7 Temmuz 2010 Çarşamba

HOŞÇA BAK ZATINA KİM ZÜBDE-İ ALEMSİN SEN

HOŞÇA BAK ZATINA KİM ZÜBDE-İ ALEMSİN SEN


1- Ey dil ey dil neye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi virane isen genç-i mutalsamsın sen
Secde-ferma-yi melek zat-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Ruhsun nefha-i cibril ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesele-i ısi-i meryemsin sen

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.

1- Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun? Yıkık döküksün ama tılsımlı bir definesin. (Eskiden,parayı hazineyi, defineyi dikkati çekmek için harap yerlere gömerler; bulunmaması için de üfürükçülere tılsım yaptırırlar ve bu sebeple buna dokunmak isteyene büyük bir yılanın görüneceğine inanırlardı. Bu yüzden edebiyatımızda define, harap yer ve yılan genellikle beraber kullanılırdı. Keza burada hadis-i kutsi olarak kabul edilen”Ben kırık gönüllerin yanındayım” anlamındaki söze de işaret vardır.)
Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın; bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun, daha ilerisin.(Allah Adem Peygamberi yarattıktan sonra,meleklere ona secde etmelerini emretmiş; onlar da secde etmişlerdir. Bu secde de Adem, mihrap durumundadır. Zira secde yalnız Allah’a mahsustur. İnsan, varlığın, yaradılışın gayesi olması bakımından her varlıktan önce sayılır. Adem’e secde bundan dolayı emredilmiştir. Adem’e secde Kuran’ın bir çok suresinde geçmektedir.)
Ruhsun, Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin; Tanrı’nın sırrısın. Meryem’in oğlu İsa gibisin.(Peygamberlere vahiy getirmekle vazifeli olan Cebrail, Tanrı’nın emriyle Meryem’e üfürmüş ve o da Hz. İsa’yı doğurmuştur. Yani İsa, babasız doğmuştur. Kur’an-ın Ali İmran suresi’nin 59. ayetinde, İsa’nın topraktan yaratılmış olan Adem’e benzediği bildirilmiştir ki beyitte bu ayete de işaret olunmaktadır.)
Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.(Eski inanışa göre, canlılar bitkiler ve cansız şeyler, toprak, su hava ve ateş denen dört unsur ile dokuz gökten meydana gelmiştir. İnsan bütün kainattan süzülüp geldiğine göre alemin özü adeta gözbebeğidir. Şairin”Sen alemin özüsün, gözbebeğisin” demesi bundandır.

2-Merteben ayn-ı musammadır esma sanma
Merciin Halık-’ı eşyadır eşya sanma
Gördüğün emr-i muhakkakları rü’ya sanma
Başkasın kendini suretle heyula sanma
Keşf ile sabit olan ma’niyi da’va sanma
Hakkına söylenen evsafı müdara sanma

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

2- Mertebeni adlarda sanma; adların sahibinin kendisindedir. Dönüp varacağın yer, her şeyi yaratandır; eşyaya gideceğini zannetme.(Beyitte Baka suresinin 31. ayetine işaret edilmektedir. Bu ayette, Tanrı’nın bütün isimleri Adem’e öğretip belirttiği bildirilmektedir. Tanrı adlarının hepsi insanda görüldüğü için o, bir bakıma bütün adların sahibi sayılır.)
Gördüğün gerçekleri rüya sanma; sen başka bir varlıksın, kendini, her sureti kabul eden heyula, yahut heyulanın büründüğü suret zannetme.(Heyula, felsefi bir terim olarak maddenin her surete, şekle bürünmesi kabiliyetine denir. Heyula suretle görülür.)
Keşifle(gerçekliği) meydana çıkan manayı dava, sanma. Hakkında söylenen vasıfları da gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme(Tasavvufta herhangi bir şeyde ısrar etmek, sözle direnmeye dava denir ve hoş görülmez.)

Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün; varlıkların gözbebeği olan insansın

3- İnleyip sırrını faş eyleme ağyara sakın
Düşme bilmezlik ile varta-i inkara sakın
Değmesin Ahların kakül-i dil-dara sakın
Sonra mansur gibi çıkman olur dara sakın
Arz-i acz etmeyesin yareden ol yara sakın
Bulduğun cevher-i alileri biçare sakın

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

3- Sırrını inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkar çukuruna düşmekten sakın.
Ahların, sakın, sevgilinin kakülüne değmesin; sonra Mansur gibi dara çıkarsın.(Mansur, Hallac veya Hallac-ı Mansur diye anılan kişi şeriata aykırı sözlerinden dolayı 922 yılında Bağdat’ta öldürülen meşhur sufidir.)
Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a, çaresiz kişi, bulduğun kadri yüce incileri sakın, koru.(Beyitte, aşığın vücudundaki yaralar inciler gibi düşünülmüştür.)

Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün;varlıkların gözbebeği olan insansın.

4- Sendedir mahzen-i esrar-ı muhabbet sende
Sendedir ma’den-i envar-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice halet sende
Ma’rifet sende hüner sende hakıykat sende
Nazar etsen yer ü gök duzah u cennet sende
Arş u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

4- Sevgi sırlarının mahzeni sendedir, sende. Erlik, yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende.(Tasavvufta, tekkeyi, zikri hususi giyim ve kuşamı kabul etmeyen sufilere Melami veya Melamet erbabı adı verilir. Bunlar, bu görüşlerini halka yayıp esnaf ve sanatkarları da teşkilatlandırmışlar ve “Fütüvvet ehli” denen bir teşkilat kurmuşlardı. Fütüvvet mertlik, cömertlik demektir.)
Gizli gizli daha nice ruh halleri var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner, hakikat sende.
Baksan görürsün ki yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende; arş, kürsi ve melek de sen de sendedir, sende.(Bu beyit temsili bir mana ifade etmektedir. Gök ile yücelik ve feyiz; yer ile aşağılık ve verimlilik; cennet ve cehennem ile zevk ve azap; Arş ve Kıürsi ile kudret, saltanat ve tedbir ile bilgi kastedilmektedir.)

Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.

5- Hayıftır şah iken alemde geda olmayasın
Keder alude-i ümmid u reca olmayasın
Vadi-i ye’se düşüp hiç ü heba olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahra-yı bela olmayasın
Ademe muttasıl ol ta ki cuda olmayasın
Secdeler eyle ki merdud-i huda olmayasın

Hoşça bak zatına kim zübdei alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

5- Yazıktır; padişahken alemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla kederli bir hale gelmeyesin. Ümitsizlik vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın; yolunu yitirip bela sahrasının yolunu tutmayasın. Ademe yapış da geçerken ayrılmayasın; secdeler et ki Tanrı reddetmesin seni.
Kendine bir hoşça bak, sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.

6- Berk-i hatıf gibi bu kayd-i sivadan güzer et
Erişen har u hasa ateş-i aşkı siper et
Damenin tutmaya asar-ı alayık hazer et
Şems-veş hahiş-i munla ile azm-i sefer et
Saf kıl ayineni kabil-i aks-i suver et
Hele bir cem’i havas eyle de galib nazar et

Hoşça bak zatına kim zübdei alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

6- Tanrı’dan gayrı bütün varlıklardan, çakıp, sönen, gelip giden bir şimşek gibi geç git. Üstüne takılan, konan çerçöpe karşı aşk ateşini siper et. Gönlü bağlayacak şeylerin eserleri, sakın, eteğin tutmasın”........................”

Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün; varlıkların gözbebeği olan insansın.

Be beyti birçok defa gözden geçirmiştik. Şu anda yazarken gönülden de geçirme imkanımız oldu. Gerçekten de insanın içinde-özünde-ruhunda müthiş bir inkılap büyük bir ihtilal meydana getiriyor. İnsanın “mana” alemini, ruh dünyasını nefse karşı vereceği savaşı çok çok güzel anlatıyor. Dolayısıyla uyarıyor, sarsıyor ve nasibi olanları kendisine getiriyor, özüne-içine.. dönderiyor.
“İnsan gönülden ibarettir. Akıl, az da olsa diğer canlılarda da vardır.” diyen mütefekkir hakikaten doğru söylemektedir muhterem okuyucu. Evet, insan yürekten ibarettir. Bunun içindir ki, sadece dışın insan olması katiyen yetmiyor, içi de yüreği de insanlaştırmak, ruhu, gönül dünyasını da İslamlaştırmak şart!
Gönül...

Nedir “Gönül”?

“İnsanın manevi varlığının ifadesi, inanç ve hislerimizin kaynağı, önüne geçilemeyen iç kuvvet; kalp, dil, istek, arzu, heves, niyet, duygu, his, aşk... gibi manalar ifade etmektedir gönül.” Yerde, gökte ve her ikisinin arasında gönülden daha kıymetli ve daha aziz başka hiçbir kavram mevcut değildir.
Çok doğrudur; gönülden değerli ve dikkate layık hiçbir şey yoktur. Bunun için denildi ki: “Kabe-i hüdadır dil, yıkmak olmaz. Dil şibast edenler hasmullah olur” (Gönül Allah’ın evidir, asla yıkılmamalıdır. Gönül yıkanlar, kalp kıranlar Allah’ın hasmıdırlar.)
Bütün kainatı yaratan, canlı cansız her şeyi yoktan var eden yüce Kudret, insan vücuduna girmiş ve insana şah damarından daha yakın olduğunu beyan etmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım.” Bir diğer Hadi-i Kutsi’de yüce Allah: “Beni ne yerim aldı, ne semam; beni bir mü’min kulumun kalbi aldı.” buyurmaktadır. Cihan Peygamberi de şöyle demektedir: “Mü’minin kalbi Allah’ın evidir; mü’minin kalbi
Allah’ın arşıdır; mü’minin kalbi, Allah’ın hazineleridir.”
İki cihan güneşi peygamberimiz bir gün sahabelerine Kabe’yi göstererek, “Bu ev çok muazzam ve mübarektir, saygı ve taktise layıktır. Amma Allah’a yemin ederim ki sizin şeref, haysiyet ve izzetiniz ondan çok daha muhteremdir.” der. Çünkü aziz okuyucu, “Mekke’deki Kabe, Azeroğlu Halil’in yaptığı ve maddesi taş olan bir binadır. Hakiki Kabe olan insan kalbi ise Allah’ın binası ve nezargahıdır.
Bir başka ulu insan da şöyle diyor: “Kalbi insan Azamet Halikının hanesidir; kalbe nispet arşı azam mercimek tanesi gibidir.”
Alemlerin sultanının gelip yerleştiği, beğendiği, taht kurduğu yerden daha büyük, daha kıymetli neresi olabilir beyin ve gönüldaşım!!
Bir başka değerli şair bakın ne güzel ifade ediyor:
“Gönül Hakk’ın barınağı,
Işığın, kandilin yağı,
Rabb’in sönmeyen çırağı.
Hak gönülde birleşir
Orada barınır yerleşir.”
Hz. Ali de “İnsan küçük alemdir. Alem büyük insandır.” der.
Merhum Akif, yüce Ali’nin yukarıdaki sözünden ilham alarak şu beyti söylemiştir:
“Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvidir,
Avalim sende pünhardır, cihanlar sende matvidir.”
Evet evet... “Önce insan olmak lazım. İnsan müsveddesi değil, insan! İnanç ve fikir sonra gelir, tekamülü sağlar, insanlık cevherini asli mihverine oturtur ve ışıl ışıl parlatır. Fıtratın bayramı yaşanır. Şahsiyetiyle insan olamamış birinin inançlarla ve fikirlerle (varmış gibi görünen) alakası suretten ibarettir.”
İnsan-ı Kamil olmak isteyen; mutlaka beynini ilimle, kalbini sevgiyle ve midesini de helal gıdalarla-dengeli- şekilde beslemesi lazım.
Mükemmel insan olmak için”Tefekkür” de çok önemlidir. Tefekkürde ise iç zenginliği esastır. İç dünyasını”Fıtrata uygun”biçimde besleyememiş olan insanın düşünmesi , “neden ve niçinlere” cevap verebilmesi çok zordur.

Nedir Düşünmek?
İnsan nedir? Niçin yaratıldık? Bu hayatın amacı nedir? Ölüm nedir? Bu aleme nereden ve niçin geldik? Ne

yapmak için gönderildik? Nereye gideceğiz?
Ahlak nedir? Nasıl yaşamalıyız? Aile nedir? Mutluluk nedir? Cemiyet nedir? Vatan nedir? Devlet nedir ve vazifesi nelerdir? Vatan nedir? Millet nedir? İnsanın sadece karnını doyurduğu her yer vatan mıdır? Madde nedir?Tabiat nedir? Akrabalık, dostluk, vefa, sevgi nedir? Tekamül nedir? Tefekkür nedir? Görev, sorumluluk nedir?” Akıl,insan, madde-ruh” dengesi nasıl sağlanır? Sevinçli-kederli anlarımızda nasıl davranmalıyız? Çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz? İnsanlarla olan münasebetlerimizi nasıl düzenlemeliyiz?
İşimizi hangi ahlak ölçüsüyle yapmalıyız? Zenginlik-fakirlik meselelerinde neleri gözetmeliyiz? Hayat tarzımız ve üslubumuz ne olmalıdır? İçtimai meselelere nasıl bakacağız?
Bunlardan başka tabii ki, daha sayılmayacak kadar düşünmek zorunda olduğumuz başka şeyler de vardır.
O halde; Düşün..Düşün...düşün..Ve, .kendine her şeyi sor...Ve cevabını da ver...
Evet, Bugün, Din Adına İnsana Zulmediliyor
Biliyor musunuz,”Din, problem üretmek, karanlık ve mutsuzluk yaratmak için gelmedi; huzur ve çözüm için geldi. Ama insanı horlayıp tekmelemeyi din zanneden karanlık odaklar Allah adına, Allah’ın kullarına zulmettiler; din adına dinsizlik yaptılar. Çünkü dinsizliğin en belirgin özelliği zulümdür.
Din de bir araçtır. Amaç insanla Allah’ın diyalogu ve insanın mutluluğudur. Dini bir gaye haline getirenler, Allah’ı unuttu, insanı ezdiler; hayatı mengeneye sokmak onlar için bir zafer haline geldi. 16. yüzyılın büyük gönül adamı Hamza Bali, karanlık mollaların fitnesiyle idama mahkum edilmişti. İnfazı denetleyen baş molla, cellatlara şunu söyleyebildi: Başından sarığı alıp öyle asın; sarığa saygısızlık olmasın.” Allah’ın en şerefli yaratığı insanın hem de Hamza Bali gibi bir insanın başını birkaç santim bezden daha değersiz gören bir namertlikti bu...İnsan horlamayı din zannetmenin en beyinsiz sergilenişiydi bu....
Evet, “Allah”adı altında insana işkenceden zevk alan bir kudreti insanın ensesine bindirdiler. Kur’an’ın Allah’ı bunların tanıttığı işkenceden zevk alan kuvvet değildi.
Sadece insanlara değil, tüm canlılara eziyet ve işkence zulümdür., hayata ihanettir. İnsana eziyet ve işkence ise Allah’a harp açmaktır. Bir tek düşman vardır: Zalim. Zalime yandaşlık eden de zalimdir.”
Evet, bu tespitlere katılmamak mümkün değil. Sadece içinde yaşadığımız zaman diliminde değil; asırlar boyu, gerek bizim vatanımızda ve gerekse diğer İslam memleketlerinde, din adına yapılan zulümler, dinsizlik ve din dışı olan ideolojiler adına yapıldığını söylemek maalesef doğru değildir.Bunun en güzel ifadesi;” din adına dinsizlik”tir. Diğer bir söyleyişle, eşref-i mahlukat olan insanı hammadde olarak kullanmak suretiyle, Allah’ın rızasını kazanmak... Cihat adına, Müslüman’ın beynini, kalbini sömürmek ve daha sonra da cebini
boşaltmak....
İnsanın en acımasızca sömürülen yanı işte budur.” Dini bilmemek bizim insanımızı, iki sömürünün kahrına uğratmıştır. Dinsiz sömürü, dinci sömürü. Birincisi bilmediği dini insanımızın önünde bir katran çukuru gibi gösterip kitleleri Allahsızlığın süslenmiş iğreti rahatlığına çekmektedir. İkincisi ise, kutsalı sömürerek kitleyi aforoz kılıncı ile korkutmakta ve kendi hesapları yönünde şekillendirmektedir. Kitle iki yılanın ortasında
kalmıştır. Bu yılanların farkı, birinin kafadan, ötekinin gönülden ısırmasıdır. Gerçek olan bir şey varsa o da ikisinin de zehirli oluşudur.”
İnsan, eşya ve hadiseler hakkında pek çok şey öğrenmiş, fakat bunların merkezinde insanın, insanın merkezinde de Allah’ın bulunduğu gerçeğini anlayamamıştır. Bu itibarla her şeyi görmeye, anlamaya ve tanımaya çalışmış, fakat kendisiyle alakalı, kendi içiyle-dışıyla ilgili hiçbir şey bilmemektedir. Çünkü bu konuda ne beynini çalıştırmıştır ve ne de kalbini kullanmıştır.

İnsan Yalnız Balçık mıdır?

Hayır. Bu balçığın özü Hak nurudur. Hak’ın halifeliğine layık olan bu nurdur. Onun içindir ki,”İnsan cevherdir, gök arazdır. Her şey fer’idir, her şeyden maksat o’dur.
Bu gerçeği Abdulkadir Ceyli ”İnsan-ı Kamil” isimli muhalled eserinde bakınız ne güzel ifade ediyor:
“Ben bir suretim, hakikatim O’dur...
Ben bir aynayım, güneşim O’dur...
Ben bir kudretim, Kaadir’im O’dur...
Ben bir sanatım, Saniim O’dur...
Ben bir eserim, Müessirim O’dur...
Ben bir kitabım, Katibim O’dur...
Aç gözünü de bana doğru bak!..
Bu ne kudret, bu ne sanat, bu ne ilim, bu ne hikmet!..
Bana bak da bir kez fikret!..
İlmiyle, kudretiyle, hükmüyle, hikmetiyle, sanatı ve rahmetiyle
Yerlerde O
Göklerde O,
Zerrede O,
Güneşte O,
Her eserde O müessir; her eser O’ndan eser...
Kış gelince öldüren, bahar olunca dirilten, mahşeri örnek verip müminlere gösteren...
Kara toprağı renk renk, şekil şekil boyayıp rızık eden..
Bu mülkün Malik’i O...
O’na kul olmanın gereği bu:
Rahman ve Rahimi bilmek
Onun emrine uymak
Habibi yoluna gitmek
Fakr ile Rabbine hamdetmek...”

Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinde İnsan

“Ey insan, surette en küçük bir alemsin ama hakikatte en büyük alem sensin”
“En güzel şekil olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.”
“Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da yanar.”
“Kulağınızı bana uzatın. Size, ne olduğunuzu teker teker söyleyeyim:”
“A güzelim yoldaşım, sen alelade tek bir adam değilsin ki, sen bir alemsin, sen derin bir denizsin.”
“O senin muazzam varlığın yok mu... O belki dokuz yüz kattır. O, dibi kıyısı bulunmayan bir denizdir. Yüzlerce alem o denizde dalar, gark olur gider.”
“Hani zahiren peri gözden gizlidir ya... İnsan, perilerden daha gizlidir.
Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
Akıllıya gören insan bu kadar gizli olunca gayb alemindeki seçilmiş insan nasıl olur?”
“İnsan, Musa’nın asasına benzer. İsa’nın afsunu gibidir.”
“Bil ki bu ten elbiseye benzer. Yürü bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma.”
“İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz diye de, dostu gören göze derler.”
“İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman da olsu karınca ondan yeğdir.”
“İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değildir. Gözü neyi görürse değeri o kadardır insanın.”
“İnsan, gaybı gören göze malik olmadıkça insan olamaz.”
“İç yüzü yedi kat göğü bile kaplamış olan insan tam olarak anlaşılamamıştır.”
“Gerçi insanın aslı gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası layık değildir.”
“Gönül her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.”
“Kısacası, vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz... temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var.”
“Herhangi bir huy galipse hüküm onundur. Madende altın, bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır.”

Biraz önce atıfta bulunduğum eserinin bir başka yerinde Abdülkerim Ceyli ,.insana hitaben şöyle demektedir:
“Nefyi de, ispatı da bırak... Ve bak, Allah’ü Teala, seni kendi suretinde yarattı.
Yine bak: Hay, alim, kadir, mürid, semi, basir, mütekellim, (diri, bilen, güçlü, dileyen, işiten, gören, konuşan) sıfatları O’nundur. Ama bunlar sende de var... Bunların sende oluşu, bir gerçektir. Hakikattir... Böyle olunca, onların hangisi senden ayrılıp atabilirsiniz?.. Yapamazsınız. Çünkü elinde değildir; zira onlar yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Bir surettir ki, seni o suretin üzerine yaratmıştır.
Seni güzel sıfatlarıyla süslemiştir. Yüce isimleri ile seni yükseltmiştir.
Hele bir seyreyle:
O, haydir, diridir; sen de dirisin...
O, alimdir, bilendir; sen de bilirsin...
O, müriddir, diler, ister; sen de dilersin, istersin...
O, Kadirdir, güçlüdür; senin de gücün var...
O, semidir, işitir; sen de işitirsin...
O, basirdir, görür; sen de görürsün...
O, zattır, kendi başınadır, benzeri yoktur; sen de kendi başınasın, esasta bir benzerin yoktur...
O, camidir, toplayıcı bir vasıf taşır; sen de öylesin, her şey sende saklıdır, derli topludur...
O, mevcuttur, vardır; sen de varsın...
O, rübubiyet sahibidir, besler, büyütür; sen de öyle değil misin?
“Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz...”
Mealinde gelen Hadis-i Şerif de bu manayı teyit etmiyor mu?
O, kıdem sahibidir, evveli yoktur; sen de öylesin. Ezelden beri O’nun ilminde mevcutsun. İlmi ise O’ndan hiç ayrılmadı. O vardı, ilim de vardı. İlim, O’nun ayrılmaz bir vasfıdır.
Bu makamda müşahede gözünü kullan, düşün gör: O’na ne izafe ediyorsa sana da aynısı oluyor. Sana ne izafe ediyorsa O’na da aynısı oluyor.
Ne var ki, sonradan durum değişti. O, zatını izzet ve kibriya perdesine sardı, tekleşti...
Sana da, zillet ve acizlikte kalmak düştü. Önce aranızdaki nispet, tamdı; sahihti. Ama, burada o nispet kesildi, görünmez oldu...” (İnsan-ı Kamil, 65)
Her nedense, can okuyucum, hep dışarı bakıyoruz.Dışımızla, insanların dışıyla, dış dünya ile uğraşıp duruyoruz ... Ne kendi içimize bakıyoruz ve ne de başkaların içiyle meşgul oluyoruz. Hiç içimize bakmıyoruz.
Hep başkalarıyla meşgulüz; kendimizle, iç dünyamızla pek fazla ilgilendiğimiz yok. Durmadan dinlemeden sürekli başkalarına konuşuyoruz; kendimize, kendi nefsimize bir şey söylemiyoruz... Mütemadiyen başkalarını tenkit ediyoruz, kendimizi, kendi nefsimizi bir kez olsun hesaba çekmiyoruz.....
“Bunun içindir ki, yabancıyızdır kendi kendimize... Öyle dakikalar, öyle günler, hatta öyle haftalar olur, karşımızda sanki biz değil de bir başkası vardır; bizden uzak, bizden ayrı, duyguları bizim olmayan, belki üstündeki elbise bile...
Ömür yolunda ilerleyip bir hayli yol aldıktan sonra insan ister istemez şöyle bir arkasına bakıyor. Ordularının bozguna uğradığını acı bir ruh burukluğu, hazin bir alçalma, kahredici bir küçülme hissiyle seyreden bir mağlup kumandanızdır biz o zaman. Her şey bitmiş, her şeyin bir sonu gelmiştir, kendimizin de... Bizim için hayata hayat katan şeylerin boş olduğunu o zaman anlarız ama, iş işten geçmiştir...”

4 Temmuz 2010 Pazar

PEYGAMBERİMİZİN YETİMLERE ŞEFKATİ


Peygamberimizin yetim çocuklara apayrı bir şefkati vardı. Onlara çok müşfik davranırdı. Kendisi de yetim olarak büyüdüğü için, yetimliğin ne kadar acı ve zor olduğunu biliyordu. Yetimlere olan merhametinden dolayı, devamlı olarak onları korur, haksızlığa uğradıkları zaman haklarını arardı.

Ebû Cehil, bir yetimin vasisiydi. Çocuğun bütün malı yanındaydı, fakat ona koklatmıyordu.

Bir gün çocuk aç ve çıplak olarak geldi, malından bir-şey istedi. Ebû Cehil, azarlayarak yanından kovdu. Sonra da Kureyş’in ileri gelenleri çocukla alay ederek, “Muhammed’e git de, sana yardımcı olsun” dediler.

Onların bu kötü niyetini anlamayan saf ve masum çocuk doğruca Peygamberimize gitti. Halini arz etti. Peygamberimiz çocuğu yanına alarak Ebû Cehil’in bulunduğu yere geldi. Yetimin hakkını vermesini söyledi. Peygamberimizi karşısında gören Ebû Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malım iade etti.

Ebû Cehil’in bu uysallığını gören müşrikler, “Sen de sapıttın, Muhammed gibi çocuklaştın” diye onu küçümsediler.

Ebû Cehil tuhaf bir haldeydi. Onlara şöyle dedi:

“Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı.”

Peygamberimizin kendi evinden de yetim eksik olmazdı. Hz. Hatice ile evlendiğinde, Hatice validemizin ölen kocasından Hind isminde bir erkek çocuğu vardı. Peygamberimiz o yetime kendi öz çocuğu gibi bakmış, yetiştirmişti.

Yine Peygamberimiz Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde, beraberinde beş yetimi vardı. Peygamberimiz ona, beraberinde yetim çocukların bulunmasının evlenmesine bir engel olmayacağını söyledi ve öylece kabul etti. Bu çocukların babası Ebû Seleme seçkin Sahabîlerdendi. Bir savaşta şehit olmuştu. Bu çocuklar Peygamberimizden, öz babalarını aratmayacak, hatta daha sıcak bir şefkat görmüşlerdi.

Yapılan savaşlar sonunda şehit düşen Sahabîlerin çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz bu çocuklara ayrı bir ilgi gösterir, onları yalnız bırakmaz, ihtiyaçlarını karşılardı. Bazılarını da bizzat kendi himayesine alırdı.

Peygamberimiz bir bayram namazından sonra mescitten çıktığında, çocukların neşe ve sevinç içinde oynadıklarını gördü. Bir duvarın dibinde de perişan kılıklı ve mahzun bir çocuk ağlayıp duruyordu. Dikkatim çekti. Doğru onun yanına vardı.

“Yavrum, neyin var, niçin böyle üzgün duruyorsun? Arkadaşlarınla birlikte niçin oynamıyorsun?”

Çocuk bir yetimdi. Babası Uhud’da şehit olmuştu. Annesi de başka biriyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştı. Resul-i Ekrem Efendimiz çocuğun elinden tuttu. Başını okşadı, gönlünü aldı. Sevindirici bir haber verdi:

“Neden ağlıyorsun? Ben baban, Âişe annen, Fatıma kardeşin olsun, istemez misin?

Çocuk sevincinden uçacak gibiydi. Heyecanla, “Nasıl razı olmam, Yâ Resulallah?” diyebildi.

Peygamberimiz ismini sordu: “Buceyr” dedi. “Hayır. Senin ismin Beşir olsun” buyurdu.

Peygamberimiz çocuğu aldı, evine götürdü. Yedirip içirdi, üstünü başını giydirdi.

Karnı tok, sırtı pek olan çocuk bir süre sonra oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıktı.

Neden sevinmeyecekti? Babası Cennete gitmişti; ama şimdi babasının yerine geçen insan, bütün babaların en hayırlısıydı.

Arkadaşları Beşir’in halindeki değişikliği görünce etrafına toplandılar. Merakla sordular:

“Sen daha önce ağlayıp duruyordun. Şimdi nasıl oldun da bu hale geldin?”

Beşir cevap verdi:

“Açtım, doydum; çıplaktım, giyindim; yetimdim, Resulullah babam, Âişe annem oldu.”

Bunun üzerine diğer çocuklar Beşir’e gıpta ederek şöyle dediler:

“Ne olaydı, keşke bizim de babalarımız Uhud’da şehit olaydı da, biz de öyle bahtiyar bir babaya kavuşmuş olaydık.”

Peygamberimizin vefatına kadar Beşir bin Akra onun yanında kaldı. Peygamberimiz ebedî âleme göçtükten sonra Beşir için asıl yetimlik başlamış oldu. Şöyle ağlıyordu:

“İşte şimdi yetim kaldım, işte şimdi garip oldum.”

Yetimin sadece başını okşamak bile çok büyük bir sevap ve Cennet müjdesidir. Efendimiz bu sevabı şöyle ifade buyururlar:

“Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını ok-şarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse ile ben şu iki parmak gibi Cennette beraber olacağız.” Daha sonra da orta parmağı ile işaret parmağının aralarını açarak gösterdi.

Kocası öldüğü halde çocuklarının başında bekleyen, onları büyütüp yetiştiren, hayâta hazırlayan, edep ve ahlâk öğreten, dul bir hanımın, Peygamberimizin gözünde çok büyük yeri vardır.

Şöyle buyuruyorlar:

“Cennetin kapısını ilk önce ben açacağım. Bununla birlikte bir kadının Cennetin kapısını açmak üzere beni geçtiğini görünce:

“Ne oluyor, sen kimsin?” diye sorarım. O da:

“Dünyada iken yetim kalan çocuklarımın başını bekleyen bir kadınım” diye cevap verir.

Yetim çocuklara bakmak, ihtiyaçlarını karşılamak, bakım ve eğitimleri ile meşgul olmak insanın şahsiyeti, karakteri ve ahlâkı üzerinde de büyük etki yapmaktadır.

Ebu’d-Derdâ rivayet ediyor:

“Peygamber Efendimize bir adam geldi, kalbinin katılığından dert yandı. Resulullah (a.s.m) ona şu tavsiyede bulundular:

“Kalbinin yumuşak olmasını, ihtiyacın olan şeylere kavuşmayı ister misin?

“Öyle ise yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir ki, kalbin yumuşasın ve muhtaç olduğun şeylere kavuşasın.”

KULUM DER MİSİN?

Şiire revnak veren, onu kanatlandıran aşktır. Mevlânâ’ya göre: “Aşk öyle bir alevdir ki bir parladı mı Mâşuktan başka her şeyi yakar, âşıkın kendi dahil her şeyi yok eder.”

Zaten amaç budur, sadece sevilenin, mâşukun, Hakk’ın kalmasıdır. “Sen çıkınca aradan kalır seni Yaradan” demişler. Benim aradan çıkmam, benim benliğimden geçmem, benim fani olmamdır. Bunu sağlayacak en kestirme yol aşk yoludur, tarîk-ı aşktır.

Aşıklık nedir dersek, gene Mevlânâ cevap verir: “Ben ol da bil, benim gibi ol da bil.” Yani zor bir cevap. Zor sualin zor cevabı olur.

Bu konuda Erzurumlu Emrah’ı dinleyelim mi:

Biz tarîk-ı aşkın âşıklarıyız
Baş ü can vermişiz cânan bizimdir
Ne gamdan kaçarsın dîvane gönül
Kâşane bizimdir mihmân bizimdir

Bu nükte yetmez mi ârife kâfi
Sırra mahrem olan eylemez lâfı
Çık aradan sûfî, değilsen sâfî
Tekke-i aşk içre devran bizimdir

Emrah, bu makamda olandır velî
Hakk'a yakın, halka görünür deli
Elbet hatâ bizde demişiz, belî
Yazılan ahd ile peymân bizimdir

Şimdi de dilimiz döndüğünce bazı mısraları açıklamaya çalışalım:

Biz aşk yolunun yolcularıyız. Onun uğrunda fani olmuşuz, canımızı ve başımızı vermişiz, fakat sonunda cânânı, sevgiliyi, Hakk’ı bulmuşuz. O’na kavuşmanın hazzını yaşamaktayız.

Bu yol zordur, sıkıntılıdır, gamlarla kederlerle doludur. Fakat ey deli gönül, bu sıkıntılardan neye kaçalım, kaçmamalıdır. Çünkü sonunda kâşâneyi, cennet evini ve orada misafir olarak Cenab-ı Hakk’ı bulmuşuzdur.

Bunlar derin konulardır, ağır gelebilir. İsterseniz daha sade bir söyleyişle Hak sevgisini dile getiren bir şiire geçelim. Bekir Sıtkı Erdoğan bütün yolların Mevlâ’ya çıktığını şöyle anlatır:

Gariplik tuttu boynumdan
Büker Mevlâ'ya Mevlâ'ya...
Gözüm her derdi gönlümden,
Döker Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

Dolaştım beldeler, boylar
Urum, Türkmen, Arap boylar
Pınarlar, çeşmeler, çaylar
Akar Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

İnandım Aşk-ı Mutlak bir,
Gönül bir, sevgi bir, Hak bir.
Dilim doksan dokuz tekbir,
Çeker Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

İlahi zincirim çözdür!
Kaçıp gitmem sözüm sözdür,
Benim hürriyetim gözdür
Bakar Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

Musalla köşküdür karşın
Nasibin üç-buçuk arşın.
Hedeften kurtulan kurşun
Seker Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

Senin yurdun ırak eller,
Mekan tutmaz, garip kullar.
Bekir! Var git. Bütün yollar,
Çıkar Mevlâ'ya Mevlâ'ya...

Şâirimiz “İnandım Aşk-ı Mutlak bir, / Gönül bir, sevgi bir, Hak bir” diyor. Bu mısralardan cesaret alarak Cemal Safi’yi de kulak verelim. Cemal Safi, düpedüz bir sevgiliye, kanıyla, canıyla bir insana hitap ediyor. Ama şiirin adı “Besmele”dir ve sevgilisinin resmine bile besmele çekerek baktığını söylüyor.

Tasavvuf düşüncesinde mecazi sevginin bir gün hakiki sevgiye, Hak sevgisine götürebileceği kabul edilir. Mecazi aşk, hakiki aşka bir köprü olabilir. Leylâ Leylâ diye sonunda Mevlâ’yı bulanlar az değildir.

Evet “Besmele” başlıklı şiirimiz şöyle:

Her gün biraz daha yoruyor beni,
Hasretinle başa çıkamıyorum.
Her gece bir yerden vuruyor beni,
Sağ salim sabaha çıkamıyorum...

Savaşta geçirdim sanki bir ayı,
Düşmandan almadım ben bu yarayı,
Giderken verdiğin tek sigarayı,
Hatıradır diye yakamıyorum...

Vicdanın halimi hiç mi sormuyor?
Küsecek ne yaptım, aklım ermiyor!
Zalimsin demeye dilim varmıyor,
Tavrına bir isim takamıyorum...

Yeter ki mektup yaz canımı dile!
Yetmezse uğrunda çektiğim çile!
Nazar değer diye resmine bile
Besmele çekmeden bakamıyorum..

Şimdi bir “yalvarış” şiirine bakalım. Şâirimiz içindeki bilmeceyi çözmüş. Lâhûtîve ulvî sesler duyuyor. Yüce Allah’a kavuşmak istiyor. Ama her kâmil mü’min gibi “korku ile ümit arasında”dır. Hıçkırıklarla O’nun yoluna düşüyor. Tek isteği bağışlanmak ve Rabbinden “Gel kulum” diye bir davet almaktır.

Yavuz Bülen Bakiler’den “Yalvarış” şiiri:

YALVARIŞ

Siyah, korkunç ve derin

Geceler sizin olsun.

Dualar kadar serin,

Bana sabahı verin.

Beni içimdeki yâr

Gezdirdi diyâr diyâr

Sizin olsun tanrılar

Bana Allah’ı verin.

İçimdeki bilmece

Nursuz, uykusuz gece

Çözülsün hece hece

İçimdeki bilmece.

Nedir bu duyduğum ses

Nerde en güzel heves

Hani 'hu' diyen nefes

Nedir bu duyduğum ses?

Beni affeder misin:

Huzurunda bir sabah,

Dilimde ismin Allah

Ve yarım kalmış

bir ah İle gözyaşı döksem

Saatlerce diz çöksem

'Hadi kulum' der misin?

Beni affeder misin?

Yedilerle, kırklarla

Bir gün hıçkırıklarla

Yoluna düşeceğim

Bir gün hıçkırıklarla.

Dinleyin susun, susun

Suların hoş sesinden

Velîler nefesinden

Bir rüya kadar güzel

Bir ömür kadar uzun

İlâhiler okunsun

Dinleyin susun, susun


Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...