiştir.
Sokrat, birinci olarak ruhu, ruhta aklı ve akılda da mefkûreyi (tefekkürün oluşturduğu doğru fikirler) görmüştür. Aklî mistisizmin kurucusudur.
Sokrat’ın talebesi olan Eflatun der ki: “Mevcut suretlerin her birinin mükemmel numunesi misal âleminde bulunmaktadır. Ruh cesed ile birleşmeden evvel birçok yüksek hakikati temaşaa etmiş, güzellik, adalet ve hakikati görmüştür. Temizlikle alakasını kesip “rezil” damgasını yiyerek beşer âlemine gelmiştir. Fakat hayra olan meyli ve yakınlığı ruhlar âleminde gördüğü yüksek hakikatlerin kendisi üzerinde yaptığı tesirle bu karanlık diyardan uçup gitmek için hatıralar uyanmıştır. Eflatun’da bu gerçeği anlama önermeler sayesinde olmuştur.
Sokrat, “ilmin başlangıcı cehil olamaz, iki bilinmeyenli bir meseleyi halletmek için daha önce bilinen bir kural olmalıdır.” derken, Eflatun;” Bilmek evveli hatırlamaktır.“ demiştir. Ve ilave etmiştir; “Ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilmedikçe de hayra ulaşılamaz.” Allahı âlim, hâkim ve mevcud bilip Allahın birliğine iman etmiştir. Sokrat gibi hayrı yöneten bir akıl olarak kabul etmeyip,” Allah mutlak hayrın kendisidir. İrade, hayrı bilmek, onu fiile götürmektir.” demiştir.
Eflatun ruhu bir koşuya benzetir. Arabacısı akıl, iki attan biri şecaat (iyi ahlâk) öbürü de şehvettir. Akıl arabayı sürdükçe koşunun intizamını muhafaza eder.
Fena diye bir şey yoktur. Fena faziletin aslına bağlıdır.
Eflatun’a göre fazilet dört kuvvettir: Aklın fazileti ihtiyat, kalbin fazileti şecaat, şehvetin fazileti de itidaldir. Bu üçünün doğurduğu fazilet de adalettir.
Vahdaniyet fikrini kabul etmiştir. 46 eseri vardır. Bir çeşit tasavvuf yaşamıştır.
Hz. İbrahim, ilk İslâm, yani teslim olandır. O, çok küçük yaşta, her şeyin bir Rabbi olması gerektiğini düşünerek önce yıldızları, sonra ayı, ve en son da güneşi Rab bilmiş ancak hepsi yok olunca, “Ben böyle batıp sönenleri sevmem” diyerek Allah’ı tenzih etmiştir. “Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim” diyerek bir olan Allah’a dönmüştür.
İlk müslüman da Hz. İbrahim’dir. Çünkü, Rabbi İbrahim’e, “Müslüman ol!” dediğinde “Alemlerin Rabbine teslim oldum” (Bakara suresi 131. ayet) demiştir.
O ateşe atılmış ama aşkıyla o ateşi gül bahçesine çevirmiştir. Onun için dışardaki acılar Allah aşkının güzelliği karşısında bir hiçten ibarettir.
Hz. Musa’nın tasavvufu şuhud (görme) mertebesine ermediği için ilm-i ledünü (ilâhî sırlara ait manevî bilgi) bilmiyor. Ancak, bu onun manasına eksiklik getirmez. Çünkü Musa, kulları davete memur bir peygamberdi. Hz. Musa akıl mertebesidir. Aklıyla bulduğu şeylere iman ediyordu. Allah’ı görmek istediğinde, “Sende bu benlik oldukça beni göremezsin. Beni görmek için benim gözüm sende olmalı!” hitabıyla karşılaştı. Yani, şuhud makamına ermek için nefsini aradan çıkarması gerekti. Ve Allah onun benlik dağına tecelli edince Musa’nın benlik dağı paramparça oldu.
Hz. İsa, ruhullahtır. Velayet sahibi bir peygamber olan Hz. İsa, Allah’a gönül ve aşkla yaklaşmıştır. Demiştir ki; “İnsanlar, cismen ve ruhen birsiniz; yani kardeşsiniz. Onun için birbirinizi seviniz ve Allah’ı da her şeyin üstünde tutarak seviniz!”
Ona göre tasavvuf, aklın önerilerine hiç itibar etmeden sırf kalb marifetiyle gitmektir. O yüzden de dünyadan uzaklaşma söz konusudur.
Hıristiyanlıkta tasavvuf, yani mistisizm kelimesini ilk söyleyen Kneber’dir.
İlk milâdî asırda piskopos Denis Nom Divin, Hakk’a ulaşmanın, ruhun bu his aleminden soyunmak ve dünya bağlarını terk ve bizzat kendini unutmakla mümkün olacağını anlatmıştır.
1091-1153 yıllarında yaşayan Saint Bernard’a göre, hayatın gayesi, Hakk’In muhabbetidir. Buna da tevâzu ve kendini silmekle erişilebilir.
1141’de yaşayan Saint Victor, da der ki: Ruhu hakikatin ta kendisine, Hakk’a ulaştıran yol, münâcat (dua ve yakarış) ve nefsini muhasebe üzere bulundurmaktır.
Hıristiyanlık tasavvufunda da esas Hakk’ın akıl ve ilimle bulunması mümkün olmayıp, ancak aşkla bulunabileceği ve Allah yolunda vücudunu vakfetmek ve sırf Allah için yaşadığını öğrenmekten ibarettir.
Bonaventure ise, ruhun zat-ı İlâhi’ye ulaşması için aklın günlük ve hudutlu amellerini aşması lâzım geldiğini söyler.
Avrupa’nın yakın zamanlarda yetişmiş olan mistiklerinden bazıları şunlardır: Emanuel Swedenborg, Martinez, Friedrich Jacobi, Saint Martin, Saint Denis, Pierre Simon Ballanche.
Alman mütefekkir Jacob Böhme’ye göre, Allah alemden ayrı değildir. Bedende ruh nasılsa, Allah da alemlerde öyledir. Allah şu gördüğün kainatta değil, senin zatında yerleşmiştir. Eğer sen pâk, arınmış ve temiz isen, Allah’In bütün kuvvetleri sende fâildir. Keza bütün âlemlerde de böyle... Ateş, hava, su, toprak hep Allah’tır. Ruh ayrı bir vücut gibi Allah’tan ayrı kaldıkça Allah’I anlayamaz.
Tasavvuf insanoğlunun vazgeçilmez ihtiyacıdır. Her devirde kendini göstermiş ancak müslümanlıkla kemâle ermiştir.
İslâm tasavvufu beşerî ve ilâhî arasındaki formulü ifade halinde sunmuştur. Tasavvuf cemaatleşmeyi sağlar. Allah’a gitmede ise kişiseldir. İkbâl de; “Ey kervana katılan, Herkesle yürü fakat yalnız ol.” diyerek aynı mânâyı ifade ediyor.
Ken’an Rifai bu konuda şöyle diyor: “İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihâlelerini (gelişimini) İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi (kapsayan) ve onların zemini üstünde âbideleşmişse İslâm tasavvufu da böyledir. Püsküren bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.”
Ancak peygamber veya onun vârisi olan kâmil insan bu derin manayı insanın anlayabileceği bir dilde aktarır.
Kâmil insan, dünyayı gaye bilmeyen ve ücreti yalnız Allah’tan taleb eden kimsedir. Çağırdıkları insanları doğruya ve güzele götürürler. (“Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir.” Yasin suresi, 21. ayet)
Hallac-ı Mansur der ki: “Allahım! Güzelliğinin açılan sırlarını başkalarından gizleyerek, onlara sahip olma imkânını bana vermek ve kınayanlardan beni esirgemiş olmakla bahşettiğin nimetine teşekkürü bana nasib et. Şu topluluk, senin kullarındır. Dinlerine olan bağlılıkları yüzünden ve senin rızanı kazanmak ümidiyle, beni öldürmek üzere toplanmışlar. Onları affet! İyi biliyorum ki, bana açtığın sırları onlara açsan, yahut onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizleseydin, bu hal başıma gelmezdi. Yaptığın işler için sana hamd, dilediğin şeyler için de yine sana hamd olsun Allahım! “
İşte tasavvufun özü budur.

1 Ken’an Rifai, Sohbetler, sf: 494
2 Abdülkadir Geylani, Futû’ul-Ğayb, sf: 197
3 Ken’an Rifai
4 20. Yüzyıl Işığında Müslümanlık, sf: 180
5 20. yy Işığında Müslümanlık, sf: 179
6 20. yy Işığında Müslümanlık, sf: 354

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...