24 Nisan 2010 Cumartesi

NAYÎ OSMAN DEDE (1642 ?-1729)


NAYÎ OSMAN DEDE(1642 ?-1729)

Nayî (Neyzen) Osman Dede'nin doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Bu tarihin 1642-1647 yılları arasındaki bir tarih olduğu tahmin edilmektedir. Bazı kaynaklar Gelibolu'lu olduğunu, küçük yaşında İstabul'a geldiğini bildiriyorsa da hakkında bilgi veren kaynakların çoğu İstanbul'lu olduğunu ve Vefa semtinde doğduğunu söylüyor. Babası Süleymaniye Darüşşifası reis'ül-hüddamı Süleyman Efendi'dir. Tuhfe-i Hattatın yazarı Mustakîm-zâde Sâdeddin Efendi babası hakkında bilgi vererek "Bir pîr-i sâhib nefes ve hezar bîmar-ı bîhuşa devâres olmuş, Haccü'l harameyn bir zat-ı şerif idi" diyor.

Osman Dede, çok genç yaşından itibaren güzel sanatların mûsikî, şiir ve hat sanatı gibi kollarında çalışmaya başladı. Bu uğraşının sonucu olarak 1672 yılında, Galata Mevlevihânesi şeyhi Gavsi Dede'nin hizmetine girerek mevlevi oldu. Gavsi Dede, XVII. yüzyılın yetişdirdiği değerli ilim ve sanat adamlarındandı. Şiir ve hat sanatını iyi bilen, mensubu bulunduğu tarikatın gerektirdiği bilgileri nefsinde toplayan bir kimseydi. Osman Dede bu mevlevihâneye girdikten sonra, şeyhinin dizinin dibinde yetişti ve bu yetişmede bu kültür adamının büyük etkisi oldu. Bir yandan Arapça ve Farsça öğrenirken ney üflemeye ve tasavvufa çalışıyor, güzel yazı yazmayı öğreniyordu. Ney üflemesini üç yıllık "Çile" süresi içinde geliştirdiği söylenir.

Söylentiye göre bir gün Gavsi Dede'ye Halil Efendi adında bir dostu ziyarete gelmiş. Bir süre sohbetten sonra her ikisinin de canı ney dinlemek istemiş. O gün de usta neyzenlerden dergâhta hiç kimse yokmuş. O sıralarda çok genç ve emekleme döneminde bulunan Osman Dede'ye ney çaldırtmışlar. Bütün acemiliğine rağmen genç sanatkârdaki kabiliyeti sezen Halil Efendi, bu genç delikanlının ileride neyzenbaşı olabileceğini Gavsi Dede'ye söyleyerek takdirlerini belirtmiş.

Gerçekten de Osman Dede sanatkâr kişiliğini işleyip geliştirdi; sazında erişilmez bir virtüöziteye ulaşarak Galata Mevlevihânesi'nde on sekiz yıl neyzenbaşılık yaptı. Bu arada Gavsi Dede'nin kızı ile evlendi. Kayınbabasının ölümü üzerine 1697 yılında mevlevihânenin şeyhliğine getirildi. Bu makamda otuz üç yıl kaldıktan sonra 1729 yılında öldü ve tekkenin mezarlığına defnedildi. Yerine oğlu Sırrî Abdülbaki Dede şeyh olmuştur.

XIX. yüzyılın ünlü bilgin ve mûsikîşinaslarından Ali Nutkî Dede, Nasır Abdülbaki Dede, Abdürrahim Künhî Dede, Osman Dede'nin kızı Saide hanımdan torunlarıdır. Bu büyük din ve sanat adamı iyilik seven, neşeli, güzel konuşan, kimseyi incitmeyen, herkesi kendine bağlayan bir kimseymiş.

Çağının usta hattatlarındandı. Sülüs ve nesih türü yazıyı Nefes-zâde İsmail Efendi'den , taliyk türü yazıyı ise kayınbabası Gavsi Dede'den öğrendi. En çok taliyk yazmada başarılı olduğu söylenir.

Bir şair olarak o dönemin şiir anlayışı çerçevesinde güzel örnekler vermiştir. Tasavvufî gazelleri, mesnevi şeklinde yazdığı miraciye'si, âşıkhane şiirleri, na'tleri, Hazreti Muhammed'in mûcizelerini anlatan şiir şeklinde yazdığı bir eserinden başka bazı nazireleri vardır. Şiirlerinde "Nayî"mahlasını kullanan Osman Dede'nin Ravzatü'l-İcaz ile Miraciye'si göz önünde tutulursa, iyi bir tasavvuf şairi olduğu sonucuna varılır.

Ney üflemedeki ustalığı, o günden bugüne kadar "Kutb-, Nayî" sıfatı ile anılması, neyzenbaşı olması ve bu görevi onsekiz yıl başarı ile sürdürmesi ile belgelenmiştir.

Mûsikîşinaslığına gelince eserlerindeki ifade kudreti, sağlamlık ve dâhiyane sentezler bu sanatı ne derece bildiğini anlatmaya yeterlidir. Mûsikînin sadece teknik yönü ile değil eski Edvâr kitaplarını inceleyen, nazariyat ile uğraşan bir sanatkârdır. Bu sanat dalında notasızlığın nelere mal olduğunu görüp anlayarak bir de nota yazısı bulmuştur.

Mûsikî öğrenim yıllarının ilk dönemlerine ait güzel bir hikâye anlatılır: Mevlevihânede "Çile" doldurduğu yıllarda, ney öğreniminin başlangıcında "Dem Çekme" denemeleri yaparken çıkardığı seslerin güzelliği her nasılsa padişahın kulağına ulaşmış. Genç derviş, şeyhinden izin alınarak saraya getirilmiş. Mûsikî üstadlarının da bulunduğu bu mecliste padişah, Osman Dede'nin uşşak makamından bir taksim etmesini emretmiş. O zamanlar mûsikîyi ve bu sanatın inceliklerini henüz iyi bilmediğinden, ney'i rastgele üflemeğe ve tatlı nağmeler çıkartmağa başlamış. Bu başarı oarda bulunan mûsikîşinasları hayrete düşürmüş. Padişah "Dedem bunun peşrevi yok mudur ?"deyince, "Eyvallah" diye çalmağa koyulmuş. Padişahın "Derviş, bu peşrevin adı nedir ?" sorusuna da "Gül Devri padişahım" karşılığını vermiş. Eserin adı böylece kalmış. Rast makamındaki bu peşrevin âyinlerde çalınması mevlevihânelerde gelenek halini almıştır.

Eserleri:

1-Mevlevi Âyinleri:Rast, Hicaz, Uşşak ve Çargâh makamlarından bestelemiş olduğu dört mevlevi âyini başlı başına birer sanat olayıdır. Bunlardan hicaz makamındaki âyinin tamamı unutulmuşken, Edirneli bir dervişin hâfızasından, birinci ve ikinci selâm'ın tamamı, üçüncü selâm'ın bir bölümü tesbit edilmiştir.

2-Rabt-ı Tabiat-ı Mûsikî:Bir Edvâr kitabıdır;mûsikî ile ilgili eserlerden söz eder.

Şiir şeklinde ve Farsça yazılmıştır.

3-Miraciye:Türk Mûsikîsi'nde şaheser bir beste örneğidir. Segâh, Müstear, Dügâh, Neva ve Hüseyni makamlarında beş bölüm olarak bestelenmiş, her bölümün başı tevşihlerle süslenmiştir. Ancak, Neva bölümünün on sekiz mısraının bestesi unutulmuştur. Miraciye'nin sözleri eksiksiz bir şekilde derlenerek, 1895 yılında Maarif Nezareti Evrak Müdürü Ali Galip Bey tarafından bastırılmıştır.

4-Gazeller, nazireler, na'tlar

5-Türk Mûsikîsi'nde kullanılan perdelerin baş harflerini alarak Arap alfabesine dayalı bir nota yazısı bulmuş ve bu konu ile ilgili bir kitap yazmıştır. Bu eserin iki müshası yakın zamanlara kadar Yenikapı Mevlevihânesi'nde iken sonradan kaybolduğundan geniş bir bilgi elde edilememiştir.

6-Saz Eserleri:Osman Dede klâsik mûsikîmizde önemli bir saz eseri bestekârıdır. Eserleri yeni mûsikî öğrenenler, hele ney çalmağa çalışanlar için öğretici özelliktedir. Bu eserler kendisinden sonra gelen bestekârlara örnek olmuştur.

Hem dinî hem de din dışı mûsikîmize birbirinden değerli eserler kazandıran bu büyük insanı saygıyla ve rahmetle anıyoruz. . .

Hazırlayan:Tâhir AYDOĞDU

Kaynak:Türk Mûsikîsi Tarihi. . . . . . . Dr. Nazmi ÖZALP



UŞŞAK PEŞREVİ - 1. SELAM


2.SELAM - 3.SELAM



4.SELAM - SON PEŞREV - SON YÜRÜK SEMAİ - SON TAKSİM

22 Nisan 2010 Perşembe

Biz Şa' bânî bülbülüyüz



Seher vaktinin yeliyiz
Sırr-ı hakikat diliyiz
Mecnûn'a Leyla eliyiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Bize gelen irfan olur
Hayvan iken insân olur
Sırr-ı cana canan olur
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Yaktık aşka can u teni
Komadık dilde gümânı
Hakk'tır bugün dil mihmânı
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Varlığımız yoktur bizim
Meydânımız pâkdır bizim
Didârımız Hakk'tır bizim
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Şerîatsız yol değiliz
Ma'rifetsiz kul değiliz
Hakîkatden dür değiliz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Kırklarla halvete girdik
Yedilerle sohbet ettik
Üçlerle birliğe yettik
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Halveti'dir şöhretimiz
Vahdet kıldık kesretimiz
Mahviyettir maksadımız
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Döneriz biz yane yane
Aşk meyine kane kane
Mestlikte erdik bu deme
Biz Şa' bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Sanmasınlar biz mülhidiz
Hem müminiz hem müslimiz
Mucid değil muvahhidiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Pîrimizdir Şeyh-i Şa'bân
Erkânıdır mağz-ı Kur'ân
Yolunda canımız kurbân
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Bir acayip dilhanemiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

Derviş Sâdık harabattır
Özü Hakk'a müstağraktır
Zikri fikri zât-ı Hakk'tır
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz

eş Şeyh Sâdık
el Halveti eş Şa'bânî

18 Nisan 2010 Pazar

Mevlâna'ya göre aşk

Mevlâna'ya göre aşkMehmet Kurtoğlu

Cihanı kuşatan bir ses
(Mevlâna'ya göre aşk)

Büyük mutasavvıf ve düşünür Mevlâna'nın hayatı ve eserleri aşk üzerine bina olunmuştur. Onun gerek şems ile olan ilişkisinde gerekse dini algılayışında hep aşk ön plandadır. Zira Mevlâna'ya göre her şeyin temelinde aşk vardır. İnsanın dünyaya gönderiliş nedeni aşktır. Cennetten yeryüzüne gönderilen insan, yeryüzünde hep bir arayış içinde olmuştur. Çünkü sevdiğini geride bırakmış, yeryüzü gurbetinde kaybettiği gerçek sevgiliyi aramaya koyulmuştur. İslâm tasavvufunda beşeri aşktan ilahi aşka doğru bir merhale söz konusudur. Büyük düşünür ve Mutasavvıf Mevlâna'nın hayatı ve eserlerinde aynı merhaleyi görmek mümkündür. Mevlâna'nın özellikle Şems ile tanıştıktan sonra gerek emeli gerekse ilmi yönden büyük bir aşkınlık gösterdiğini ve kâinatı aşk ve hikmet gözlüğüyle okuduğunu görürüz.
Öyle ki bütün dünyayı aşk gözlüğüyle tanımlar ve anlamlandırmaya çalışır. Hatta ona göre yalnızca insan değil, evren aşk üzerine hareket eder, mevsimler aşk ile dönüp durur. İnsan - evren, insan - tanrı ve tabiat - tanrı ilişkisi hep aşk üzerine şekillenir, insanla Allah arasında ki ilişki bile aşka dayalıdır. Büyük eseri Mesnevî'sinde şöyle der:
"Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamağa başladı, çevikleşti
Ey âşık! Aşk; Tur'un canı oldu Tur sarhoş, Musa 'da düşüp bayılmış...
Her şey maşuktur, âşık bir perdedir. Yaşıyan maşuktur, âşık bir ölüdür
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?"(1)
Bu şiirde de görüleceği gibi Mevlâna, hayatını ve eserlerini aşk ve sevgi üzerine oturtmuştur. Bu kendisinde o denli ete kemiğe bürünmüştür ki, dinler ve ırklar üstü bir hal içine girmiştir. Öyle ki, doğusuyla batısıyla herkesi derinden etkileyen o meşhur "Ne olursan ol yine gel yine" sözünü bile bu aşktan ilham alarak söylemiştir. Çünkü ona göre aşk, insanı bütün her şeyden arındırır. Aşk, bir haldir, bu hal anlatılmaz ancak yaşanır. Ve o aşkı şöyle tanımlar:
"Aşktık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk Tanrı sırlarının usturlabıdır
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim...
Asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tesiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır
Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı.
Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. "2
Yukarıda ki şiirlerde görüleceği gibi Mevlâna, aşkı tanımlamaktan kaçınmış hatta onu tanımlamayı "mahcupluk" olarak addetmiştir. Çünkü yaşanılan bir halin kelimelerle ifadesi mümkün değildir. Hatta daha ileri giderek onu tanımlamayı "çamura saplanmış eşek" in haline benzetmiştir. Peki, böyle olmasına kansın Mevlâna'nın koca külliyatı Mesnevî ve Divan-ı Kebir'inde anlattığı şey nedir? Elbette aşktır! Ama Mevlâna bu aşkı anlatırken bu konuda söylenebilecek en iyi ifadeyi kendisi söylemiş ama yine de aşkı tanımlayamadığını belirtmiştir. Onun bu konuda söylediklerini "delilik" olarak yorumlamak yerinde olacaktır. Çünkü o daha sonraki satırlarında şöyle bir ifade kullanır: "Ayık olmayan kişinin her söylediği söz- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın - yaraşır söz değildir." Aslında Mevlâna, burada büyük bir alçak gönüllülük sergileyerek aşk hakkında söylediklerini "uyanık olmadığı" bir anda söylenmiş sözler olarak gösterir. Kendinden geçme hali olarak görür. Aslında burada bu sözüyle bile aşkı anlatmış olur. Yani şunu demek ister: Benim burada söylediğim sözler, aklım başımda değil iken sarf ettiğim sözlerdir. Aşık kişiler; aklı başında olmayan, sarhoşça dolaşan kişiler olduğundan, onların söyledikleri yaşadıkları halin bir yansımasıdır. Dolaysıyla bende böyle bir halin içinde iken bu sözleri söyledim" demektedir. Hallac-ı Mansur'un zikir edip dönerken kendinden geçtiği biranda "Enel Hak" demesi gibi, Mevlâna da, aşkı yaşayarak anlattığını söyler ve ancak onun yaşanarak bilinebileceğini işaret eder.
Mevlâna'ya göre aşk bir arayıştır. Ruhun, yüce yaratıcıyı aramasının adıdır. İnsanoğlu bu yüzden dünyada hep bir gariplik, bir eksiklik, bir yalnızlık çeker. Çünkü sevgilisini (yaratıcıyı) kaybetmiştir. Onu bulmayana kadar ona rahat yoktur. Bu yüzden doğuştan âşıklık istidadı gösterir. Mevlâna bunu bir rubaisinde "Bizim, sarhoş olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur"3 diyerek dile getirir. Zira sarhoşluk, gerçek anlamıyla âşıklık doğuştan insanoğlunda var olan bir özelliktir.
Roman ve şiirlerde aşk daha çok marazi bir duygu olarak ele alınır. Aşk derttir, acıdır, ızdıraptır. Mevlâna'da ise aşk, zevktir coşkudur dahası hayatın kendisidir. Aşkı bir yaşam biçimi olarak gören ve tanımlayan Mevlâna, şairlerin tanımının tersine onu şöyle açıklar:
"Âşık, bütün yıl sarhoş olsun rüsva olsun olur mu? Diye düşünmez olmalıdır. Âşık, coşkun olmalı, deli divane olmalıdır. Ayıkken her şeyin tasasını çekeriz, gamını yeriz. Fakat sarhoş olunca:'ne olursa olsun' der işin içinden çıkarız"4
"Ömür tükendi ise Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, işte şuracıkta tükenmiyen ölümsüz ömür... Aşk, hayat suyudur, bu suya dal. Bu denizin her damlasından başka bir hayat, başka bir ömür var"5
"Ey dost! Dostlukta sana çok yakınız. O kadar ki nereye ayağını bassan o yerin toprağı oluruz. Âşıklık mezhebinde revamıdır ki, âlemi seninle görelim de seni görmeyelim?"6
Mevlâna aşkı aynı zamanda kâinatı okuma kitabı olarak da görür. Daha açık ifadeyle sevgilinin gözüyle [yaratıcı] kâinata bakar, onu yorumlar. Bütün eşya ve nesnelerin arkasında saklanmış olan sevgiliyi görmemek mümkün mü diye de soramadan edemez.
"Bağda, bahçede görülen selviler, güller, aslında o sevgilinin, o güzelin boyunun yanaklarının aksidir. Düşüncem ruh âleminde verilen ezeli ikrarla mest olmuştur. O ikrarın zevki ile yalnız ben mest değilim. Bütün insanlardan bir tane bile ayık varsa, ben dinsizim"
Mevlâna, yalnız kendisinin değil, gerçekte bütün insanlığın "evet sen bizim rabbimizsin" dediği ve henüz yeryüzüne gelmediğimiz ruhlar âleminden bu yana, aşkla mest olmuştur. İnsanın o günden bu yana hep o aşk sarhoşluğuyla gezdiğini anlatır.
Her satırı aşk ve vecd ile yazılan, derin düşünce ve tefekkür ile kaleme alınmış olan Büyük düşünür ve Mutasavvıf Mevlâna'nın yaşamı ve eserleri aşk üzerine seyreder. Her satırında aşkınlık ve hikmetin fışkırdığı rubailerinde ise aşk, bir haldir, yaşanır ancak tanımlanamaz. Onun eserleri ise, yaşadığı bir halin gayri ihtiyari dışa yansımasından başka bir şey değildir.
"Cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ses, seslerin aksi yine bizim semtimize gelir" diyen Mevlâna, Aşkı göz ve ruhta arar ve: "ölülerin aşkı ebedi değildir" diyerek aşkı yaşamanın ve duyumsamanın ancak uyanık bir ruhun yapabileceğini söyler. Şems ile tanıştıktan sonra lafzı aşıp manâ mertebesine yükselen Mevlâna, aşk üzerine söylediği her sözü aşkınlık ile söylemiş ve aşkın bir kişi olarak tarihteki yerini almıştır. Mevlâna bu aşkınlığa ancak bilgiyi özümseyerek daha açık ifadeyle lafzı aşarak ulaşmış, hakikati aşkta bulmuştur. Mutasavvıflar içinde aşkı en iyi ve en güzel tanımlayan Mevlâna, aşk üzerine oturttuğu felsefesiyle yüzyıllardan bu yana doğudan batıya, insanın iç dünyasını, gönül gözünü aydınlatmıştır. Onu, "Cihan bir sestir, bizim yaptıklarımız bir ses, seslerin aksi yine bizim semtimize gelir" kendi sözüyle tanımlayacak olursak, o aşk ile insanların ruhunu kuşatmıştır. O, düşünce ve fikirleriyle cihanı kuşatan bir sestir ve sesi cihanın her semtinde yankılanmaktadır...

Yedi İklim Dergisi - Mevlana Özel sayısı

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...