30 Haziran 2010 Çarşamba

AŞK


Kimin elbisesi aşktan yırtılırsa
O kimse hırs ve ayıptan tamamen temizlenir

Yaşa ey güzel aşkımız varol muhabbetimiz
Yaşa ey aşk ki sen bütün dertlerimizin doktorusun

Ey aşk ! Sen kibir ve şöhretimizin ilacı ve çaresisin
Sen bizim Eflatun ve Calinusumuzsun

Topraktan olan cisim aşk sayesinde ufuklar aştı.
Dağ oynadı, çırpındı, hareket etti.

Aşk Tur dağının ruhuydu.
Tur dağı aşıkane mest oldu, Hazreti Musa bayılarak düştü.

(HER Kİ RA CAME Zİ AŞKİ ÇAK ŞUD )
(O ZE HIRS U AYB KÜLLİ PAK ŞUD)

(ŞAD BAŞ EY AŞK-I HOŞ SEVDAI MA )
(EY TABİB-İ CÜMLE İLLETHAY-İ MA)

(EY DEVAYI NAHVET VE NAMUS-U MA)
(EY TU EFLATUN VE CALİNUS-U MA)

(CİSM-İ HAK EZ AŞK BER EFLAK ŞUD )
(KUH DER RAKS AMED VE ÇALAK ŞUD)

(AŞIK-I CAN TUR AMED AŞIKA )
(TUR MEST VE HUR MUSA SAİKA)

Elbise nedir? Bedeni gizleyen esvap değil mi? Çıplaklığı örter. Yerine ve zamanına göre mevki ve makam da ifade eder. Ama bedenin sabit, elbisen geçicidir. Elbise kirlenir, eskir, yıpranır. Değiştirirsin. Temizlersin. Çıkarır yeniden giyinirsin. Seni gören, seni tanıyan giysinle tanır. İçini bilemez. Tıpkı bunun gibi, seni sen yapan şeylerin başında davranışların gelir. Davranışların hangi durumlarda hangi tepkileri verdiğindir. Tepkilerinin kaynağı duygu ve düşüncelerin, onların kaynağı ruhundur. Ruhun sabit davranışların değişkendir.

Aşk öyle bir şeydir ki, başına gelenin üstünü başını yırtası gelir. Delilik mi? Elbette aşk bir yönüyle deliliktir.

Aşk; zihnin, duyguların, düşüncelerin, beklentilerin, saplantıların, zevklerin, kederlerin bir noktada yoğunlaşmasıdır. Delilik de böyledir.

Aşk başına gelenin üstünü başını yırtma isteği bundandır. Bildiği, alıştığı, yaptığı, ettiği, bildiğini zannettiği ne varsa bütün kayıtlardan kurtuluştur. İnsan hayatına yön veren bütün tutkular gerçek aşkın, ilahî aşkın bir aynadan yansımasından ibarettir. Bu yansımayı bile bulamamışsa insan, zaten insan bile sayılmaz. Başıboş, günlük, anlık bir nefes alışla zamanını tüketir gider böyle olanlar. Karmaşa ve kararsızlık içindedir düşünceleri. Sadece mevcut üzerinde kısa ve güdük tepkiler verirler. Büyüttükleri zannettikleri benlikleri bile bencilliklerinin içinde erir, gider. Ama gerçek aşkın yansıması kadar da olsa bir tutkuya bağlanmış olanlar, benliklerini herhangi bir amacın içinde eritebilenler aşkın olağanüstü kimyası ile gerçekten varolur, gerçekten kimlik ve varlık bulurlar. Eserler bırakır, ayrışır, herhangi bir şey olmaktan kurtulurlar. Ya gerçek aşk, ilahî aşk, sonsuzluk aşkına düşenler nice ve nasıl olur? İşte onlar aşktan giysilerini yırtarlar.

Manevî âleme yönelenler, yani ilahî aşka düşenler; ruha göre elbise hükmünde olan davranışlarından, kötü huylarından kurtulurlar. Kötü huy elbiselerini yırtıp ruhlarının derinliklerinde yaratılıştan mevcut olan güzel huylarını ortaya çıkarırlar. İnsan ruhunu kirleten bir çok kötü huydan, hırstan, ayıp sayılan her türlü pislikten temizlenirler. Arınırlar.

Aşk; insanlığın en büyük alameti, en aziz nimeti, en lezzetli ruhanî gıdasıdır. Aşk; hangi çeşidi olursa olsun yüceliğe, ruh zenginliğine, iç derinliğine delalet eder. Maddî şeylerin aşka etkisi çok azdır. Çünkü aşk; maddeden yücedir. Aşkın büyük bir kısmı ruhanîdir. Çok az bir kısmı cismanîdir.

Aşkın cisimle alakası yoktur. Beden kuvvetiyle de alakası yoktur. Bazı zayıf ve çelimsiz adamların öyle kuvvetli aşkları olur ki, hem kendileri yanacak dereceye hem karşılarındakini yakacak dereceye gelebilirler. Gönülleri aydınlık, aşkın mayası ile mayalanmış olanlar aşık olmaya değer bir güzellik görünce o güzelliğin tesiriyle ve tasavvuruyla ağlamaya başlayabilirler. Hatta bazen güzelliğinden şiddetinden tasavvura bile mecalleri kalmaz da çaresizlik içinde hüzne düşerler. Bazen yine aynı güzelliğin etkisi ile gülebilir, o güzellik yanlarında değilken bile mutlu olabilir neşelenebilirler.

Aşk iki çeşittir. Biri her güzelliği, her nimeti her muhabbeti yaratan Allah’a aşık olmak. Bu aşk insanlığın ve lezzetin en yüksek, en yüce, en büyük derecesidir. Ne sözle ne kalemle tarifi mümkün değildir. Nasıl beş yaşındaki çocuğun yirmi yaşlarındaki gencin aşkını kelimelerle anlaması mümkün değilse mecazi aşk sahiplerinin de ilahî aşkı anlamaya güçleri yetmez. İlahî aşk kelimelerle anlaşılmaz. Çünkü benzersiz bir duygudur. İlahî aşkı olanların aşkları oranında manevî feyizleri artar. Kalbi ve aklı her türlü şüphe ve vesveseden kurtulur. Hiçbir korkusu ve vehmi kalmaz. Sonsuz güzellikte duygularla dolar, taşar. Yücelir. Diğer aşklar bile insanı hayvanlaşmaktan kurtarır. Bir dereceye kadar gerçekleri bulacak yolu da açabilir. Fakat diğer aşklar geçici olduğundan tehlikelidir. Hele harama yönlendirme ihtimali olması açısından çok daha tehlikelidir. Tehlikesi çok olduğundan ızdırabı da çok olur. Zira seven de sevilen de her halükarda değişecektir. Eninde sonunda birbirinden ayrılacaktır. Her aşkın sonunda mutlaka elem ve acı olacaktır. O zaman bundan kurtulmak gerekir mi? Kurtulmanın çaresi var mı? Bu iki soruya cevap vermek son derece güçtür. Ama aşk, ilahî aşk ise cevabı çok kolaydır. İnsan ilahî aşk için her an ve saniyede yüz bin defa canını feda etse yine herkesten daha mutludur. Ebedî âlemde mesuttur.

Aşk bütün hastalıkların tabibidir. Aşk, hem maddî hem manevî, hem beden hem ruh hastalıklarının ilacıdır, çaresidir.

Aşkın maddî hastalıklara ilaç oluşu şöyle gerçekleşir. İnsan keder ve acı verecek bir çok şeyle karşı karşıyadır. Kederi ve acısı ne olursa olsun, aşka düştüğü andan itibaren, bütün zihin, akıl, ruh, duygu yeteneklerini bir noktada yoğunlaştırır. Bu yoğunlaşma onu diğer keder ve acılarından uzaklaştıracaktır.

Aşkın manevî dertlere faydası sayısızdır. Aşk insanın sinir sistemine sürekli hayat kaynağıdır. İnsan birde gerçek aşık ise, bütün muhabbetini Cenabı Hakk’a yöneltir. Böylece tüm davranışları sapmalardan kurtulur. “Güzel Ahlak” tanımı içine giren ne davranış varsa o kişinin ayrılmaz sıfatına dönüşür. Hiç kimseye kötülük yapamaz, kötü şeyler düşünemez. Öncelikle bütün âlemi yaratan Allah’ı sonra O’nun yarattığı her şeyi kelimenin tam anlamıyla sever. Allah’ın yarattıklarının içinde akıl ve duygu sahibi olmakla özel bir konumu olan insanı sever. İnsan sevgisi, çok derin noktalara ulaşır. Sevginin bir adım sonrası olan merhamet ve şefkate ulaşır.
Aşkın dışa yansıması, maddî varlıklarla ilinti kurma noktası farklı şekillerde ortaya çıkar. Mesela, aşık, sevdiğinden gelen bir mektubu, bir kağıt parçasını, elbisesinden bir parçayı, hatta bastığı toprağı bile önemser. Göründüğünden daha derin anlamlar yükler. “Güneşi seviyorum, çünkü bu güneş şimdi onu da ısıtıyor, mehtabı seviyorum çünkü şimdi bu mehtap onu da aydınlatıyor” demeye başlar. Gördüğü her şeyi sevgilisinden gelen bir saadet yadigarı gibi görür.

Evrende ne varsa; insanlar, hayvanlar, bitkiler, yeryüzü, gökyüzü, hepsi aşk ile vardır, aşk ile varlıklarını devam ettirir, aşk ile döner, devinir. Çünkü Allah ne yarattı ise çift yaratmıştır. (Yasin-36) Her çiftin biri diğerinin parçasıdır. Varlık diğer parçasını aramak, bulmakla ortaya çıkmaktadır. İşte aşk eksik parçanın tamamlanmak üzere diğer parçasını arayışıdır. Acısı bulamadığında, saadeti bulduğundadır.

Bu konuda söylenecek söz o kadar çok ki yüz sayfa yazılsa bir harfi bile olmaz. Doğru olan bu konuda bilgilenmek değil, bizzat yaşamaktır.

Kibir ve şöhret tutkusu insanın başına gelecek belaların en büyüklerindendir. Tıpkı hırs gibi her insanın içinde taşıdığı, denetim altında tutması, ortaya çıkmaması için çaba harcaması gereken iki hastalık. İki ruh problemi. İki sapma. Sinsi ve gizli iki düşman. Ortaya çıkmak için fırsat kollayan uygun ortam bulduğunda harekete geçip insanı esir eden iki ceberut. Her insanı bekleyen bu iki tehdidin eline düşüp yok olan o kadar çok insan vardır ki, insanlık tarihi aslında bunlardan ve bunların yaptıklarından ibarettir denilse yeridir.

Irk, renk, din, ilim, konum fark etmeksizin herkesin düşebileceği bu hastalığın ilacı sadece aştır. Ancak aşık olanlar kibir ve şöhret tutkusunun şerrinden emin olabilirler. Çünkü aşk ve kibir asla bir arada olamaz. Bir insan aşıksa kibirli, kibirli ise aşık değildir.

Burada geçen Eflatun Yunanlı meşhur filozof, Calinus (Galinos) yine Yunanlı meşhur tabiptir. Biri felsefede diğeri tıpta önemli iki tarihi şahsiyetin aşka benzetilmesi aşkın insan üzerindeki etki gücüne vurgu yapıyor. Aşk, Eflatun gibi doğru düşünmenin kurallarını öğretir insana, Calinus gibi hastalıklardan nasıl korunacağını, şayet hastalığa yakalanmış ise nasıl kurtulacağını. Aşk; bütün dertlere hem ilacın kimyası hem o kimyanın nasıl edileceğinin bilgisidir.

Ufuklar aşmadı mı? Efendimiz (S.A.V.)’in vücudu da topraktan gelmekte idi. Miraç mucizesi, topraktan olan bedenin zamanı ve mekanı geçmesi, zamansızlık ve mekansızlık boyutuna geçişi idi. Ufuklar böyle aşılmıştı. Yine Hazreti İdris Peygamber de göklere çekilmiş, ufukların ötesine götürülmüştü.

Bütün bunlar ancak aşk ile olur. Aşk öyle bir şeydir ki, topraktan olan bedeni bilinen tabiat kanunlarının ötesine taşır. Aşkı olmayan ceset kalmaya, toprak olmaya mahkum olur. Ancak aşk ile gelip geçici olan şeylerin tümünden kurtulur insan, sonsuzluğu bulur.

Sadece küçük insan bedenleri değil koca dağlar bile aşka düşerse yerinden oynar. Titremeye, sıçramaya başlar. Aşkın gücü dağları bile harekete geçirir. Nitekim Hazreti Musa Cenabı Hakk’ı görmek istemiş, göremeyeceği beyan buyrulmuş, onu görmenin mümkün olmadığı, hiçbir varlığın ondan gelecek aşk dalgasına dayanamayacağı söylenmişti. İşte bu hadisenin cereyan ettiği anda dağa gelen tecelli ile dağ yerinden oynamıştı. Dağı yerinden oynatan şey aşktı.

Dağları yerinden oynatan aşk, medarını bulunca dağ gibi çöküp kalmış her türlü ağırlığı yerinden oynatır, söker, sıçratır.

(Araf-140) Bütün bunlar olup biterken, Aşk Tur dağının ruhu yerine geçmişti. Koca dağ, ruh sahibi olmuştu. Koca dağ aşktan bir ruha sahip olmanın ağırlığını kaldıramamış, yanmaya başlamıştı. Aşk yakar düştüğü yeri.

Tur dağı aşk sarhoşu gibi sallanıyordu. Hazreti Musa mümkün olmayanı istediğini anlamış, gördüklerinin dehşetine kapılmış, dayanamamış, düşmüş bayılmıştı.

25 Haziran 2010 Cuma

İletisim ve Edeb

İletisim ve Edeb

Günümüzde en çok kullanılan kavramlardan birisi iletişim sözcüğüdür. Öyle ki, içinde bulunduğumuz çağ, artık bu kavramla ifade ediliyor: İletişim çağı.

Gerçekten de, günümüzde insan ilişkilerini anlatan kavramın adı iletişimdir. İletişim; kişiler arasında duygu, düşünce ve bilgi alışverişini sağlayan bir etkileşimdir. Bu nedenle, Hz. Mevlânâ "aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir" der.

Çağımızda, bireysel, ailevî, toplumsal birçok sorunun kaynağı iletişimsizlik değil midir? Günümüz toplumlarının en büyük hastalığı, sağlıklı iletişimlerin kurulamamasıdır. Sanki dünyada yalnız yaşıyormuşuz gibi, iletişim kanallarımızı tıkadık. İletişimde dinleme kalitesini kaybettik. Sadece konuşmak için fırsat kolluyoruz. Sadece konuşarak iletişimin sağlanacağını düşünüyoruz. Kelimelerde bir emek harcanmadığı için kimse kimseyi dinlemiyor. İnsanlar zamanla en önemli iletişim unsuru olan dinleme yeteneğini köreltmekte veya kaybetmektedir.

İnsanlarla iletişim kurmayı bilmek, iletişim tekniğini ve inceliklerini tanımak hayatta başarılı ve mutlu olmayı sağlayan eşsiz bir kozdur.

Sadece başkalarıyla iletişim kurmuyoruz. Kendi kendimizle de sürekli iletişim halindeyiz. Ancak her nedense, iletişimin bu yönünü genelde ihmal ediyoruz. Oysa sahip olduğumuz en önemli güçlerden bir tanesi işte bu son noktada gizlidir. İçimizde gizli kalmış kaynaklara ve yeteneklere ulaşmamızı sağlayacak olan insanın kendi kendisiyle olan sağlıklı iletişimidir.

Hz. Mevlana, şeb-i aruzundan yedi asırdan fazla geçmiş olsa da, eskimeyen eserlerindeki söz ve düşünceleri ile hala çağımızda değişik milletlerden ve dillerden her seviyeden insanla iletişimini sürdürmektedir. Hz.Mevlana’nın eserlerinin incelenmesi, ileriki satırlarda görüleceği üzere günümüzde iletişim çerçevesinde ele alınan, bu alandaki eserlerde yeni bilgi ve bulgular olarak işlenen bir çok konuyu, onun yüzyıllarca önce ele aldığını ortaya koymaktadır.

İnsan sözünde gizlidir

Hz. Mevlana "İnsan, sözünde gizlidir." Buyurur. Zira, bir insanın bilgi düzeyini, birikim ve kalitesini, kültür ve iç zenginliğini sözleri ele verir.

Dünyanın elektronik bir köy haline geldiği günümüzde, yerinde konuşmak ve kendini iyi ifade edebilmek, en önemli silahlardan biri haline gelmiştir. İkna ve inandırma gücü olan kişi, üstünlük kazanmıştır.

Sözlü iletişim ya da konuşmak, insanlar arasında iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifade ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslup onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrana da uğratabilir. Onun için Hz. Mevlana ‘dil hem tükenmeyen bir hazine hem de dermanı olmayan bir derttir’ buyurur.

Kendimizle ve dış dünya ile iletişimimizde duygu ve isteklerimizi olumlu sözcüklerle ifade etme, bilinçsiz tüm davranışlarımızın yönlendirildiği yer olan bilinçaltımıza doğru mesajı vermekle kalmaz, kendimizi daha iyi hissetmemizi de sağlar. Kendini iyi ve huzurlu hisseden insanın iletişimi de sağlıklı olacaktır. Bunun için Hz. Mevlânânın çağlar üstü şu tavsiyelerine kulak verelim:

"İyi söz söylemezsen bin söz söylesen bir söz sayılmaz; fakat iyi söz söylersen bir tek sözün binlerce söz kadar değeri vardır."

"Sözün faydası yoksa, söyleme"

Söze, kulak verme yolundan gir

İletişimin ruhu dinlemektir. Dinlemek için kulak vermek gerekir. Dinlemek kolay bir iş değildir. Dinlemeye kendinizi tüm benliğinizle vermelisiniz. Bazen bir şey söylemek istersiniz; dilinizin ucuna kadar gelir. Ama kendinizi tutmalı "şu anda dinlemeliyim, elbet konuşma sırası bana da gelecek" demelisiniz. Bu nedenle, Mesneviye bişnev (dinle!) diye başlayan Hz. Mevlana "Söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir." der.

Mesneviyi şerheden alimler Hz. Mevlananın mesajına "bişnev" diye başlamasına özel bir anlam yüklemişlerdir. Onlara göre, bu kulağın gözden daha değerli bir organ olduğunu, zekanın ve anlayışın kaynağı olan işitme duygusundan mahrumiyetin aynı zamanda dilsizliğe de sebep olacağını, böyle bir insan için ise yüksek bir kabiliyet düşünülemeyeceğini ifade etmişlerdir.

Hayalin bakırı altın yapan bir felsefe taşıdır.

Okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek iletişimin dört unsurudur. Hayal etmek ve zihinde canlandırmak bu yöntemlerin ortak anahtarıdır. İletişimin kalitesi ile hayal edebilme becerisi arasında doğru orantı vardır.

Bir çok iletişim ustası ve kitabı hayal gücümüzü doğru yada yanlış kullanmanın sonuçlarına ilişkin uyarılar ya da öneriler sunar. Bu yeteneğimizin gücünü ve derinliğini bize en iyi Hz.Mevlânâ hatırlatmaktadır: "Hayalin, bakırı altın yapan bir felsefe taşıdır". Bu başarılı iletişim için de özellikle geçerlidir

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

İletişim denilen olgu, doğal olmak ve kendin olmaktır. İnsanlarla kurduğunuz ilişkinin içine yapaylık girerse dostlukları, içtenlik ve insanlık dolu bir hayatı unutun. Bu gerçeği bize Hz. Mevlana meşhur "ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözüyle anlatır. Bu aslında bütüncül iletişimin formülüdür. Başarılı iletişim için görünüş, ses tonu ve söylenenin uyumlu olup birbirini tamamlaması gerekir. Araştırmalara göre, iletişimde % 50 beden dili, % 38 ses tonu ve % 12 de söylenen söz önem taşır.

İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin, bir ulu deniz

Hayat sürekli yenilenme ve değişimdir. Evrende, atomların içindeki en küçük kuarklardan en büyük galaksilere, hiç bir şey sabit ve durağan değildir. Hepsinin arasında sünnetullah denilen sonsuz ve en mükemmel bir iletişim ve uyum vardır. Hareket etmeyen bir şeyin ilerlemesi imkânsızdır. Yaşamak hareket etmek, gelişmek demektir. Yaşamak bir başkasıyla iletişim halinde olmaktır, yalnızlık değildir. İletişim güç ve yeteneği her insanda potansiyel olarak olsa da, onun kullanılması ve geliştirilmesi kişinin kendi irade ve çabasına bırakılmıştır.

Hz. Mevlana bir şiirinde;

"Kendine gel, benlikten çık, uzak dur

İnsanlara karıl, insanlara,

İnsanlarla bir ol.

İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin, bir ulu deniz,

Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane."

Diyerek bu gerçeği vurgular

Dostuyla hoş geçinen dostsuz kalmaz

Başarılı iletişim insanlar arasında dostlukla sonuçlanacak köprüler kurarken, başarısız iletişim duvarlar örer ya da var olan köprüleri yıkar. Mevlana aşağıdaki sözleriyle bu hususu çok güzel ortaya koyar.

"Buluşunca coşmak, çok konuşmak dostluk alâmetidir. Dilin tutulması, konuşmamalar da birbirini sevmemek, anlaşmamak işaretidir."

"Yalnız başına bir yolda neşeli giden kişinin duyduğu sevinç, dostlarla, arkadaşlarla giderse, yüz misli artar

"Dostuyla hoş geçinen dostsuz kalmaz. Müşteriyle iyi anlaşan iflas etmez."

Öte yandan, Hz. Mevlana "İnsanları iyi tanıyın! Her insanı kötü bilip kötülemeyin, her insanı da iyi bilip övmeyin." derken insanları, sosyal hayatta ve iletişimde çok sık rastlanan bir hataya karşı uyarır.

Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı

Hz.Mevlana zaman zaman sıkıntılarına, zorluklarına rağmen insanlara katlanmanın gerekliliği ve bunun insanın bireysel gelişim ve olgunlaşmasındaki katkısı konusunda, diken ve gül temsilini kullanarak gülün ağzından etkileyici bir biçimde anlatır:

"Ay geceden ürkmediği için böyle parlak kaldı. Gül de dikenle uyuştuğu için bu kokuyu elde etti.

"Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu gerçeği gülden de işit. Bak, o ne diyor:

-Dikenle beraber bulunduğum, için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere sokayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun sayesinde dünyaya güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum."

Yine Hz.Mevlana’nın dediği gibi, " önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün aleme bir gül olabilmektir."

Hz Mevlânânın dilinde, gül tabiatlı olmayı ifade eden kavram edeptir. O bunu şöyle ifade eder : « Edep nedir diye arar sorarsan, bil ki, edep her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir ».

Derdini dinlemek dertliye verdiğin zekattır

Hz. Mevlana gerektiğinde zaman zaman dostlarımızın, arkadaşlarımızın, komşularımızın dertlerini dinlemeyi, adeta zekat vermek gibi görerek onlara yol göstermeye teşvik eder. Adeta günümüzdeki psikolojik terapinin temelini ortaya koyar.

" Derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi, bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır.

Gönül hastalarının dertlerini dinler; yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu, bir zekattır.

Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.

Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu, gönül yurdunda o acı duman azalır.

Duyguların değişince güçlük çözülür

Bir insanın size söylediği ya da yaptığı bir şey, siz izin vermediğiniz takdirde sizi kızdırıp rahatsız edemez. Sizi kızdırmanın tek yolu, sizin kendi düşünceleriniz yoluyla olur. Örneğin, öfkelendiğiniz zaman dört aşamadan geçersiniz. O insanın size ne dediğini veya ne yaptığını düşünürsünüz. Sinirlenmeye karar verir ve öfkelenmeye başlarsınız. Sonra da harekete geçmeye karar verirsiniz. Belki ona karşılık verir veya benzer bir şey yaparsınız. Gördüğünüz gibi, düşünce, duygu, tepki ve eylemin hepsi sizin zihninizde yer almaktadır. Onun için Hz. Mevlana, "sabırlı ol, duyguların değişince güçlük çözülür, onları görürsün" der.

Dolayısıyla, bir kişi ya da bir olay yüzünden üzüldüğünüz, sinirlendiğiniz, öfkeye kapıldığınız zaman o kişi, ya da olaya değil onlara karşı olan duygularınıza tepki gösterdiğinizi farkedin. Bunlar sizin duygularınızdır ve bunda başka kimsenin kabahati, suçu yoktur. Bunu böyle kavradığınız takdirde, duygularınızın sorumluluğunu üstlenmeye ve onları değiştirmeye hazırsınız demektir. Bu ise sağlıklı iletişimin önündeki en büyük engel olan öfkenin kontrolünü sağlar. « Öfken cehennnem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür. Çünkü o bir tuzaktır. » buyuran Hz.Mevlana bakın nasıl dua ederdi: "Allahım, ben baştan aşağı öfkeyim, beni sabırdan, yumuşaklıktan ibaret kıl!"

SONUÇ

Hz. Mevlânâ ömrünü ahlakın güzelleştirilmesi, toplumun ıslahı, her alanda iyi, güzel ve doğrunun egemen olması yolunda sarf etmiştir. Bu nedenle, eserlerinde hep edepli, olgun ve mükemmel insan reçetesini sunar; güzel huylu, dürüst, çalışkan, alçak gönüllü, hoşgörülü, kısaca örnek insan olmanın yollarını gösterir. Özellikle Mesnevî’nin; kendisiyle, yaratıcısıyla ve dış dünyadaki bütün varlıklarla barışık, huzurlu, güzel ahlaklı ve olgun insan olmanın tarifi üzerine kurgulandığı açıkça görülür.

Bundan dolayı başta Mesnevi olmak üzere, Hz. Mevlânânın eserlerini her kesimden, her meslek grubundan, her yaştan insanın okuyup incelemesi, mutlak olarak kendisinin, bilim dünyasının ve dolayısıyla da insanlığın faydasına olacaktır.

Görüldüğü üzere, Hz. Mevlânâ, yaklaşık 8 asır önce, eserlerinde bilim dallarının bugünkü gibi çeşitlenmediği, iletişim konusunun bu kadar yoğun ve derinlemesine ele alınmadığı bir dönemde, günümüzde bu konudaki çalışmalara ışık tutacak önemli tespit ve değerlendirmelere yer vermiştir. Bunlardan, çağımızdaki bireysel ve sosyal yabancılaşma, yalnızlık ve iletişimsizlik krizine çözümler üretmekte yararlanmak mümkün ve elzemdir. Bunu biz yapmazsak, batılı araştırmacı ve yazarlar bizden önce davranıp zaten yapmakta, Hz. Mevlânânın eşsiz bilgeliğini yeniden paketleyip bize sunmaktadır.

24 Haziran 2010 Perşembe

Ey beni benden alan ilk ve son AŞK(C.C)

Yine yağmur yağıyor. Yine bulutlar hüzün selinin mürekkebinde, siyahı boyadı gökyüzüne.
Bulutlar baharın sevdasına ön hazırlık yapıyor. İnsan yanılmanın baharında siyah bulutlar çağırıyor.

Bugünün sevdasında bir baharı daha bitirdi gönül. Ve cumaydıya ve Sana aşktıya. Öylesine dalmışken ben ve deniz dışında vurgun yemişken ben… Ve Sendin baharın solan yüzünde açan kır çiçeğim(c.c) sevda rengim ve ey sevgili Rabbim(c.c)

Donarken bakışlarım ötelerin ötesine. Ve dalmışken bu akşamın pencereye vuran soğuk yüzüne. Sözlerim kalmışken kafiyesiz ve kalmışken öksüz yetim. Yüreğimin görünen yüzünden sayfalar bir bir yırtılırken geçmişe, ağlıyorum şimdi hicran ile sezsizce.

Donuk bakışların buz karası sevdasında bir güneş daha batırmak. Aldanmak ve aldanışların şafağında bir zemheri yudumlamak. Kar beyazında kor kırmızısının ateşinde yanmak. Yanmak ve Sana(c.c) yakılmak seherinde baharın.

Secde aydığında hüzünleri aşka çeviren Yüz(c.c). Gel ki gönlüm yığınlar arasında öksüz.

Mürekkebin karasına hicran boyadılar. Dokuduğum halının son ilmiğine hasret sardılar.

Hal perişan kal perişan bende ki ben perişan. Ey aydınlığın gül güzeli (s.a.v) vur yüzüme güneşten sıcak. Ruhum senin ellerine muhtaç. Ağlamam ki bilsen sana ihtiyaç.

Ey beni benden alan ilk ve son AŞK(C.C) .

Eyvallah Üzerine


Eyvallah Üzerine
Kültürlerin ortaya çıkışında dilin etkisi aksi iddia edilmeyecek bir gerçektir. Lisan ile sembolize edilen sözler, kelimeler, kavramlar; maddi ve manevi birikimin seviyesini, kalitesini ortaya çıkarır. Ve yine hiç şüphesiz sözcüklerin yüklendiği manayı kavramak, o lisanın mefkûresini ve ıstılahatını anlamaktan geçmektedir. Bu anlayıştan tecrit edilerek sarf edilen terimler ya kısır ifadelerde hapsolunup kalmış, yada maksadının dışına telakki edilir bir hale bürünmüştür. Halbuki tabiatı icabı dil, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Kendisini doğasına aykırı bambaşka bir kültürün içinde bulan lisan yavaş yavaş zenginliğini ve canlılığını kaybeder, sudan çıkmış bir balık misali her ne kadar kalıbı ortada olsa da. Bununla beraber detaylı olarak incelendiğinde dilin tarihi süreç içerisinde deformasyondan en az etkilenen kısmının mânevîyat alanı olduğu görülür. Zira bu alan kendi kültürel birikimini ortaya çıkarırken doğrularını aktarmadaki hata kabul etmeme anlayışını da geliştirmiştir, mâneviyat dünyası ilk bakışta lisanı net ve kesin sınırlarla çevirip disiplinize eder gibi gözükürse de dili farklı tesirlerin tahribatından nispeten korumakla kalmayıp, kelimeleri deyimleri mânâ kesâfetiyle sınırlarının ötesine taşımış latif bir halde aklın hudutlarını aşan bir hürriyetle buluşturmuştur. Herhangi bir kültüre vakıf olmanın sadece o kültürün dilini bilmekle olmadığı artık herkesçe malum olan bir gerçektir. Belki o dilin toplumun dimağında veya tahayyülünde çağrıştırdığı mefhum ve mefkûreyi kavramakla bu mümkün olabilir. Bunun yolu da o kültürün beslendiği kaynak unsurları (din gibi,tarih gibi) çok iyi bilmekten geçer. İşte tasavvuf hem inancın hem de bu itikâdi anlayışın ma'kes bulduğu cemiyetin renklerini devamlı irşad ekseninde taze tutmaya çalıştığından, en önemli anlaşma unsuru olan dile çok ehemmiyet vermiştir.
Tabiri caizse bir söz saltanatı kurmuş ve bunu herkesçe güzelliği teslim edilen eserleriyle de ortaya koymuştur. İnsanı beka âleminin iklimine sevk eden bu eserler inancın ve ilahi aşkın tohumlarından kökleşerek insan mefkûresinin ufkunu saran bir bereketli ağaç gibi her dalında her meyvesinde kendi özüne işaret eden bir haldedir adeta. Muhabbet tohumlarını barındırabilecek bereketli kalp toprağına sahip talipleriyle ta günümüze kadar dinamizmini hayatiyetini ve güzelliğini devam ettire gelen bu lisanî anlayış, zamanları mekanları hatta kalpleri ve ruhları aynı sevgi etrafında birleştirerek latif bir hale bürünmüştür. İnşallah biz bu yazı dizisinde tasavvufî kültürün tabirlerini kavram ve sembollerini siz okurlarımızla paylaşacağız. İlk sayımızda sıkça duyduğumuz bir sözle başlamak daha isabetli olur düşüncesiyle "Eyvallah" tabirine dikkat çekmek istedik. Eyvallah; çoğu kimseler tarafından yerli yersiz, gelişi güzel kullanılmasına rağmen yine de işitildiğinde veya söylendiğinde ruhlara serinlik ve rahatlama bahşeden tılsımlı bir söz.
Söz ola kestire başı.
Söz ola kese savaşı

diye koca Âşık Yunus'un ifade buyurduğu kabilden asık çehreleri mütebessim kılabilecek hatta yerinde sarf edildiğinde fitneyi fesadı bir anda kesebilecek bir söz Eyvallah. Günlük hayatımız da ve tasavvufî hayatın pratiğinde sıkça söylenilmekte olan eyvallah'a öyle eyvallah deyiverip geçmemelidir. Mânevî terbiyeyi insani hayatta nakış nakış işleyen ve inceleyen tasavvuf, bu hassasiyeti konuşma üslûbunda da göstermiştir.
Bu sözün mânevî derinliklerine dalmadan evvel, şöyle bir lügat ve gramer yapısına göz atalım. Eyvallah, üç ayrı kelimeden oluşan Arapça bir cümle. "Ey-iy", "vallahî"...hemen ifade edelim ki Osmanlıca günümüzdeki körü körüne taklitçilik gibi başka kültürün materyallerini aynen alıp yamamamıştır.
Kültürler arası tabii etkileşim sürecini kendi bünyesinde hazmetmiş, Osmanlı kimliğiyle onları Türkçeleştirmiştir. Sözgelimi birçok Arapça kökenli kelimeyi Osmanlı öyle kullanmıştır ki, Arapça konuşan birisi o kelimeyi bizim anladığımız mana ile asla anlayamaz. Ancak Osmanlı Türkçesi'ni bilmesi icap eder. Yani lafız aynı olsa da anlaşılan manalar farklıdır.
Kaldığımız yere tekrar dönersek ey veya -iy, Evet, tabi gibi anlamlara gelir.
Bilhassa vavla beraber kullanıldığında şüphesiz evet dilimizde ki ifadesiyle aynen öyle, tastamam gibi manaları içine almaktadır. Tamam peki manasına pratik Arapça'da hali hazırda eyva şeklinde söylenişine halkımız aşinadır.
Bazen ayvaa olarak müstehzi bir edayla fevkalade kötü taklitlerini de duyduğumuz bu kelam esasında Allah lafzı düşünülerek bizdeki eyvallah'ın Araplardaki söyleme tarzıdır. "ve" harfine gelince. Sadece gramer açısından incelendiğinde en az on iki ayrı işlevi olan bu harfi, kültürel boyutuyla ciltlerle kitapla ifade etmek mümkün. Bu tabirde geçen vav için çeşitli fikirler öne sürülmüş. Bazıları cevabı kuvvetlendirmek için bazıları da yemin manası için kullanıldığını öne sürmüşlerse de, maiyyet yani beraberlik bildirmek için kullanıldığı fikri ağır basmıştır. İkinci kelime olan Allah ki daha çok lafzatullah şeklinde ifade edilir. Cenab-ı Hakkın yüzlerce ismi olmasına rağmen Allah ismi gibisi yoktur. Çünkü Zât-ı Ehadiyyetin kendisini tesmiye ettiği isimdir. Öyle bir zat ismi ki, semavi kitap ta beyan edilen bu isim etimolojik olarak bile incelense, eşi benzeri olamayan bir kelime olarak kalmayıp, ayrıca ikiliği ve çoğulluğu kabul etmeyen bir yapıya sahiptir. Yani her haliyle tek bir isimdir. Bu ismin gramer yapısını incelemektense, bizdeki çağrıştırdığı manayı düşünmekle siz kıymetli okurlarımızı baş başa bırakmak isteriz. Sadece içinde geçen lafzatullah bile eyvallah'ın aleladekullanılmamasına yeter bir sebeptir.
Beklide gündelik Arapça'da eyvaa olarak ifade edilmesi bundan kaynaklanıyordur. Söz söylemek, konuşmak, icraata nispetle (gerçi konuşmakta bir icra şeklidir) kolaydır. Amma buna rağmen konuşmak, hele yerli yerince konuşmak hiç de kolay bir iş değildir. Hele ki bizlerin köklü ve geniş bir kültürün varisi olduğumuzu göz önüne alırsak bu daha da titizlik ister. Aman efendim siz böyle anlatıyorsunuz da yani başka bir şey kalmadı da işlenecek bir eyvallah mı kaldı diye sorulabilir. Buna da eyvallah.
Zaten biz nazar-ı dikkatleri yaygın ve gözümüzün önünde olduğu halde fark edemediğimiz önem vermediğimiz değerlere çekmeye çalışıyoruz. Ekseriya derviş keşkülünden bu tür şeyler çıkar zaten. Eyvallah'ın yukarıda geçen manasıyla beraber tasavvuftaki ıstılâhî sahasını mülahaza edersek bu gerçek daha bariz bir hal alacaktır. Hakla kabul ettik, haktandır manasını ihtiva ettiğinden eyvallah, sufîyyede hemen hemen her halde zikredilir, bir virddir adeta.
Her tecelli eden, madem ki Cenab-ı Hakk'ın takdiri ve muradıyladır, o halde hakla kabul ettik "eyvallah". Şu anda anlayabildiğime, yahut sonra idrak edeceğim irfana şimdiden eyvallah. Güzel çirkin diye tavsif ettiğimiz velakin hepsinde gizli ve aşikar olan hikmete gördüğüm görmediğim esrar-ı ilahiyeye eyvallah. Bir kıssa anlatılır.
Eyvallahı meşhur bir derviş baba, mahallesindeki kahvehanenin önünden geçiyormuş, orada bulunanlardan biri bizim derviş babayı işaret ederek;
"Bu adam var ya bu adam, başına ne gelirse gelsin ne görürse görsün eyvallah Allah'tandır deyip geçer" demiş.
Kahvehaneye yeni yeni alışan çaylaklardan biri de
"Yani ben şimdi şu ensesi kalın kocaman adama bu çelimsiz halimle gidip bir tokat atsam Allah'tandır deyip eyvallah mı edecek" demiş.
"Ne zannettin" demiş diğeri.
Adamın merakı etrafın tezahüratıyla pekişince denemeye karar vermiş. Usulcacık derviş babanın arkasına kadar yaklaşmış. Birdenbire zıplayarak dev cüssenin taşıdığı kafanın ense köküne şamarı yapıştırmış. Boyu yetmediğinden olacak elinin ayarı da bir hayli kaçmış. Tokadın sesi yankılanırken hazret hışımla arkasına dönmüş. Korkudan dizlerin bağı çözülen acemi çaylak güç bela
" Baba erenler Allah'tan Allah'tan" demiş, amma tesir edeceğine ihtimal vermez ve hayatından ümid keser haldeymiş ki, baba erenler
"Korkma korkma, Hak'tan olduğunu biliyorum" demiş ve
"Ben, hangi yezidi musallat etti diye bakıyorum" demiş.
Fıkra bir yana anlaşılan her makamın, her derecatın her derekatın kendine göre bir eyvallahı var. Ve olmalıdır da.
Eyvallahın ruhuna nüfuz edebilir içine samimi bir tasdik havası barındığını fark edebiliriz. Samimi içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de, bumuhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz. İkilik de burada başlar bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz. Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar. Eyvallah böyle bir halin nişanesidir. Bu mefhumu ile alakalı Kitap'tan ve sünnetten pek çok örnek vardır.
Mesela Bakara sûresinde anlatılan Hz. Mûsâ (a.s.)'ın kıssasında; Hz. Mûsâ (a.s) kavmine Hz. Allah'ın bir inek kes emri verdiğini söylediğinde onlar
"Sen bizimle alay mı ediyorsun" diye karşılık verirler. Mûsâ (a.s)'ın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez.
"Bu ineği bize anlat, rengi nedir neye benziyor, şöyle mi böyle mi?" gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler. Maide sûresindeki kıssaya göre ise bu önce Allah'tan doymak için rızk nimet isterler, kendileri kudret helvası ve bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü sena edip Hak Teala'ya şükredecekleri yerde, bu sofrada soğan, sarımsak yok diyerek onda bile kusur bulurlar. Yani anlaşılan ne emirlere karşı, ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk'ın Yahudi şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallahla kabullenemeyişin Mevlâsı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir. Dînî kaynaklarda ve kültürümüzde ahlaki güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî şahsiyetlerin hep eyvallahın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail olduklarına işaret vardır. Bendeniz ihtiyarların sohbetlerinden hatırladığım bir latifeyi sizlere nakledeyim. Güya büyük şeytan askerlerini toplamış. Rapor alıp yeni vazifeler veriyormuş. Bu esnada yoldan çıkartamadıkları bir zahidin durumu görülmüş. Şeytan çok güvendiği yeni birini görevlendirmiş. O da insan suretinde bu zahide gelmiş. Hatta zekasıyla arkadaşlık kurmayı bir şekilde becermiş. Başlamışlar beraber gezip tozmaya. Ama şeytan durur mu, durmaz. Yavaş yavaş huysuzluk yapmaya, muhalefet ederek sürtüşmeye gayretle hep tartışma çıkartacak zemin hazırlıyor, zahid sağa gitse sola gidelim, oturalım dese kalkalım diye itiraz ediyormuş.Gelin görün ki bizim zahid eyvallah veya pekala eyvallah dediğinden bir türlü niza çıkmıyormuş. Bu halden iyice sıkılan şeytan dayanamayıp esas suretine dönerek "eeeeh sen nasıl edeceksin be adam, sende fısk-ı fücura kabiliyet yok ki azdırayım" diyerek savuşup gitmiş. Belki bu, işin latifesi. Ama fevkalâde düşündürücü. İnsan birçok musibete ben belasından, çekişmekten dolayı uğramız mı?. Başka bir ifadeyle inayet-i Hak'la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek eyvallahı vird edinen kolay kolay gaflete hırsla kavgaya düşer mi?. Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan Eyvallah, hak suretinde bâtılın ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım bir virddi. Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallaha iyi tutunmalı der sofiler. Hz. Mûsâ (a.s.)'ın Cenâb-ı Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder. Bir zata sormuşlar. Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah? Cevaben, "Gaflete eyvallahımız yoktur, fakat gafil bir kimse gördüğünde, bu benim halim de olabilirdi, ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti diye tefekkür edersin. Ve ibretle eyvallah dersin" demiş. "Peki, yanlış olanşeyi nasıl düzelteceğiz?" diye sormuşlar. O zat devamla, "Kendi acizliğini hatırına getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur" diye cevaplamış. Cenâb-ı Pir Mevlana Celaleddin-i Rumi (kds)'nin oğlu Sultan Veled, şahane bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş.
"Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,
Şuûn-ı hikmete karşı bir Eyvallah kalmıştır"
(Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı.
Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine erdiren) Hakk'ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır)
Kuru kuruya taklit etmekle değil sözün hakikatini idrak ederek söylenmelidir eyvallah. Sadece taklitle bu sözler söylenirse, folklorik motif olarak kalmaktan öteye geçemez. Daima gözle, gönülle; hakkı, hakikati, sezinlemeye gayret etmekle, yakınlığa etmek isteyişin eseri olursa bu durumda adım adım benlikten kurtulmaya vesiledir eyvallah. Taklidimizin tahkike erdirilmesi niyazı ile...

10 Haziran 2010 Perşembe

Nalıncı Memi Dede

Nalıncı Memi Dede

Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Nalıncı Memi Dede’den şöyle söz eder:

Nalıncı Memi Dede, Bergamalı'dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkanda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkan, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkana girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir. O tarihte Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı Dede’nin dükkanı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Hüseyin dükkanda çalışmaktaydı. "Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!" dediklerinde: "Burası, benim dedemin dükkanıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam", diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkan yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkan sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi'yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkanı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz. Anlatılır ki: Memi Dede, öldüğü gece Sultan III. Murad'ın rüyasına girer ve şöyle seslenir:

- Cenaze namazımı Fatih Camii'nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.”

Memi Dede, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır. (Evliya Çelebi - Seyahatname'sinden)

Sultan III. Murad'ın rüyasından sona olanların ayrıntısını pek çoğunuz okumuşsunuzdur, ama biz önceden okumayanlar için bir kez daha yazalım. Neden bilmem, en çok sevdiğim hikayelerden biridir Nalıncı Memi Dede’nin hikeyesi...

Neyse, hikaye şöyle:
Sultan III. Murad Han yukarıda bahsedilen rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:

- “Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”

Padişah:
- “Akşam garip bir rüya gördüm.” der.

Vezir:
- “Hayırdır inşaallah efendim!?”

Sultan Murad Han:
- “Hayır mı, şerr mi öğreneceğiz inşaallah!. ”

Vezir:
- “Nasıl yani?” diye sorar.

Padişah vezire:
“Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”

Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola. Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur. Etrafına dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar:
- “Kimdir bu yerde yatan?”

Ahali:
- “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”

Padişah:
- “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”

Ahaliden biri atılır:
- “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”

Bir başkası ayrıntıya girer:
- “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının (ayakkabının) hasını yapardı. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine... Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”

Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır:
- “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”

Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına...

Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser:
- “Dur vezir nereye?” der.

Vezir Siyavuş Paşa:
- “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”

Padişah:
- “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.

Veziri:- “İyi
ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.

Padişah vezirine itiraz eder:
- “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha...”

- “Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..

Padişah:
- “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.

Vezir şaşkınlık içinde:
- “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.

Padişah:
“Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.

Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır:
- “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan...”

Padişah vezirin sözünü keser ve:
- “Merak etme, ben hallederim hepsini...” der.

Vezir bakar ki Padişah kararlı:
- “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah:

- “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.

Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine... Ve gelirler camiye... Vezir sağa sola koşturur. Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar, ki nâş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .

Böylece meçhul ayakkabıcıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine... Vezir sorar:

“Sultanım, nereye defnedeceğiz?”

Padişah:
“Evinin bahçesine.. Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der...

Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.

Neden sonra Padişaha:
“Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.

Padişah:
- “Helal olsun.. Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar...

Yaşlı kadın:
- “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”

Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına:

- “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.

Yaşlı kadın tabii dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar:
- “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm... Akşamlara kadar ayakkabı yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”

- “Niye?” diye sorar Padişah...

Yaşlı kadın:
- “Müslümanlar içmesin diye. . . ”

Padişah şaşkınlık içinde:
- “Hayret!!..” der.

Yaşlı kadın devam eder.
- “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”

Padişah merakla:
- “Ne gibi?” diye sorar.

Yaşlı kadın:
- “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek....” deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım”

Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır.

- “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki... ” diye söylenir.

Yaşlı kadın:
- “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun... Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı, ki Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi...”

Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:

- “Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen kalacak ortada’ demiştim”... O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti.

Ben de ona; ‘ İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün?” dedim”

Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar:
- “Peki o ne dedi?”

Yaşlı kadın:
- “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?...”

9 Haziran 2010 Çarşamba

DİNİN DİREĞİ, MÜ'MİNİN Mi'RACI NAMAZ



NAMAZ:
Dinin Direği ve Mü'minin Mi'râcı namazdır,
Lügat mânâsı ile "İslâm", yaradanına ve O'nun kurduğu ilâhî nizâma "Teslim olmayı" ifâde eder. Bu teslimiyyetin en vecîz şekli ise, "abd" (kul)'ın "Hâlik" (Yaratıcı)'ına "ibâdet''i (kulluğu) ile ifâde edilebilir.
İbâdet'in İslâm terminolojisindeki ismi, Farsça "namaz", Arapça "salât"dır. İslâmda ibâdetler; farz, vâcib, sünnet ve nâfile ibâdetler olarak, önem derecelerine göre sıralanırlar. Öte yandan "ibâdet" kelimesi geniş mânâsı ile şöyle açıklanabilir:
1. GÖNLÜN İBÂDETİ: "Allâh'a âşık olmak, Aşkullâh, Zikr-i dâ'îm ve Ân-ı dâ'îm üzere olmakdır.
2. RÛH'UN İBÂDETİ: Bu da altı kısımda incelenebilir.
a - Allâh'ı zikretmek, anmak.
b - Veled-i Kâlbî denilen "Vicdân"ın teşekkül etmesi.
c - Nefs murâkabe ve tasfiyesi üzere olmak.
d - İnsanlığın acılardan uzaklaştırılması, fertlerin gönüllerinin inşirâha kavuşturularak, dünyâ ve âhiret saadetine ulaştırılması.
e - Kur'ân sûre ve âyetlerini okumak.
f - Namaz (Salât), emredilen şekil üzere ibâdet etmekdir.
3. NEFSİN İBADETLERİ: Bunlar da altı maddedir.
a - Kemâlleşmek, nefsin tezkiyesi.
b - Namaz.
c - İnfâk (Sadaka, zekât vs.)
d - Hâc etmek.
e - Tevhîd etmek.
f - Oruç (savm) tutmak.
4. BEDENİN İBÂDETLERİ: Bunlar da, namaz, oruç, hâc, harâmdan sakınmakdır. Görülüyor ki, "Namaz" bu dört tarz ibâdetde de ayrı ayrı yer almıştır. Bu hâliyle "namaz" (salât):
1.ci bölümde: "Mü'minin mi'râcı" olduğu için yer almıştır. Namaz, islâm için öyle bir esasdır ki, hiç bir meşrû mâzeretî olmadan farz namazları terk edenin îmânda ve islâmda yeri olmadığı görüşüne bizi götürmektedir.
Namaz, Kur'ân'ı mecîd'de "zekât''la birlikte seksen sekiz kez emr olunmuştur. En ağır hastalıklarda dahî namaz terk edilemez. Durum icâbı "îmâ" ile olsun farzların ifâ edilmesi emr olunur. Namaz, bülûğ yaşına ulaşan her erkek ve kadına günde beş defa beş vakit de farz kılınmıştır. Ayrıca erkeklere cum'a günü, cum'a namazı kılmaları farzdır. Akıl hastaları ve şerî özürlüler ise bu farzlardan muâfdırlar.
Namaz, kazâya bırakılmamalıdır. Zirâ kazâ namazı, bir bakıma karavanaya giden mermi gibidir. Ola ki, o kişinin Allâh katında bir imtiyazı bulunsun. Bu mümkün olmadığına ve son nefeste dahî farz namazların ifâsı emr edildiğine göre, kazâ namazı kılmak bir tesellidir. Ancak Rabbi'nin mağfiretine kalmıştır.
Namazsız âhlâk-ı Muhammedî bir kul üzerine aslâ teşekkül etmez. Şurası muhakkakdır ki, bir namazın makbûl olabilmesinin iki önemli ve temel şartı vardır: Bunlar, "Beden" ve "Rûh" temizliğidir. Beden temizliğinin ilki ise namaz öncesi mü'minin aldığı "Abdest"dir. Abdest, Farsça bir tâbir olup, "el yıkama suyu" anlamına gelir. Arab dilinde ise buna "Vüdû" adı verilir. Dinimizdeki derin anlamı ise, Allâh huzûruna çıkmak demek olan namaza hazırlık olmak üzere yapılan ve belli kuralları olan temizlikdir. Bu temizlik ile şu maddî ve mânevî fâideler sağlanır:
1. Cisimde temizlik (Abdest âzâlarnın sünnet üzerine yıkanması).
2. Beynimiz, sinir sistemimiz, sempatik ve parasempatik sinir sistemlerimizin uyûm ve intibâk'a hazırlanması, diğer bir ifâde ile bütün vesvese ve mâsivâ'dan sıyrılarak Hakk'a yönelmesidir.
3. Nefsin itâ'ate başlayıp, benliğinden ferâgat etmesi ve bu hâlin bütün âzâsına yayılmasıdır. İslâmın gerektirdiği bütün kulluk teslimiyetine giriş ve âzâların hârâmdan temizlenmesi vaâdı ve sözüdür. Bizi "namaz"a dâvet eden "Ezân"nın anlamı ise:
1. Gaflet'e dâlan nefsin îkâzı, "Allâh"a "Elest bezminde" kul'un verdiği sözü hatırlatmak, huzûru İlâhiyye çıkma vaktinin geldiğini müjdelemekdir. Nitekim, Kur'ân-ı Mecîd'de bu hâdise şöyle nakl edilir: "Misâl âlemi yaratılmazdan önce ruhlar yaratıldığında, "Bezm-i elest"de Cenâb-ı Hakk rûhlara seslenerek: "-Elestü bi-rabbiküm" -Ben sizin Rabbiniz değil miyim? -hitâb-ı izzetine, rûhlar isti'dâtlarına göre cevap vererek, îmân ehli: "Kâlû belâ" "Evet. Sen bizim Rabbimizsin." dediler.
2.Gönül'e âşığının kendisini beklemekte olduğunu müjdelemektedir.
Ezân-ı şerîf'deki dört tekbîr'in mânâları ise:
1. nci tekbîr, GÖNÜL'e hitâbdır.
2. nci tekbîr, RUH'a hitâbdır.
3. nci tekbîr, NEFS'e hitâbdır.
4. nci tekbîr, VÜCÛD'a hitâbdır.
İki defa TEVHİD söylenmesi: Fâhr-i Kainât Efendimiz'in zikridir. Bunun biri NEFS'e, diğeri RUH'adır.
İki kere namaz'a davetin, biri GÖNÜL'e, diğeri RUH'adır.
İki kere FELÂH'a davet, biri GÖNÜL'e, diğeri RUH'adır.
Tekrar iki kere TEKBÎR, biri RUH'a, diğeri NEFS'edir.
Son TEVHİD ise, sadece GONÜL'e hitâbdır, sesleniştir.
Farz olan namazın şeklî husûsiyetleri, O'nun taklid yönüdür. Bunun "Mi'râç-namaz"a aday olabilmesi, ancak yukarıda zikredilen inceliklerin yerine getirilebilmesine bağlıdır. Şübhesiz, taklidî namazlar da makbûldür. Ancak, diğerleri gibi fazîleten yüksek olamazlar. Kulu, kulluğu ile Hakk'a yaklaştıramazlar. Halbuki kulluk ve ibâdetden garaz, kulu Hakk'a, âbid'i Ma'bûda kavuşturmakdır.
Kul, kulluğunda her gün kendini yenileyip, aşmalıdır. Zirâ, bir hadis emri gereği "- Mü'minin bir günü diğer gününe denk olmamalıdır. Çünkü denk olan mü'min ziyandadır" emr-i peygamberîsi vardır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de Rahmân Sûresinde me'âlen: "- Rabbin her ân ayrı bir şe'n" (Oluş ve yeni yaratışlar manzûmesi) içindedir." denilmektedir. Kullarının da aynı noktada kalmayıp, Allâh sevgi ve saygısında her ân inkişâf ederek bu şevk ile ibâdet etmesini kuluna işaret eden Allâh (C.C.), bu aşk ve şevke giden yolun kapısının hâkimi ve ma'rifetu'llâh beldesi rehberinin kendi Resûlü olduğunu ve O'nun Resûlünde "Fenâ fi'r-Resûl" (Resûlü Ekrem Efendimizin sevgi, aşk ve saygısında istiğrak derecesinde eriyip gitmedikçe) olmadıkça, gerçek mü'min ve gerçek âbid olamayacağımızı, bize işâret etmektedir. Kul, her ân Hakk yolunda kemâlleşmek mecburiyetindedir.
Namaz'a ilk tekbîr olan "İftitâh" (açış, başlangıç) tekbîri ile girilir. Buna "Tekbîr-i Tahrîmî" de denilir. Kul, bu tekbîr'i alınca: "Dünyâ ve kâinâtla, kısaca tüm mâsivâ ile alâkamı kesdim, onları kendime harâm ettim. Her zerremle sâdece sana, yalnız sana yöneldim ey Allâh'ım. Beni huzûr-u İlâhiyyene kabûl et", der. Diğer bir ifâde ile: "-İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi" (- Ey Allâh'ım, yegâne maksad ve gayem Sensin, Sen'den tek istediğim, Senin rızândır. Benden memnun ve râzı olmaklığındır) demek istemektedir. İşte kul, tekbir'inde gönlüyle ve fikriyle böyle olmalıdır. Yine âbid'in namaz'da "Besmele"siz "Sübhâneke"yi okumasının maksadı ise: "Âbid kul, artık Rabbi'nin yüce divânına yönelmiştir. O'nun hoşnudluğunu kazanmak, O'na sevgi ve saygısını ispât edebilmek için, O'nun yüceliğini, kemâl mertebelerini anlatması, O sıfatlarla Rabbini övmesi gerekmektedir ki, İlâhî huzûra varmayı engelleyen perde hicâbları, bizzat Allâh tarafından zâtî tecellisi ile kaldırılsın. Bu övgünün en veciz ve nefis ifâdesi ise, Allâh'ın güzel ve yüce isimlerinden SÜBHÂN kelimesidir. Âbid, Rabbi'ni işte bu Sübhan kelimesi ile tesbîh eder, anar. Der ki: "- Sübhâneke Allâhümme ve bi hamdike ve tebâreke'smüke ve Te'âlâ ceddüke ve lâ İlâhe ğayrük."
"- Ey Sübhân olan Allâh'ım. Seni, Senin sıfatlarınla tesbih ve tenzîh eder, Seni her türlü noksan sıfatlar, fiiller ve isimlerden tenzih ederim. Sana, bütün gönlüm,fikrim, fiillerim ve tüm varlığımla HAMD ve SENÂ ederim. Senin azametin, Celâlin ve Cemâlin pek yücedir. Senden başka Hakk ve gerçek Ma'bûd yoktur" demekdir. Bunun söylenmesi ise, âşık'ın ma'şûk'a aşkının ifâdesidin Kul, Sübhâneke deyince, Allâh ile aralarında bir mânevî bağ teessüs eder. Kul. İlâhî tasarrufların her zerresini hisseder. Kul, artık bir mıknâtısın manyetik alanında kalmış demir zerrecikleri gibi, irâdesi dışında mânevî bîr harekete, İlâhî bir raksa, semâya başlar.
Fâtiha-i Şerîfe'nin namazlarda okunmasının ister farz, vâcib, sünnet veya nâfile olsun, her namazda okunmasının şart ve farz-ı ayın olması, âlemin ve kâinâtın mâverâsına ulaşmak, ledûn ilminin ve iklîminin sırlarına ulaşmak içindir. Fâtihâ-i şerîfe okununca, âlemlerin mâverâsı zuhûr eder. Kul, bütün kâinâtı seyr eder. Sonra ledûn iklîmi'nin perdeleri aralanır, artık bu Zâtî tecellîler için rükû ve secde edilmesi gerekir. Allâh, huzûrunda duâ etmek için kuluna Fâtihâ Sûresi'ni lütfetmîştir.
Fâtihâ-i Şerîfe'de yedi âyet olduğu gibi, kul'unda yedi nefis mertebesi (Etvâr-ı seb'a) vardır. Bu yedi nefis mertebesi, Fâtiha'daki âyet sırasına göre yorumlanır:
Fâtihâ'nın l.ci âyetiyle, bütün yaratıkların hâlikine, İlâhî kudretin varlık ve birliğine, hamd ve şükrün ona mahsus olduğu bildirilir. Fâtihâ'nın l.ci âyet-i kerîmesi olan: "El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn" âyeti, kuldaki "Nefs-i emmâre"ye işâretdir. Zirâ emmâre nefse sâhib kul, Cenâb-ı Hakk'dan emîn olur. Allâh korkusunu hatırına getirmez: Allâh da bu birinci âyette kuluna korku vermez. Hep Rabbi kuluna rahmetini söyler. Kul, Allâh'ın rahmetinden ümid keserse, daha fazla suç işler. Bu sebeble "Er-Rahmâni'r-Rahîm" sözü ile "Merhametlilerin en merhametlisi" olduğunu ve bu şefkatini kuluna hatırlatır.
"Rahmân" ismiyle o ezelî rahmetdir. İnanan, inanmayan, iyi-kötü, zayıf-kuvvetli, her varlığa Rahmetini istisnâsız tahsis eder. Yaradılış (fıtrat) Allâh'ın Rahmânlığı'ndan doğan rahmetinden zuhûr eder.
"Rahîm" ise, çok merhametli demekdir. Bu merhamet, varlıkların son bulduğu, âhiretteki Rahmet'e ait olup, âhirette Allâh tarafından sadece kendisine dünyada yani ervâh âleminde inanmış mü'mînlere tahsîs edilmiştir. Kâfirlere ise, dünyâ hayâtında İlâhî emirleri reddedip, âsî oldukları için cezâ ve elîm âzâplar vardır.
Yine "Rahmân" sıfatı ile "Emmâre" ve "Levvâme" nefs arasındaki, kulların hâlini belirtir.
"Rahîm" sıfatı ile "Levvâme" nefs mertebesine ulaşan kulların haline işaret edilir. "Rahîm" kelimesinin idrâkine varan kulda, kendini ve nefsini "Levm etme", yaptıklarından pişmanlık duyup, tevbe etme arzûsu doğar. O zaman Allâh'ın "Rahmet" deryâsı kabarır ve taşar. Kul, bu sayede "Emmâre"den "Levvâme"ye geçer. "Levvâme"de bu defa "Allâh korkusu" başlar. Bu korkularından emniyetleri daha üstün olduğundan, "tevbe"leri de sâbit olmazlar, olamazlar. Suçu tekrarlayınca, Cenâb-ı Hakk Celâl tecellisi gösterir. Ve kuluna "Mâliki yevmi'ddîn" (hesâb gününü)'i hatırlatır. Kul'un gönlüne, din gününün şiddetli hesâbının korkusu düşer ve istiğfâra koşar.
Namazda bu kelimeyi söyleyen kul, mahşer gününün haşyet ve heybetini kalbinde hissederse "Levvâme nefsi" aşarak, "Mülhime nefse" yükselir. Korkuyla da olsa kul nefsini, ateş korkusu ile her kötülükten alıkor. Bu Cehennem korkusu, kulun nefsindeki "Emniyete" üstün geldiğinden, tevbelerinde sâbit olurlar ki, bu "Mülhime nefs" terbiye ve tezkiye makâmına ulaşma hâlidir.
Kul, Allâh'ın huzûrunda duâ'ya devam eder ki, buhal "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în" diyerek, bu âyetin idraki ile "Mutma'inne nefse" ulaşır. Zira, "Mülhime nefs"de kul, bilmeyerek de olsa "kul'a kul" olur ve gizli şirkde kalabilir. Kendisi gibi olan diğer kullardan istekleri olur. Yani kul, henüz mâsivâdan kurtulmuş değildir. Oysa "Mutma'inne nefs"de yalnız Allâh'dan yardım diler ve yalnız Allâh'a kulluk edileceği idrâkine ulaşır ki, bu kâmil bir mürşidle mümkün olur.Bu makâmda kul "Cehennem korkusu"ndan geçer.
Kul'un önünde sır hazîneleri açıldıkça açılır. İlâhî kudret, kerâmet şeklinde tecellî eder.Buna sevinirken, gönlüne başka bir korku gelir, "Mâsiyet (Günâh) korkusu" yani "İlâhî" emirleri lâyıki ile yerine getirememek, üzerlerindeki "Velîlik" elbisesini lekelemek korkusu" ile kul hüzne düşer. Bu sebeple "Mutma'inne nefs"deki kul'dan kerâmet tecelli edince utanır, tevekkül ve "rızâ" kapısına yönelir.
"İhdina's-sırâta'l-müstakîm" şuuruna ulaşır ki, bu "Cemâl yol"'dur. Burada, Allâh'dan râzı olmanın ağır mes'ûliyyeti vardır. Bu ise "Râdiyye nefs" mertebesidir. Bu mertebeye ulaşan kul, bu âyeti derin bir huşû ve korku içinde okur, kul Allâh'ın kazâ ve kaderine tam bir teslimiyyet gösteremezse, bu Cemâl yolunda müstakîm'den sapar veya İlâhî seyrini tamamlayamaz, yolda kalır. Aslâ hedefine varamaz. Kul, Allâh'ın rızâsına bu kadar yaklaşmış iken kaçırırsam ne yaparım, diye vuslatı elinden kaçırmak korku ve hüznü içindedir. Zirâ, daha evvelki makamlarda başına gelen kaza ve belada kul Allâh'a isyân içinde olur. Sadece bu makâmda tam bir teslimiyyet duyar. Kazaya rızâ, burada kemâl bulur.
"Sırâta'llezîne en'amte aleyhim" âyetini okuyunca, "merdıyye nefs" mertebesine ulaşır. Bu makâmda kul, sadece Allâh'dan korkar, dünya ve âhiret için bir murat, kasıt ve korkulan yoktur. Bu İlâhî sıfatı kazanan kuldan Allâh her an, her saniye
razıdır. Onlar da O'ndan razıdırlar. Bu korku, İlâhî rıza'yı, Allah aşkını kaybetme ve vuslâtta kalamama korkusudur.
"Ğayri'l-magdûbî aleyhim ve le'd-dâllîyn" âyetini söyleyince, kul dünya hayatında doğru yoldan sapmamayı murad eder. Bu sapma ve sapıklık, bilerek veya bilmeyerek yapılır. İkisi de aynı akibete uğrar.
Bu idrake eren: "Sâfiyye nefs makâmı"na ulaşır ki, bu makâmda kul; Allâh'ın gazâbından kurtulur. Fakat gönül gözlerini bir an Cennete, mânevî ni'metlere çevirdiklerini bilirler. Onlar, Allâh'ın haremine dahil olabilmek için nazarlarını mülke, melekûte, Ceberût'e çevirmezler. Zira, onlar bilirler ki:
1. MÜLK, âlimin şeytanı,
2. MELEKÜT, ârifin şeytanı,
3.CEBERÜT ise gerçeğe vâkıf olan kemâl ehlinin şeytanıdır.
Bu üçünden birine meyl eden, İlâhî dergâh'dan ve huzûr-u İlâhî'den koğulur. Zât-ı İlâhiyye'ye kurbiyyet ve vuslat şansını kaybederler veya en azından mânevî dereceleri durur.
Bu makâmı aşabilen kulun karşısına, yani "Allâh'ı dileyen kul"un karşısına:
1. İsteyen,
2. İstek,
3. İstenen, gibi üç durak, üç perde çıkar. Bu tevhîd'i üç sanan İsevî zünnârına benzer. O zaman kul'a Hitâb-ı İzzet: "- Öyle demeyin, gözünüzle gönüllerinizi birleştirin" der. O zaman, İsteyen ve İstek yok olur. Geriye mutlak ve bâkî olan tek Allâhu Zü'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri kalır.
Nitekim, "- Varlığın öyle bir günâhdır ki, onunla hiç bir günâh kıyâs edilemez." buyurulmuştur. Demek ki, beşerî varlık ve benliğinden geçemeyip, ölmeden önce ölmesini bilmeyen, yani "- Mûtû kable ente mûtû" sırrına ulaşamaz. Yakınlık ve Adn Cennetine aslâ vâsıl olamaz. Bunu başaranlar ise, "Canlı cenâzeler" gibidirler. Onlar üzerinde mâsivâ ve nefsin korkusu dahi bulunmaz. Onlar Ehlu'llâh (Allâh dostları)dırlar.
Namaz'da Allâh, kulunu başka bir şeye (mâsivâ) iltifattan, ilgiden men etmiştir. Zirâ, Allâh'dan gayri ile meşgul olmak, kul'u Sevgili'nin müşâhedesinden men eder. Namaz, Allâh ile kul'u arasında ikiye bölünmüş bir ibâdet şeklidir. Yarısı Allâh'a, diğer yarısı ise kul'a mahsusdur. Bu, kul ile Allâh arasındaki bir mânevî yolculukdur. Bu "Mi'râç" şöyle ifade edilebilir:
Kul, "Besmele" ile "'Fâtiha"ınm l.nci âyetini okur, Allâh: "- Kulum beni andı ve hamd etti" der.
Kul, "Er-Rahîm" der. Allâh: "- Kulum beni senâ etti. Yüceltip, tenzîh etti" der.
Kul, "Mâliki yevmi'd-dîn" der. Allâh: "- Kulum beni temcîd etti, işini bana bıraktı, tevekkül etti" der.
Fâtihâ'nın yarısı olan üç âyeti Allâh'ın zâtına mahsusdur: Kul, "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în" der. Allâh da: "- Bu, benim ile kulum arasında bir bağdır ve kulumun dilediğini vereceğim" der.. Kul, "İhdina's-Sırâta'l-müstakîm" ve "Sırâta'llezîne en'amte aleyhim ğayri'l-mağdûbî aleyhim vele'd-dâllîn" der. Allâh da: "- Bunlar kuluma mahsusdur. Kulum dilediğinde ihlâs ehlidir" der.
Böylece, her namazda neden "Fâtiha"nın okunmasının vâcib kılındığı daha iyi anlaşılır. Fâtiha-i Şerîfe öylesine bir zikirdir ki, benzersizdir. Nitekim, "Hakk'ı zikreden Hakk'a yoldaş olur". Zira Allâh: "- Beni zikredenin yoldaşıyım" der. Böylece kul mi'râcını tamamlar ve vuslat yolculuğunu tamamlamış olur.
Kısaca toparlarsak; kul, tekbîr getirip, Fatihâ'yı okumağa başlayınca, Rabb'in emri olan rûh, nefs üzerinde tekbir getirmiş ve nefs madde kaydından kurtulmaya başlamış olur. Rûh, Fâtiha'daki ilk üç âyeti yalnız başına okur. Nefse: "- Âlemînin, akıl sahibi şuurlu varlıkların yani insanoğlunun Rabbi, terbiyecisi Allâh (C.C.)'dır. Her Hamd ve Senâ O'na mahsus ve layıkdır. O, merhametlilerin merhametlisi, din gününün sahibi ve mutlak hâkimidir." diyerek, nefsi kötülüklere karşı uyarıp korur. Nefsi tezkiye ve terbiye ederek, onu ruhânî hüviyyetine lâyık hale koyar.
" - İyyâkena'büdü ve iyyâke nesta'în" ile nefs, İlâhî kelâm'ın haşyeti ile Rûh'un emrine girer. Rûh ile birlikte Rabbi'ne münâcaatda bulunur. Kul: "- Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz" diye, Rabbi'ne yalvarınca, Allâh (C.C.): "- Kulumun dileği verilecekdir" buyruğunu verir.
Kul, zikre devam ederse, Rûh aradan çekilir ve nefsi Fâtihâ'nın son üç âyetini okumak üzere Rabbi ile başbaşa bırakır. Böylece namazını tamamlayan kul, İlâhî Rızâya nâil olur.
Allâh ile kul'u arasında müşterek olan "Fâtiha Sûresi"nin âyeti "- İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în"dir.
Nitekim bu hususu doğrulamak üzere Kâdî Hân Tefsîrinde şöyle bir mâlûmât bulunmaktadır:
"- İslâm'da Cemâ'âtle namaz kıldırmada "İmâm"da, "Kıble" de beştir. Burada "İmâm"dan murâd, "Hazret-i İnsân", yânî "İnsân-ı Kâmil"dir. Kâmil bir insân da öz olarak, beş kısımdan mürekkebdir:
1. Cesed-i imâm,
2. Rûh-i imâm,
3. Akl-ı imâm,
4. Fehm-i imâm,
5. Kâlb-i imâm.
Bu beş imâm kâmil insan'ı, mürşid-i kâmil'i ifâde eder. Kıble'ye gelince; beş imâma beş kıble mevcûddur:
1. Mihrâb,
2. Kâ'be,
3. Beytü'l-ma'mûr,
4. Arşü'l-a'lâ,
5. Kürs'den mürekkebdir.
Allâh (C.C.)'ın huzûruna lâyık olan imâm, cesedini MİHRÂB'a, Rûh'unu BEYTÜ'LLÂH'a teslim eder. Aklı ile BEYTÜ'L-MA'MÜR'da meşgûl olur. Fehmi KÜRSÎ'de bulunup ve Kâlbi de ARŞÜ'A'LÂ'ya mu'allâk (asılı) olursa, böyle bir imâmın bu on meseleyi bilerek namaz kıldırmasıyla, peşindeki cema'âtin namazı da tamam olur. "Bu on meseleyi bilmez ve kendisinde cem etmezse, bu imâmın imâmlığı câiz olmayıp, cemâ'atin namazı da fazîleten düşük olur", denilmektedir.

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...