27 Şubat 2010 Cumartesi

EYVALLAH


Eyvallah’ın manasını gerçek anlamıyla düşündünüz mü? Tasavvufî kültürün en latif tabirlerinden biri olan ‘eyvallah’, çoğu kimseler tarafından yerli yersiz, gelişigüzel kullanılmasına rağmen yine de işitildiğinde veya söylenildiğinde ruhlara serinlik ve rahatlama bahşeden tılsımlı bir söz. Mânevî terbiyeyi insanî hayatta nakış nakış işleyen ve inceleyen tasavvuf, bu hassasiyeti konuşma üslûbunda da göstermiştir.
Eyvallah, üç ayrı kelimeden oluşan Arapça bir cümle. ‘Ey’ veya ‘-iy’, ‘evet, tabii’ gibi anlamlara gelir.
Bilhassa vav’la beraber kullanıldığında dilimizdeki ifadesiyle ‘aynen öyle, tastamam’ gibi manaları içine almaktadır.
‘Tamam, peki’ manasına pratik Arapça’da halihazırda ‘eyva’ şeklinde söylenişine halkımız aşinadır.
Bazen ayvaa olarak müstehzi bir edayla fevkalade kötü taklitlerini de duyduğumuz bu kelam esasında Allah lafzı düşünülerek bizdeki eyvallah’ın Araplardaki söyleme tarzıdır.
“Ve” harfine gelince. Sadece gramer açısından incelendiğinde en az on iki ayrı işlevi olan bu harfi, kültürel boyutuyla ciltlerle kitapla ifade etmek mümkün.
Bu tabirde geçen “vav” için çeşitli fikirler öne sürülmüş. Bazıları cevabı kuvvetlendirmek için, bazıları da yemin manası için kullanıldığını öne sürmüşlerse de maiyyet yani beraberlik bildirmek için kullanıldığı fikri ağır basmıştır.
İkinci kelime olan “Allah” ki daha çok lafzatullah şeklinde ifade edilir. Cenab-ı Hakk’ın yüzlerce ismi olmasına rağmen Allah ismi gibisi yoktur. Çünkü ‘Zât-ı Ehadiyyet’in kendisini tesmiye ettiği isimdir.
Öyle bir zat ismi ki, semavî kitapta beyan edilen bu isim etimolojik olarak bile incelense, eşi benzeri olamayan bir kelime olarak kalmayıp, ayrıca ikiliği ve çoğulluğu kabul etmeyen bir yapıya sahiptir.

Sadece içinde geçen lafzatullah bile eyvallah’ın alelade kullanılmamasına yeter bir sebeptir.
Belki de gündelik Arapçada eyvaa olarak ifade edilmesi bundan kaynaklanıyordur. “Eyvallah”ın yukarıda geçen manasıyla beraber tasavvuftaki ıstılâhî sahasını mülahaza edersek bu gerçek daha bariz bir hal alacaktır. ‘Hakla kabul ettik, haktandır’ manasını ihtiva ettiğinden eyvallah, sufîyyede hemen hemen her halde zikredilir, bir virddir adeta. “

Her tecelli eden, mademki Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve muradıyladır, o halde hakla kabul ettik, eyvallah.

Şu anda anlayabildiğime, yahut sonra idrak edeceğim irfana şimdiden eyvallah.

Güzel-çirkin diye tavsif ettiğimiz velakin hepsinde gizli ve aşikar olan hikmete gördüğüm görmediğim esrar-ı ilahiyeye eyvallah.”

“Eyvallah”ın ruhuna nüfuz edebilirsek içinde samimi bir tasdik havası barındığını fark edebiliriz. Samimi, içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de bu muhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz. İkilik de burada başlar, bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz. Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar.
Eyvallah böyle bir halin nişanesidir. Bu mefhum ile alakalı Kitap’tan ve sünnetten pek çok örnek vardır.
Mesela Bakara Sûresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ (as)’nın kıssasında; Hz. Mûsâ (as) kavmine ‘Allah’ın bir inek kes’ emri verdiğini söylediğinde onlar, “Sen bizimle alay mı ediyorsun” diye karşılık verirler. Mûsâ (as)’nın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez. “Bu ineği bize anlat, rengi nedir, neye benziyor, şöyle mi böyle mi?” gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler.

Maide Sûresi’ndeki kıssaya göre ise önce Allah’tan doymak için rızk isterler, kendileri kudret helvası ve bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü sena edip Hak Teala’ya şükredecekleri yerde, ‘bu sofrada soğan, sarmısak yok’ diyerek onda bile kusur bulurlar.
Anlaşılan ne emirlere karşı ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın Yahudi şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallah ile kabullenemeyişin Mevlâ’sı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir.

Dinî kaynaklarda ve kültürümüzde ahlâkî güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî şahsiyetlerin hep eyvallah’ın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail olduklarına işaret vardır. İnsan birçok musibete ‘ben’ belasından, çekişmekten dolayı uğramaz mı?
Başka bir ifadeyle inayet-i Hak’la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek eyvallah’ı vird edinen kolay kolay gaflete, hırsa, kavgaya düşer mi? Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan eyvallah, hak suretinde bâtılın ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım bir virddir. “Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallah’a iyi tutunmalı der” sofiler.

Hz. Mûsâ (as)’nın Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder. Bir zata sormuşlar: “Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah?” Cevaben, “Gaflete eyvallahımız yoktur; fakat gafil bir kimse gördüğünde, ‘Bu, benim halim de olabilirdi; ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti.’ diye tefekkür edersin. Ve ibretle eyvallah dersin.” demiş. “Peki, yanlış olan şeyi nasıl düzelteceğiz?” diye sormuşlar. O zat devamla, “Kendi acizliğini hatırına getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur.” diye cevaplamış.

Cenâb-ı Pir Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (kds)’nin oğlu Sultan Veled, şahane bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş: “Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,Şuûr-ı hikmete karşı bir eyvallah kalmıştır” (Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı. Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine erdiren) Hakk’ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır.)

Mevlam! Sen'den gelene, gelmeyene; ne şekilde belirlemişsen kaderime, bu oyundaki biçtiğin rolüme , yürekten kocaman bir EYVALLAH

21 Şubat 2010 Pazar

Sükûttaki Kelâm

Sükûttaki KelâmBahar Can

Sözler var söz evinde; kimisi kırık, kimisi beyhûde ve sahipsiz; debdebeli, hırçın, manası kayıp. Sözden öte ise kelâm var can evinde; ruha gıda, derde devâ; sükût içinde apaydınlık. Fakat bir söz de var ki çaresiz, mahcup, ızdıraplar içinde; pervane gibi kanadı yanık, bir kelâma müştâk, manaya âşık; sanki gül hâmuş bülbül de hâmuş, yaşıyorlar bir aşk çilesini…
Avuçların içinde pamuk gibi beyaz bir kâğıt, hep öylece bembeyaz kalsaydı. Bir nazar etselerdi ona; sükûta hemdem. Üflenseydi içine nice binbir âlem. Kalemsiz, renksiz, sessiz. Damla damla akar mıydı harfler kalbimize, dökülür müydü sükûtta yazılan o kelâmlar içimize? Duyabilir miydik sükûtun mahrem sesini? Ve o kelâm ki, hangi kitaplarda yazılı? Hangi sayfalara kayıtlı? Bir can sedâsı mıdır o? Bir nur hâlesi midir o? Yoksa kelâm da, bir kelâma mı âşık olmuştur ki söz evinden çekilip gider; bir can kuytusuna kendisini pinhan eyler!.. Kelâmdaki bu esrar! Ya sükût, o nasıl bir deryadır ki kelâmı bir inci gibi içinde saklar. Ne hayrettir! Söz gümüşse sükût altındır diyorlar; hâlbuki bir düşünseler! Söz gümüşse, sükût alevler içinde kavrulan bir altındır deseler. Yahut da söz divâne bir çilekeşse, sükût kelâmın manasını bağrında taşıyan içli bir aşk öyküsüdür deseler…

Kelepçeli bir esirdir sanki o. Kafes içinde mahpus. Izdırapların en can alanı, sözün söz olduğuna vâkıf olmasıyla başlar. Gökyüzünden yakut yakut, dualar içinde bir yağmur olmalı ki bu kara zindanda bahçeler yeşersin. Fuzûlî, her ne varsa âlemde aşktır demiştir ama aslında her ne varsa âlemde çile-i aşktır demek geliyor içimden. Gözyaşlarının yağmur olduğu, ızdıraplar mevsiminde, bir tohum düşmeli şu toprağa. Lâkin balçık olana değil, sükûtun manevî toprağına. İnsan belki bir hayale âşık olur ama içi boş bir hayale de âşık olmaz herhâlde. Sözün karşısına da bir güzel çıkmış olmalı ki bu sevdaya tutulmuş olsun. Ne ola ki o sevda? Bir kelâma erebilmek!.. Kim bilir hangi bir kelâmdır o? Kim bilir nasıl bir sevdadır ki o, söz, söz olduğundan utanır; yığılıp kalır ayaklar ucuna. Kınından çıkan kılıca teslim olmuş gibi sükûta teslim eder kendini. Susuverir. Sanki ebediyete kadar susmaya yeminli. Şaşılacak şey! Uzaklardan sanki kanatsız bir kuş gibi gözükür ama aslında o, ateş gibi kavrulan bir sükûtun içinde nice mübarek kelâmlara da gebe kalmıştır. Sanki bir doğan kuşu gibi uçacak yakında... Sahi sevgili okuyucu, bu ateş böylece alevler içinde yanıp savrulurken, bir de size sormuş olsaydık, aşk mıdır her ne varsa âlemde?.. Yoksa çile-i aşk mı?!.

Eskiler bir lisân-ı hâl demişlerdir. Kâlden öte hâlde kemâl bulan bir lisân. Sükûtun da kendi içinde sessiz, harfsiz, sözsüz bir lisânı vardır. Sevenle sevilen arasında kalan mahrem bir lisân gibidir o. Orada harfler alev alsa, tutuşsa, yansa, içten içe sızlasa bile şikâyetlerin sesi duyulmaz. Aslında insan bazen sadece bir hüzne müptela olmak için, bazen de sadece bir sükûta dalmak için yaşamıştır ama farkında değildir. Her bir yaşayış insanı bir yerden alır bir yerlere götürür. Tıpkı aydınlıktan karanlığa, karanlıktan aydınlığa gibi. Ve defineler… Defineler ise hep viranelerde bulunurmuş. Yıkılmadan, hâneyi harap etmeden o hazineye varılmaz. Sükût, kendi içinde yangın gibi, sırların sır olduğu, hazine gibi bir âlemi saklar. O âleme belî diyen, oradaki mahremiyet demine, o demdeki o şevke, o aşka bende olan sonunda en uçsuz bucaksız diplerde bulunan bir mananın aydınlığına kavuşur; ilham incilerinden kelâmı bulur. Sükûttaki o kelâm ses olup iki dudak arasından aksa, hece olup sayfalara dolsa parlar; lisân-ı hâl olur, ruhları aydınlatır, âdeta irşât eder. Öyle ki sükût, sanki hikmet kapısını açan bir anahtardır; yahut da sükûta eren hikmete erer, hikmete eren sükûta erer dersek, belki de en doğrusu olacaktır.

Sükût eylemek aslında dinlemektir. Can kulağıyla ötelere açılmaktır. Bazı manalar vardır ki onlar baş kulağından değil, can kulağından ışıklı bir yağmur gibi gönüle yağar. Bu ışıldayan yağmurlar altında ıslanırken kimi zaman kara bulutlar yayılır, fırtınalar kopar, tâkatler de kesilir. Fakat rahmet arayanındır; arayan ise gayrete mahkûmdur. Eski büyüklerimiz, “Takdir-i ezel gayrete âşıktır” demiştir. Gayret elzemdir ama o hâlde aşk da, mukadderâtı bile değiştirmeye muktedirdir. Zaten aşkın bu muazzam kudreti olmasaydı, kedere kim katlanırdı? Sükûttaki kelâmın ızdırabını kimler duyardı, can ateşine kimler yâren olurdu?.. Hakikaten, “Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş/Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr âteş” diyorsa Gâlib; aşk mıdır her ne varsa âlemde?.. Yoksa çile-i aşk mı?!.

Sükûta kimse bigâne değildir ama hâl ehlinin sükûtunda da bir başka âlem nihandır. O âlem kendinden habersiz olan bir sessizlik diyârı değildir. Bir ızdırabı duyarak can bulan kelâmın en derunî ve en uhrevî manası orada mekân tutar. Ve o mana kimi zaman o kadar geniş, o kadar zengin ve o kadar derindirki iki dudak arasına sığamaz; bazen bir bakış, bazen bir gözyaşı olup kalır; bazen de hâmuş olur süveydâ içinde. Bazen de o mana sanki alev almış bir ok gibi can içine gömülür. Kor ateşler gibi içten içe yanar durur. Artık önce can mı yanar, sükût mu yanar, kelâm mı yanar, hangisi hangisini önce yakar bilinmez. Lâkin, sükût içinde ateş, ateş içinde can, can içinde mana, mana içinde sır, sır içinde sır; hangisi birbirinden gayrıdır ki?!. Hazreti Mevlânâ, âriflerin ağızlarında mühür, dudaklarında kilit vardır der. Sırra gark olmuş o mecnûn gönüllerde hâlbuki nice kandiller yanar, o suskunluğun içinden nice aşk nâraları yükselir; duyan olmaz. Her ne kadar âşık maşuğunu, maşuk da âşığını tanır ama hâl ehlinin bu sükût libâsını da fehmetmek gerekir. Hele de ruha yansıyan bir nur tanesi varsa, kadrini bilemeden onu ziyan etmek yazık olur. Çünkü bütün nur taneleri Cenâb-ı Hakk’a aittir. O nurunu dilediği gibi dilediğine taksim eder. Bu sebeble kimi aydınlık hüzmelerin hangi renk, hangi şekil, hangi sesin arkasından, hangi bir hâl içinde tecelli edeceği bilinmez; aldanmamak gerekir.

Sükûttaki kelâmın sırrına erebilmek için öyle kuvvetli bir aşk lâzımdır ki, kıvılcımından cehennemler, güzelliğinden cennetler korkmalı! Fakat âşığın hâli de ne perişandır; tükenmeyen bir ümitle, alev almış bir hâlde sevgili kapısına bende olup kalmıştır. Aslında şu âlemde her bir katre bir sevdaya düşmüş, her biri bir arayışın peşindedir. Aramadan murâda erilmez. Bir paradoks gibi gözüküyor ama aslında aramamak gerektiğini anlamak için sürekli aramak gerekiyor. Çünkü haddizâtında seven sevgiliden, sevgili de sevenden ayrı değildir. Tâ ki ruhu tamamıyle saran bu farkındalık demine kadar, sadece çekilecek olan bir hicran yarasının ızdırabı vardır. Öyle derler, insan ancak kederler içinde pişerken hamlıktan kurtulur, nihayetinde de aradığını kendi canında bulurmuş. Artık orada bütün sualler de hükmünü yitirecektir: Aşk mıdır her ne varsa âlemde; yoksa çile-i aşk mı?!. Ne önemi vardır? Sevgiliyi can içinde bulduktan sonra, ister aşk olsun ister cefâ, isterse cefâ içinde yüzlerce cefâ; her birine binlerce, binlerce defa hamd-ü senâ…

3 Şubat 2010 Çarşamba

‘Şey’lerin sonu için camdan ‘bir’ kalb!


‘Şey’lerin sonu için camdan ‘bir’ kalb!

‘Hakikat’i kim bilebilir! Tek ‘bir’ hakikati… Allah’ın en sevgili kullarına verilen hakikati… ‘Bir’ taşıyıcı ‘kalb’le! Ve ‘bir’ ‘kalb’i olan herkesle!
İşte hakikat! Tek ‘bir’ hakikat!
Dağların, taşların taşıyamadığı ‘hakikat’! Ve ‘insan’!
Aslında her ‘insan’! Bu emaneti ‘kalb’inde taşıyan…
Şimdi ‘bir’lik zamanı işte! ‘Kalb’lerin birliği… ‘Hakikat’ birliği…
‘Zaman’ın birliği!
Ve secde kardeşliği…
Kalbinde taşıdığın ‘emanet’ ‘söz’dür! Bezm-i Elest’te verdiğin söz… O sözün sırrı elbette! Tek ‘bir’ söz…
‘Halife’ olmanın verdiği sır… Emaneti taşıyıcı ‘kul’! Kul olmanın ‘aziz’liği!
Ve tekbir!
Ağacın, taşın, suyun, ‘ateş’in, kelimelerin seni tanıması… Ve secdesi… Meleklerin secdesi ‘kalb’ine… ‘Kalb’i olan her ‘insan’a…
Allah’a kul olabilmiş her ‘insan’a…
Ve ‘halife’!
Yıldızların, güneşin, ayın secdesi o ‘halife’ ‘insan’a!
Yerin ve göğün daha ayrılmadan önceki hâli! Her ‘şey’ ‘bir’ daha!
‘İnsan’da ‘bir’ her ‘şey’!
Yer ve gök!
Ama ‘insan’ ‘kalb’inin temizliği kadar görür hakikati… O aynada görür aslında kim olduğunu…
‘Hiç’ bilmediği ‘bir’!
Hem ‘hiç’ hem ‘bir’!
Nasıl görür o zaman ‘kalb’in aynasında kendini!
Meçhul bir soru!
Cevabı tam ‘bir’ ‘hiç’lik işte!
‘Kalb’in sır dolu aynası! ‘Sır’ aradan çekilirse ‘cam’dan ‘bir’ ‘kalb’ kalır geriye!
Her ‘şey’ silinir, görünmez olur… Görünen ‘bir’dir artık!
Tek ‘bir’!
‘Halife’lik sırrı buradadır işte! Sırrın içinde! Sır aradan çekilirse ne ‘halife’ kalır, ne de ‘söz’!
‘İnsan’ın kendi ‘sır’dır aslında! Tek bir sır! ‘İnsan’ aradan çekilirse ‘hiçbir’ soru da kalmaz artık!
Bir meçhule gider tüm sorular!
Ve her cevap ‘bir’dir sonunda! Her sorunun cevabı tek birdir!
Her söz birdir çünkü!
Ve başka ‘hiçbir’ ‘şey’ yoktur dünyada!
Tek bir hakikat!
Asıl olan!
İçinde ‘hiçbir’ sırrı barındırmayan!
Kendi ile mutlu olan!
Ve ‘hiç’ ‘bir’ ‘zaman’ bilinmek istemeyen!
Tek bir işte!
İkilik yok!
‘Şey’lerin sonu ancak böyle mümkün!
Evelallah…

2 Şubat 2010 Salı

BENİ DURDUR AZİZE

BENİ DURDUR AZİZE

Dost altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir”
Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
Dostluk nişanesi belâdan, afetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir?
(Mesnevi. 2.1458-1460.)
Böyle dedi. Sonra da yatıp uyudu.
Beklemedi verecekleri cevabı.
Pervasızlığına kimse bir şey diyemedi.
Aslında bu kadarını bile demezdi. Bilirlerdi. Çok konuşmazdı.
Kendi yarasını kendisi tamir ederdi.
Beklememeyi çok erken öğrenmişti.
Lakin beklentisizliğin kendisi başka bir yaraydı.
Diğerleri uzaklaştılar. Biri dedi ki dostuz biz. Fakat anlamıyor. Bir diğeri o dost değil dedi. Biri daha akıllıydı. Alemde işler tersinedir. Başka türlü bakmalı dedi. Başka bir kalem var. Daha başka yazan.
Gözlerimizi ve kulaklarımızı yeniden açalım mı dedi.
İster istemez elleriyle yokladılar gözlerini ve kulaklarını? Sonra gülüştüler. Etrafta kimsecikler olmadığını görünce rahatlayıp oturdular bir kenara.
Anlattı diğeri: padişahın biri bir şeyhe, konuşma sırasında hadi benden bir şey dile dedi. Şeyh Padişahım, söylediğin abes geldi bana dedi. Ben senden bir şey dilemem. Zira benim iki kölem var onlar sana bile hükmederken… Şaşkın padişah kimlermiş o kölelerin deyince, şeyh, birisi kızmak öbürü de şehvettir dedi. Padişahlık, padişahlıktan feragat etmektedir ki, böyleyken ben senden ne isteyip ne dileyim?
Birisi dışarı bakarken buldu kendini. Sonra dönüp bu tarafa. Hala uyuyor mu dedi.
Biz gidelim dedi üçüncüsü. Yeniden gittiler yanına. Beklerken buldular onu.
Gelin dedi.
Dileğim incitmek değil. Unutuyorum bazen.
Ateş ve şehvet dumanı gözümü kapıyor. Gaflet pamuğu kulağımı tıkıyor. İşte böyle zamanlarda arıyorum ben dostu. Böyle zamanlara gözümü ve kulağımı açacak olana dost derim ben. Benim dostluğum da böyle. Bu yüzden dostluğum mihnetli. Yoksa incinsin istemem kimse benden.
Hala kızgındı birisi. Dost ol da dostluk gör diyiverdi.
Haklısın dedi.
Yine sessizleşti.
Hafız’ın dizelerini yeniden hatırlattı kendine:
“Yürü Hafız yoksullardan dilencilik etme; ancak Allah dilerse erişirsin muradına.”
Yürüdü.
Üçüncü yoldaşlık etmek istedi.
Edemedi.
Mırıldandığını duydu:
"imkansıza soyunup çıktım yollara
çatırdayacak sandım çırılçıplak dünyanın iskeleti
çatırdayacak yalnızlıklar ayaklarımın altında
ve kocaman şehirlere yeni bir büyü
çatlayan bir bahar olacaktım kırlara

çıktım yollara
artık hatırlayabilir miyim o muhteşem şiirden bir iki dize
basar mı bağrına artık beni sevdiğim
beni durdur azize
beni yağmura
beni ateşebeni denize"(Sıtkı Caney)

1 Şubat 2010 Pazartesi

Yâr ile ettiğin ahdi unutma

Yar ile ettiğin ahdi unutma

Makam:Acemaşiran

Güfte:Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri

İcra: Hüdayi Tasavvuf Musikisi Topluluğu

Yâr ile ettiğin ahdi unutma

Gel gönül dost illerine gidelim

Sakın bu virân yerde vatan tutma

Gel gönül dost illerine gidelim


Cânân iline varup görmek dilersen

Hayat iklîmine irmek dilersen

Solmaz gülşen gülün dermek dilersen

Gel gönül dost illerine gidelim


Hakk'dan Hüdâyî'ye ihsân olurdu

Her vech ile yollar âsân olurdu

Zerresi gün gibi rahşân olurdu

Gel gönül dost illerine gidelim


Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...