22 Ağustos 2010 Pazar


Mevlevî Şeyhi Ağa-zâde Mehmed Dede ve Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytini Şerhi
- 2 -

Onsekizin Sırrı, Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytinin Tercüme ve Şerhleri

Şerh-i Ağa-zâde Efendi Rahmetu’llâhi ‘Aleyh


Bi’ş-nev (în) ney çün şikâyet mîküned

Ez cüdâyihâ şikâyet mîküned

Elhamdüli’llâhi rabbi’l-âlemín ve’ssalâtü ve’sselâmü ‘alâ nebiyyihi Muhammedin ve âlihi ecma’în. Ammâ ba’d. Hakk tebâreke ve te’âlâ bu mevcûdâtı ketm-i ‘ademden sahrâ-yı vücûda getürdi. İçlerinden benî Âdemi mu’azzez ü mükerrem kıldı ve ‘akl nûrı ile münevver eyledi. Tâ kim bu ‘âlemde ‘ömrlerini zâyi’ itmeyüp niçün halk olunduklarını bileler, aña göre ‘amel idüp ma’rifet-i İlâhiyye tahsîl eyleyeler. Pes bu ‘âleme geldiler, üç fırka oldılar. Evvelki fırka ekall-i tâifedür ki mesâlih-i dünyâ vâsıtasıyle vatan-ı aslîlerin ferâmûş eylemediler. Ve vücûd-ı bey’ u şirâ ile bir an teveccühden Hakka hâlî olmadılar. Hakk ve celle ve ‘alâ bu tâife-i ‘aliyyenüñ hakkında “ricâlün lâ tülhîhim ticâratün velâ bey’un ‘an zikrillâhi”(1) buyurmışdur. Bunlar enbiyâlar ve evliyâlardur. İkinci fırka anlardur ki, bu ‘âlem-i fânînüñ telezzüzâtına aldanup nev’an Hakkdan gâfil olmışlardur. Bu tâife-i müzekkire vü münebbihe muhtâclardur. Üçüncü fırka, mekr-i şeytâna firîfte olup bi’l- külliyye Hakkdan gâfil ve zâil olmışlardur. Kâbil-i irşâd degüllerdür. el-‘ıyâzu billâh “velehüm âzânün lâ yesme’ûne bihâ”(2) bunlaruñ hakkındadur. Fırka-i evvelînüñ muktedâsı hâce-i kevneyn salla’llâhu te’âlâ ‘aleyhi ve sellemdür. Kur’ân ve teblîğ iledür. Fırka-i sâniye ki zümre-i erbâb-ı îmân ve kâbil-i iktisâb-ı ‘irfândur. Ve istimâ’ u ittisfâf ile emrolunmışdur. Netekim sûre-i A’râf’da vâki’ olmışdur: “Ve izâ kuri’el Kur’ânu festemi’û lehu ve ensıtû le’alleküm türhamûn”.(3) Hazret-i Mevlânâ kaddesa’llâhu sırrahu’l-‘azîz Mesnevî’sindeki fırka-i sâniyeye hitâb idüp bi’ş-nev ile bed’ eylemişlerdür. Hakk te’âlâ cümlemize işitmek müyesser eyleye.
Sâil su’âl itse ki: “Külli emrin zî bâlin lem yebde’ fîhi ismul’lâhi fehüve ebterun(4)” buyurulmışdur. Hazret-i Mevlânâ kuddise sırruhu’l-‘azîz Mesneví-i şerîfi niçün besmele ve hamdele ibtidâ itmedi? Cevâb oldur ki: “ Bi’ş-nev’inüñ ‘bâ’sı besmele ve hamdele makâmına kâim ve niçe esrâr u nikâtı cāmi’ bir harfdür, netekim Hazret-i İmâm ‘Ali kerrema’llâhu vechehû buyurmışdur:
“ Küllü mâ fi’t Tevrâti ve’l İncîli ve’z Zebûri mevcûdun fi’l Kur’âni ve küllü mâ fi’l Kur’âni mevcûdun fi’l Fâtihati ve mâ fi’l fâtihati mevcûdun fi’l besmele ve mâ fi’l besmeleti mevcûdun fi’l bâ”(5), ve dahı bilmek gerekir ki, evvelâ bi’ş-nev deyü semâ’a emr idüp gayr-ı ‘ibâret ile ibtidâ eylemedi(6). Kârında bir nükte dahı budur ki tarik-i Hakka sâlik olanlara ibtidâ vâcib olan istimâ’dur. Anuñ içün basardan ve sâir a’zâdan erbâb-ı tarîk katında sem’ efdaldür(7). Kemâ kâle sâhibü’t-Tefsîrü’l-Kebír: “i’lem ennehû essem’a efdalu mine’l basar, lienne’llâhe te’âlâ haysu zikrihumâ fi’l-Kur’âni kaddeme’s-sem’a ‘ale’l- basari ve’t-takdîmu delîlü’l fadli”(8) yine gelelim ‘alâ tariki’l isti’âre neyden murâd mürşid-i kâmil ve bir mükemmeldür ki kendüden ve halkdan fâní ve Hakkla bâkî ola.
Mesnevî:
Fânî zi hod u bedûst bâkî
În taraf ki nîstend ü hestend(9)
beynehümâ münâsebet-i tâmme vardur, lafzen ve zâten. Lafzen olan münâsebet oldur ki, ehl- i fürs ney kelimesin ekser mevâzı’da nefy ma’nâsına isti’mâl iderler. Mürşidân-ı ilâhî dahı ‘ârızî olan vücûdlarını nefy itmişlerdür. Ve ‘adem-i aslîlerine gitmişlerdür(10). Ve zâten olan müşâbehet oldur ki netekim nâyuñ derûnı gıll u gışdan hâlî olup sûretâ aña muzâf olan nağamât u elhân hakîkatde sâhibi olan nâyîdendür, kendüden degüldür. Kezâlik bu tâife-i
‘aliyyenüñ derûnları mâsivâdan hâlî ve nağamât-ı ilâhiyye ile mâl-â-mâldür. Ve her ne kadar kemâlât u âsâr u esrâr u hâlât ki bunlara nisbet olunur. Fi’lhakîka Hudâ-yı te’lânuñdur. Bunlar âlet vâki’ olmışdur(11).
Beyt:
Hikâyet-i dûrî vü şikâyet-i mehcûrî (12)
ehl-i gaflete tenbîh ve erbâb-ı hicâba ta’lîm içindür. Netekim Hazret-i Pîr bir mahalde buyururlar:
Mesnevî:
Reftenem sivâ vü nemâz u ân halâ
Behr-i ta’lîmest reh-i merr-i halk râ(13)
mertebe-i gayb-ı hüviyyetden cüdâ olup ve ‘âlem-i istiğrâkdan ayrılup ‘âlem-i mülke ve dâr-ı teklîfe geldügini hikâyet idüp mebde’ me’âdı bildirür. Bu tarîkle ihvân-ı safâyı irşâd murâd idinürler. Vallâhu a’lem bi’s-savâb.

1 “[öyle] kimseler [vardır ki,] bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı Allah’ı anmaktan, salâtta devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi gerekeni vermekten alıkoyabilir.” (Nûr: 37), Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Yay., İstanbul 1999, c. II, s. 717.
2 “Gerçek şu ki, Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen görünmez varlıklardan ve insanlardan çok canlar ayırmışızdır.” (A’râf: 179), Esed, age, c. I, s. 311.
3 “Bunun içindir ki, Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin, sesinizi kesip dinleyin onu, ki, [Allah’ın] esirgemesiyle kuşatılasınız!” (A’râf: 204), Esed, age, c. II, s. 315.
4 “Her mühim iş ki bismi’llah ile başlamamıştır, güdüktür”. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay., Ankara 1994, c. IX, s. 207)
5 “Tevrat, İncil ve Zebur’da olan her şey Kur’an’da; Kur’an’da var olanlar Fatiha’da; Fatiha’dakiler besmelede; ve besmeledekiler de ‘bâ’da mevcuttur”. (Hz. Ali’ye atfedilen bu söz için, Seyyid Hüseyin Nasr, Abdulkerim el-Cîlî’nin ‘el-Keşf ve’r-rakim fî şerh-i bismi’llâhi’rrahmâni’rrahîm’ adlı eserini kaynak gösterir. (S. Hüseyin Nasr, İslam Sanatı ve Maneviyatı, çev. A. Demirhan, İstanbul 1992, s. 42-43); Gölpınarlı, aynı sözün Ebû-bekr-i Şiblî (ö.334/945) tarafından da ‘Ben, b’nin altındaki noktayım’ biçiminde kullanıldığını nakleder. (Mesnevî ve Şerhi, c. I, s. 31); Bâ, harfiyle ilgili, diğer Mesnevî şerhlerindeki yorumlar için: Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, s. 525-526’ya bakılabilir.
6 Mevlânâ evvelâ bi’ş-nev diyü istimâ’a emr idüp gayrı ‘ibârât ile ibtidâ eylemedi. (Ankaravî,1289:23)
7 Anunçün basardan ve sâir a’zâdan ve ecvârihden dîn u tarîkatde sem’ evlâdur. (ve Fahrü’d-dîn-i Râzî Tefsîri’nden alınan aynı örnek): İsmâil-i Ankaravî, age, c.I, 23.
8 Nitekim, Tefsîr-i Kebîr’in müellifi (Fahrü’d-dîn-i Râzî )şöyle der: “ Bil ki, , işitmek, görmekten daha önceliklidir; çünkü Allâhu Te’âlâ Kur’ân’da bu ikisini zikrettiğinde, işitmeyi görmeden öncelemiştir. Ve bu önceleme işitmenin görmeye göre daha evlā olduğunun delilidir.
9 Kendimden fānî, dostla bākîdir; bu yüzden hem vardır hem yoktur.
10 Yine gelelim ney bir niçe vechden ‘ibâret olmak kâbildir. Evvelâ sûfî-i sâfî ve ‘âşık-ı vâfî derûnı mâsivâdan hâlî ve nefha-i Hakk’la mâlî olan mürşid-i ‘âlîden isti’âre ola. Zîrâ ney’ün insan-ı kâmile sûreten ve lafzen ve zâten münâsebet-i tâmme ve müşâbehet-i ‘âmmesi vardur. Sûreten olan müşâbehet sufret-i sîmâ ve şerh-i sînedür ki ‘âşık-i ilâhiyyenün reng-i bîrûnları ve hâl-i derûnları bu gûnedür (İ. Ankaravî, age, c.I, 24).
11 Nitekim nâyun derûnı gıll u gışdan hâlî ve anda olan nağamât u elhâna bâ’is u bâdî olan nâyîdür. Kezâlik bu tâife-i ‘aliyyenün derûnları mâsivâdan hâlî ve nağamât-ı ilâhi vü nefahât-ı rabbânî ile malîdür. Her elhân u nağamât ki nây’a nisbet olunur fi’l-hakîka Hudâ-yı müte’âlînündür. Bunlar ortada bir âlet-i mülâhaza ve mazhar-ı mu’âmeledür (İ. Ankaravî, age, c.I, 24).
12 Uzaklığın hikayesi, ayrılığın şikâyeti.
13 Benim sivāya, namaza ve o boşluğa gidişim, halkın acı yolunu öğretmek içindir.

Mevlevî Şeyhi Ağa-zâde Mehmed Dede ve Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytini Şerhi





Mevlevî Şeyhi Ağa-zâde Mehmed Dede ve Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytini Şerhi
-1-

Onsekizin Sırrı, Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytinin Tercüme ve Şerhleri

Mevlevîlerce kutsal bilinen 9 ve onun katı olan sayılar, mistik öğretinin âdeta omurgasını meydan getirmiştir. Bu inancın temeli, akl-ı küll ile nefs-i küll’ün 9 kat göğü meydana getirmesine dayanır. Bu göğün hareketiyle 4 unsur oluşmuş ve bütün bunlardan cansızlar, bitkiler ve canlılar doğmuş, böylece hepsi birden 18 sayısıyla kodlanan kâinat tasavvurunu şekillendirmişlerdir. Bütün bunların dışında özellikle Mesnevî’nin ilk onsekiz beytinin Mevlânâ’nın elinden çıkmış olması, sayı sembolizminin manevî plandan, bütün maddî plana yön vermesine sebep olmuştur(1). Mesnevî’nin ilk onsekiz beyti düşünülerek de, onsekiz rakamı üzerinde kutsal bir halka oluşturulmuş olabilir. Semâ’ya katılan semâ’zenlerin sayısı dokuz veya katları olmalıdır; kapıdan geçen derviş onsekiz gün hücresinde kapalı kalır; tarîkate yeni sülûk etmiş bir cân, ilk onsekiz gün üstünde getirdiği elbiseleriyle çalışır; hayderî cübbesinin yakasına, güğüs hizasına kadar inen ve istivâ denilen iki parmak eninde dokuz veya onsekiz sıra makine dikişi çekilir; tekbir edilen sikke, Hz. Mevlânâ’nın sandukası altında onsekiz gün kaldıktan sonra başa giyilir; cezalandırmada bile küstahın arkasına hafif darbelerle dokuz veya onsekiz değnek vurulurdu(2). Hulâsa, tarikat içinde sayının söz konusu olduğu her alanda, bunun dokuz, katları ve özellikle onsekiz olmasına özen gösterilirdi.

Mesnevî’nin yazılış öyküsü şöyle nakledile gelir:
Çelebi Hüsâme’d-dîn ashâbın İlâhi-nâme-i Hakîm Senâî’ye ve Mantıku’t-tayr-ı Ferîdü’d-dîn ‘Attar’a ve Mûsîbet-nâme’sine meyillerin gördü. Hazret-i Mevlânâ’dan der- hâst itdi ki esrâr-ı gazaliyyât çok oldu eger şöyle ki İlahî-nâme-i Senâî ya Mantıku’t-tayr tarzında bir manzum kitâb kılına tâ dostlarına yâdgâr ola gâyet inâyetdir. Hazret-i Mevlânâ fi’l-hâl dülbendinden bir kağıd çıkarıp Çelebi Hüsâme’d-dîn’in eline verdi ol kağıdın içinde ol Mesnevî’den on sekiz beyt
yazılmış ‘Bi’ş-nev ez ney çün hikâyet mî-koned // Pes sühan kütâh bâyed ve’s-selâm’ lafzına varınca andan sonra Hazret-i Mevlânâ buyurdu, sizin zamîrinizden bu dâ’iyye bu baş urmazdan evvel ‘âlem-i gaybden gönle bu ma’nâ ilkâ olmuş idi ki bu nev’ bir kitâb nazm olınca ve temam-ı ihtimâm ile Mesnevî’ye şurû’ gösterdiler..(3).

Bahsedildiği gibi ilk onsekiz beyit, bizzat Hz. Pîr’in elinden çıkmıştır. Bu kısım Mesnevî’nin özü, esası kabul edilmiş; geri kalan kısım, onsekiz beytin tefsiri olarak düşünülmüştür. Bu sebeple onsekiz beyti müstakil bir kısım sayanlar da vardır(4).

Mesnevî’nin ilk beytinin, ilk iki beytinin veya ilk dört beytinin şerhine rastlamak mümkündür (5) : Molla Câmî, Şerh-i du beyt ez Mesnevî(6); Nev’i Yahya Efendi, Şerh-i dü- beyt-i Mesnevî’sin)de ilk iki beyti şerhetmişlerdir(7). Mihalıçlı Hacı Mustafa Efendi’nin de ilk dört beyte şerhi vardır(8).
Yaygın bir gelenek olmasa da onsekiz beytin de şerh, tercüme veya nazmen tercüme edildiği görülür:
İsmâil-i Ankaravî (ö.1041/1631), Fâtihâtü’l-ebyât’da ilk onsekiz beytin ve Mesnevî’de anlaşılması güç bazı kelimelerin şerhini yapmıştır(9). İsmail Hakkı Celvetî (ö.1725) Rûhu’l-Mesnevî adını taşıyan iki ciltlik eserinde onsekiz beytin şerhini yapmıştır(10). Kerkük Türklerinden Hâlis (d.1797/ö.1858), Mesnevî’nin onsekiz beytini Kitâbü’l-ma’ârif fî şerh-i Mesneviyyü’l-şerîf adlı risalesinde Farsça nazmen şerhetmiştir(11). Bağdadlı Âsım (d.1803/ö.1887)’ın onsekiz beyte yaptığı şerh, Dîvân’ının sonunda yer alır(12). Mehmed Emin, Ravâyihü’l-Mesnevî’de onsekiz beyti şerhetmiştir(13). İhsan Mahvî (ö.1936), Mesnevî’nin onsekiz beytini şerh etmiş, fakat bu çalışma yayınlanmamıştır(14). Selçuk Eraydın, onsekiz beyti şerheden son isimler arasında yer alır(15).
İlk onsekiz beyit nazmen de tercüme edilmiştir:
Abdal (Şems)’ın Terceme-i me’ânî-i hij-deh ebyât-ı şerîf-i Mesnevî-i Ma’nevî’si Dîvan’ında yer alan manzum bir çeviridir(16). Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu(17), Mehmet Faruk Gürtunca(18) ve Âmil Çelebioğlu da Mesnevî’nin ilk onsekiz beytini nazmen tercüme edenlerden bir kaçıdır(19).
Ağa-zâde Mehmed Dede’nin ilk onsekiz beyte yapmış olduğu şerh, dikkat çekecek şekilde İsmâil-i Ankaravî’nin, Fâtihu’l-Ebyât(20)’tındaki ilk onsekiz beyit şerhine benzemektedir (benzerliklerin bir kısmı dipnotlarda gösterilmiştir).
Her ikisi de aynı asırda yaşamış bu iki Mevlevî müellifin eserlerindeki bu benzeyişi, hatta kimi zaman aynı cümleleri nasıl izah edebiliriz? Ankaravî, eserine önce Mesnevî’nin Arapça dîbâcesinin şerhi ile başlamış, sonra bazı kelimelerin izahını yapmış ve daha sonra ilk onsekiz beyti sırası ile şerhederek, altı ciltlik eserinin ilk cildinde yer alan, bazı araştırıcılardan tarafından bağımsız bir eser olarak da kabul edilen Fâtihu’l-Ebyât’ı kaleme almıştır. Ağa-zâde, pek mümkündür ki bu eseri okumuş (Ankaravî’den yaklaşık yirmi yıl sonra vefatını gözönünde bulundurarak, Ağa-zâde’nin etkilenen kişi olduğunu söyleyebiliriz); notlar almış; Ankaravî’nin eserini, muhtemelen ders verdiği geniş kitleyi düşünerek, sade ve anlaşılır bir dille özetliyerek, yer yer kendi düşüncelerini de dahil etmek sûretiyle eserini meydana getirmiştir.

1 Ekrem Işın, “Sembolizm ve Tasavvufi Hayat”, Hoş Gör Yâ Hû, Osmanlı Kültüründe Mistik Semboller Nesneler, YKY, İstanbul 1999, s. 9-10; A. Gölpınarlı, Mevlevîlerin onsekiz sayısına kutsiyet izafe ediş sebeplerini teferruatlı bir şekilde izah eder: Mesnevî ve Şerhi, KB Yay., Ankara 2000, s. 28-30.
2 N. Fazıl Duru, Mevlevî Şâirlerin Şiirlerinde Mevlevîlik Unsurları, Yayımlanmamış DT, Ankara 1999, s. 334-338.
3 Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns min Hazarâti’l-Kuds, trc. Lâmiî Çelebi, İstanbul 1289, s. 524; Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, MEB Yay., İstanbul 1995, s. 325-327; Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul 1318, s. 59; M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yay., Ankara 1984, s. 226.
4 M. Celâl Duru, Tarihi Simalardan Mevlevî, İstanbul 1952, s. 51-52.
5 Bkz., Âmil Çelebioğlu, Muhammediye, “Muhtelif Şerhlre Göre Mesnevî’nin İlk Beytiyle İlgili Düşünceler”, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, MEB Yay., Ankara 1998, s. 525-545.
6 Feyzi Halıcı, “Molla Câmi’nin Yeni Bulunan Bir Yazma Eseri Bu Eserde Mesnevî’nin İlk İki Beytinin Şerhi”, İÜ Edb. Fak. Türkiyat Arş. Merkezi, Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi Tebliğler, İstanbul 1988, ss. 375-384.
7 B. Mehmed Tahir, age, s. 437.
8
B. Mehmed Tahir, age, s. 40.
9 Erhan Yetik, İsmâil-i Ankaravî, İşaret Yay., İstanbul 1992, s. 88-89.
10 A. Gölpınarlı, Mevlâna Müzesi Yazmalar Katalogu IV, TTK Yay., Ankara, 1994, s. 125.
11 İ. Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yay., İstanbul 1988, c. I, s. 523.
12 S. Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, s. 105.
13 A. Gölpınarlı, Mevlâna Müzesi Yazmalar Katalogu, s. 198.
14 İ. Mahmed Kemal İnal, age, c. II s. 688.
15 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, MÜ İlahiyat Vakfı Yay., İstanbul 1994, s. 495-500.
16 Süleyman Şemsî Dede, Tuhfetü’l-Mesnevî ‘alâ Hubbi’l-Hayderî, İstanbul 1305s. 26-27.
17 Abdullah Ö. Hacıtahiroğlu, Mesnevî-Mevlâna, Ötüken Yay., İstanbul 1972:7s. 8.
18 F. Halıcı, B. Gökfiliz, Mevlânâ Güldestesi, s. 74-75.
19 Âmil Çelebioğlu, “Mesnevî’nin İlk Onsekiz Beytinin Manzum Tercümesi”, Türk Edebiyatı, 1990, S.195, s. 7.
20 İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1289, c.I, s. 1-44.

8 Ağustos 2010 Pazar

Bize Yakınlığını Kaybettirme

Bizler kirli sudan öylesine memnunuz. Oysa en safi kaynaktan, velilerin sohbetinden içmeye çağrılmışız.

Hazreti Rumi der ki: “Cemil-i Bakinin muhabbeti dışında herşey gerçek bir azaptır. Ölüme doğru gitmek ve hayat suyunu içememek azaptır.”

Miraç gecesinde muhteşem ramazan ayının tükenmez bir hazine olduğunu ifade eden çok dikkat çekici bir sohbet gerçekleşmiştir. Zat-ı Zülcelâl Resulüne şöyle buyurmuştur: “Oruç tutup da beni razı etmek için sessiz kalmayı tercih eden kuluma ne mükâfat vereceğim biliyor musun?” Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) “Ey Rabbim, bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Celal Sahibi Rabbimiz şöyle buyurdu: “Oruç tutup, sessiz olup, çok konuşmamak hikmettir. Hikmetin mirası ise gizli bir ilimdir. Gizli ilmin sonu da Bana yakınlıktır. Kendisini Beni razı etmeye ve Benim memnuniyetimi kazanmaya adayan kişiye üç tane mükafatım var: Ona öyle bir ilim vereceğim ki onun içinde hiçbir cehalet kalmayacak. Öyle bir zeka vereceğim ki içinde unutkanlık kalmayacak.Ona öyle bir muhabbet vereceğim ki Benden başkasını sevmeyecek. Benim kullarımın kalbi o kadar çok Benim sevgimle dolacak ki orada başka sevgiye yer kalmayacak. Beni sevenleri ben de seveceğim. Ona kullarımı da sevdireceğim. Onları gönüllerin Sultanları yapacağım.”

Her şeyden önce, yardımını almaya layık bir hal kazanmadan önce, doğru yola sevk etmenden önce, Senden bir şey istemeye layık hale gelmeden önce, kendimize sormalıyız: beka âlemlerine ihtiyacımız nerede? Lezzet-i ilahi için ihtiyacımız nerede? Toprak olma, yok olma, benliğimizi ezme ihtiyacımız nerede? Sana muhabbetimiz, aşkımız, özlemimiz nerede? Ey Rabbimiz, ihtiyaç duyulmadan nimet göndermezsin. Hz. Peygamber (s.a.v.) açlık kapısını çalmamızı emretmiştir. Önce cennetin enfes tadına vasıl olmanın hayalini kurmaya ihtiyacımız var, Seninle samimi sohbet etme arzusuna ihtiyacımız var, meleki varlıkların güzel varlıklarını görebilme ihtiyacımız var.

İmanlı bir hayat Vahid-i Ehade olan yakınlığımızı kaybetme tehlikesinden korkma hayatıdır. Onun rıza ve hoşnutluğunu kaybetmek! Bu nedenden dolayı biz daima kusurlarımız ve hatalarımızla meşgul olmalı ve bunlardan pişmanlık duymalıyız. “Ey Rabbimiz, daima istiğfar ve zikir içerisinde olan bir kul hasleti ver bize. Çünkü o unuttuğunda hatırlar, hata yaptığında tevbe eder.”

“Ey Rabbimiz, bizi Sana muhtaç et! Senin Azametin ve Rahmetin karşısında acizliğimizin, çaresizliğimizin, takatsizliğimizin farkına ne zaman varacağız? Senden başka kim, ihtiyaç duyduğumuz tek şeyin Sen olduğunun farkına vardıracak bizi? Ey Rabbimiz, Sana olan muhtaçlığımızı anlamak, hissetmek ve göstermek nasip et. Ya Rab, Senin mahlûkun olarak Sana olan muhtaçlığımızı kabul etmek için elimizden geleni yapmayı nasip et. Senin tek güç ve irade sahibi olduğunu, Aziz, Celil, Kahhar olduğunu bilirken, Senden başkasına nasıl ibadet ederiz? Senden başkasını nasıl sever, Senden başkasından nasıl korkabiliriz? Sen bütün dertlerin dermanısın, tehlikelerden ve şeytandan koruyansın, Senden başkasından nasıl yardım dileyebiliriz?”

“Yalnızlara beraberliğinle, zayıflığımıza kudretinle, fakirliğimize zenginliğinle, çaresizliğimize imdadınla, hasarımıza kazancınla karşılık verirsin. Senin hadsiz rahmet ve mağfiretinle gözyaşlarımız sermayemiz, zayıflığımız ziynetimiz, acımız şifamız, hatalarımız sevabımız, zillet servetimiz, esaretimiz şerefimiz, kusurlarımız selametimiz olur.”

“Bütün insanların atası Âdem (a.s.)’den, ağlamanın sermaye olduğunu öğrenmedik mi? Hepimiz onun evlatlarıyız. Kendime soruyorum “Onun arayış ateşini içimizde hissediyor muyuz?” Onun gibi ilahi ilhamlara mazhar oluyor muyuz? Allaha kulluk etmek ve onu sevmek için hadsiz şevk hissediyor muyuz? Âdem (a.s.)’in, âlemlerin Rabbine giden yolu pişmanlık, utanç ve tevbe ile döşediğini görüyor muyuz? Onun cennetten indirilmesinin, onu bütün sevgililere örnek hale getirdiğini, varlık çölüne sürülmüş bir adam yapmadığını ne zaman görebileceğiz? Celaleddin Rumi hazretleri der ki: “Sizi ne korkutuyorsa, o kadar kıymet ettiğinizi bilin. Bundan dolayıdır ki âşıkların kalbi taht-ı İlahiden büyüktür.” Ya Rab, sahteliğimizi gerçeğe dönüştür. Senden ayrılmak zorunda kalmış Âdem (a.s.)’in pişmanlık gözyaşlarını ve şiddetli muhabbetini paylaşmak nasip eyle”

“Ya Rab, varlık kafesimizi kır, dünyevi günlük meşguliyetlerin endişelerinden, dünyevi arzulardan, dünya sevgisinden bizi alı koy. Hodgamlık endişesinden uzak tut. Bizi huzur, sükûnet ve istirahata ulaştır. Kendimden uzaklaşmayı, nefsimi terk etmeyi, nefsime ait her şeyi vermeyi, ibadet ederken kendimden geçmeyi, kendimi duada fani etmeyi o kadar çok istiyorum ki. Kendimden uzaklaşıp kalbimin sessizliğini dinlemek istiyorum. Kendimi en rahat en huzurlu hissettiğim an Sana secde ettiğim andır. O anda hareketlilik sona erer, dünya sakinleşir, kâinat şalını üzerime örter. Onun sonsuz şefkatinin ve samimi himayesinin koynuna gizlenirim.”

Namaz... Bu evrensel ibadeti ettiğimizde, ona yer veren, ona zaman veren biziz. Onun değerini artıran ve ya azaltan biziz. Hiçbir zaman unutmayalım, vazifeyi yerine getiren biziz. Hadsiz derecede düşünceli, dikkatli, itinalı olmamız gerekiyor. En mükemmel ibadet olan bu ibadette, İlahi Huzura en yakın yere ulaşıyoruz ve Rabb-i Zül Celali vel İkramın, Padişah-ı ilahinin Huzurundaki en değerli vakitlerin tadını çıkarıyoruz. Elhasıl, ilahi ayetlerin üzerinde tefekkür etmeliyiz, şuur-u ilahi ufkumuzu genişletmeliyiz, göğüslerimizi açmalıyız ve nefesimizi varlığımızın en derin noktalarına doğru çekmeliyiz. Allah bizlere göz, kulak, dil, akıl vermiştir. Namazlarda, bütün bu cihazlarımızın kapasitesini son noktasına kadar kullanmalıyız. Bütün kalbimizle kendimizi vererek İlahi Huzura ulaşırız.

“Mihrabın manası sevdiğimize yönelmektir. Kâfirlerin kıblesi mükellef bir sofradır; müminin kıblesi ise Sensin! Tek düşüncemizin, tek aşkımızın, tek istirahatımızın, tek yönümüzün Sen olmasını diliyoruz. Seni yalnızca sözlerle ve dualarla sevmek değil kutsal evin Kâbe’ye yönelerek muhabbetimizi göstermek ve en muhteşem ibadet olan namazı yerine getirirkenki aşk ve şevkimizi artırmayı diliyoruz. Bir namazı bitirip de diğerini sabırsızlıkla beklediğimiz, Seninle ebedi randevumuz olan yere varmak istiyoruz.”

Allah dostu Rabia-tül Adeviyye’nin meşhur bir sözü vardır, der ki: “Varlığımız öyle büyük bir günah ki diğer bütün günahlar onunla kıyas edildiğinde küçük kalır.”

Resul-u Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle ifade buyurur: “Her Âdemoğlu ateşin besleyicisidir, secde izleri hariç.” Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir: “Sonra onu aşağının da aşağısına attık.”“Ya Rab, hepimiz suçlu ve borçluyuz zira hepimiz insanoğluyuz. Hatalarımızın kusurlarımızın, aşağılığımızın, acizliğimizin, gafletimizin farkına varmamızı nasip et ve kendi değerimizi artırmamıza ve içinde bulunduğumuz alçak ve rezil durumdan kurtulmamıza yardım et ve bizi insanlığın hakiki asaletine, değerine ve yüksekliğine ulaştır.”

“Ya Rab, şayet Padişahın eşiğinin tozu yeterliyse, peygamberlerin ayak izlerinin tozu en büyük veli zatlardan biri olan Mevlana Hazretleri için manen nurlanmaya yetiyorsa, bu bizim için ne demektir? Ya Rab, varlık kafesini param parça etmemize yardım et ki Senin kapının eşiğinde bir toz olalım ve Habibinin ayağının izinin tozu olalım.”

“Muhiddin-i Arabî (k.s.) der ki: ‘Maddi hayata meyledenler için hayat, deniz suyuna benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler.’ Dünyevi isteklerin, hırsların bir sonu var mı ki? Ya Rab, aşağının da aşağısına indirdin, Sana kaçmak, Sana koşmak, dünyanın yalancı cazibedarlığından kaçmamıza yardım et.”

“Kaynakta tükenmez muhabbet hazinesi var. Zaman yok, zemin yok, kişi yok, nesne yok, batma yok doğma yok, başlangıç yok son yok, şekil yok renk yok, gündüz yok gece yok, harf yok ses yok. Çeşmenden su içtiğimizde, ihsanların, lütufların, nimetlerin üzerimize coşarak akmaya başlayacaktır. Ya Rab, Sen ‘Fettah’sın, kapalı olanları açansın. Senin kutsi yakınlık diyarına girmek nasip et. Sen Kadı-ül hacatsın, bütün ihtiyaçları giderensin. Ya Rab, tertemiz saf kaynak suyunla susuzluğumuzu gider, bizi mahrum bırakma.’Ve Rableri onlara saf bir şarap içirdi. (İnsan suresi, 21)

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...