30 Ekim 2010 Cumartesi

MEVLANA


Mevlânâ

İnsan içi ile dışı arasında, madde ile mânâ arasında, ruhu ile bedeni arasında denge kurabildiği nispette huzura erebilir.

Mevlânâ’nın varlığı, O’nu okumak, O’nu düşünmek insana bir ömür boyu mutluluk verebilir. İnsan Mevlânâ’yı okuduğu, düşündüğü, önerilerini uyguladığı oranda büyür, arınır, temiz­lenir, yücelir, güzelleşir. Okumayan ve düşünmeyen kafalar ka­buk bağlar; insana ve hayata daracık bir açıdan bakar. Kısır bir döngü içinde hayatını götürür. Vardığı yargılar yanlış, noksan ve isabetsiz olur. O hayat da tüm rengini, tüm güzelliğini, şiiri­yetini kaybeder. Tatsız tuzsuz, zevksiz, anlamsız cılız bir yaşan­tıya dönüşür. Yazık değil mi? İnsanımız, aydın geçinenlerimiz okumuyorlar. Gazeteye bakmayı, okumak sayanlarımız var. Ga­zeteden kitaba geçmedikçe yetişmemiz, olgunlaşmamız imkân­sız. Güncel haberlerden, olaylardan, kalıcı, ebedî fikirlere, in­sanlığı yükselten, yücelten ideallere geçmedikçe nasıl yetişe­bilir, tekâmül merdiveninin basamaklarından birer birer nasıl çıkabiliriz? Düşüncelerinin temelinde, iyiyi, doğruyu, güzeli ve gerçeği görmek, bilmek, bulmak, onları yaşamak, uygulamak ol­mayan insanların tekâmülü nasıl mümkün olur?

Mevlânâ “Bu cihan bir zindandır. Biz de bu zindanda mahpuslarız. Zindanı del de kendini kurtar. Sen zamanın Yusuf’usun, gökyüzünün güneşisin. Bu çölden, bu zindan­dan çık, yüzünü göster. Surette sen küçük bir âlemsin ama, gerçekte en büyük âlem sensin” diyor.

Yunus gibi Mevlânâ da “ölüm” diye bir şey kabul etmez. Bunlara göre ölüm, insanın vücut ve dünya perdesini yırtarak ebedî hayata, en büyük sevgiliye kavuşmasıdır. Bundan dolayı, asla keder verici değil, neş’e, mutluluk veren bir olaydır; “şeb-i arûs”dur. Düğün gecesidir. Mevlânâ sadece öbür dünyada de­ğil, bu dünyada da ebediyete ulaşmış insandır. Yüzlerce yıldır, yaşayanlar üzerinde etkili olmakta, nice kuşaklara iyinin, güze­lin, doğrunun yollarını göstermektedir. Siz böyle bir insana nasıl öldü diyebilirsiniz? Doğudan batıya nice insanlar, onun mızrak mızrak yükselttiği ışıklarla aydınlanmakta, ruhları huzura kavuş­maktadır. Çünkü Mevlânâ’da bütün insanlığa hitap eden, şekil­leri aşarak, onların gönüllerine seslenen bir kudret vardır. O bir şehri, bir ülkeyi, bir dönemi, bir çağı aşan beşerî bir büyüklüğe ulaşmış, ışığını ve gücünü Kur’an’dan, Hazreti Muhammet’ten alan güzeller güzeli bir insandır. Mevlânâ’nın açtığı imân yolu, aşk yolu, altın bir nehir gibi, yediyüz yılın ötesinden bugüne ka­dar geliyor. Eserleri yüzlerce yıldır insanlara, gözleri ve gönülleri aydınlatan bir nur şelâlesi gibi akmakta, sevmeyi, varoluşun an­lamını, hayatın ve ölümün mânâsını öğretmektedir.

Alpaslanlar bize nasıl üzerinde yaşadığımız bu toprakları vermişlerse, Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Eşrefoğlu Rûmi gibi, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi gönül sultanları da bize ruhumuzu, mâneviyatımızı bahşetmişlerdir. Hepimizin üzerinde derece derece onların hakkı vardır. Madde ve ruh sentezini on­lar gösterdiler bütün insanlığa, bütün medeniyet âlemine. Bugün insanlığın bu tevhitten, bu sentezden uzaklaştığı için ne hale geldiğini görüyoruz. Bugün yeryüzünde sadece maddeyi tanı­yan, maddeyi ilâhlaştıran fertler ve toplumların insana ne kadar kötülük yaptıkları ortadadır. Hayata, gazete ile bakın, televiz­yonla bakın, dünyayı gezerek bakın, durumu bütün açıklığı, dehşeti, vehameti ile görürsünüz. Sadece maddeye önem veriş, insanı ve toplumu hayvanlaştırıyor, hatta daha aşağı hale geti­riyor. Sadece ruh olmak ise imkânsız, insanoğlu hem ruh, hem madde olan, maddî ve mânevî varlıktan, onların sentezinden meydana gelen, son derece karışık, kompleks bir varlık. Onun için huzur ve mutluluk, maddî ve mânevî güzellik, birbirine zıt olan bu iki kutup arasında bir denge, bir anlaşma, bir yakınlık kurmakla mümkündür. Bu en güzel, bu en büyük, bu en yüce sentezi insanlık tarihinde yalnız ve yalnız yüceler yücesi Hazreti Muhammed ve onun izinden gidenler meydana getirdiler. Mev­lânâlar, Yunuslar, bu millete, asırlarca ta köylere kadar ulvî kıy­metleri aşıladılar. İnsanda hayvanı aşan bir ruh dünyası, bir iç âlemi olduğunu telkin ettiler. Bunu en güzel, en faydalı şekilde sundular insanlara. İnsanın sadece vücuttan, maddeden ibaret olmadığını, içlerinde ulvî bir ruh taşıdıklarını, bunun Allah’ın ışı­ğı olduğunu, bunu unutanların hayvanlardan daha aşağı bir de­receye düşeceklerini, bu şekilde gerçekten, güzellikten uzakla­şacaklarını, insanların kendi içlerinde taşıdıkları bu yüceler yü­cesi gerçeğin farkında ve bilincinde olmaları gereğini duyur­dular.

Mevlânâ, “Kâfirim ben, bir kimse imân ve taat yolunda yürüyüp de bir ân bile ziyan etmişse” diyordu ve ilâve edi­yordu:

“Bu cihan sizin canlarınızın hapishanesidir. Kendinize gelin de o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir”.

Yeniden yeniye ve süratle yaratılmış olmak, ömrü ve bütün varlıkları daimî imiş gibi gösterir. Şu halde sen, her göz açıp kapamada ölüyor ve diriliyorsun.

Bu âlem halkı “hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın” diye yaratılmıştır.

Yunuslar, Mevlânâlar ve onların yolunda yürüyen büyük veli­ler, dünya işlerine, maddeye dalan insanları uyandırarak, onları kendi iç varlıklarına döndürerek, ebedî güzellikleri, solmayan rengi, pörsümeyen yeniyi kendi iç dünyalarında bulmalarına yar­dımcı oldular, yol gösterdiler, ışık tuttular. İnsanoğlu, kendi ken­dini, varoluş nedenini, neden dünyaya gönderildiğini unutunca, dünyaya, maddeye, ihtirasa dalınca, haliyle bir süre sonra iste­se de istemese de, kendinden, aslından, özünden uzaklaşıyor, kirleniyor, basitleşiyor, kötü ve âdi oluyor. İşte Yunuslar, Mevlâ­nâlar ve onların yolunda gidenler, insanları kendi varlıkları ve kâinat sırları üzerinde düşünmeye sevkettiler. Neden varım, va­roluşumdaki hikmet nedir, hayat nedir, insan nedir, insanın özü ve aslı nedir? Nasıl bir hayat yaşamalıyım ki, sonunda pişman olmayayım, soruları en güzel cevaplarını, bu gülyüzlülerin, bu güzeller güzeli insanların eserlerinde ve yaşantılarında buldular. Onlar insanoğlunun günlük işlere dalınca, kolayca unutuverdiği ebedî hakikatleri hatırlattılar, gündemde tuttular. Bunun temeli, insanın kendine dönüşü, kendinde kendini buluşu oluyordu. Allah’a, Resûlüne aşkla, inançla bağlanmak; yalansız, riyasız, şüphesiz, arı, duru bir gönülle onları sevmek Mevlânâ’yı öyle yüceltmişti ki, Galile’den 4 asır önce dünyanın yuvarlak olduğu­nu ve zıt kuvvetler arasında fezada döndüğünü, mikrop denilen canlı varlıkları mikroskopla değil, gözüyle gördüğünü, bugün dünyanın dört bucağında uygulanmakta olan psikiatrik tedavinin önce onun eseri Mesnevî’de görüldüğünü, Mevlânâ’ya karşı kal­binde, kafasında şüpheler taşıyanlara hatırlatmak isterim.

Açık söylemek isterim, Mevlânâ’nın sadece edebiyatını yapı­yoruz. Mevlânâ şöyle büyük, böyle büyük diye. Aynı sözleri radyolarda, televizyonlarda dinlemekten bıktık. Gazetelerde, dergilerde okumaktan usandık. Yıllardır aynı sakız çiğneniyor. Geçenlerde, bir arkadaşım ziyaretime geldi. Söz döndü dolaştı Mevlânâ’ya geldi. Bak dedi, yıl­lardır dinlemekten gına geldi. Bana Mevlânâ şöyle büyük, böyle büyük diye değil, Mevlânâ niçin büyük insan olmuş, ondan bah­set dedi. Bu satırları onun için yazıyorum. Bugün Türkiye’de psikiatri ile uğraşan profesörlerden kaç tanesi, ilk psikiatrik teda­viyi Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığını, hem de ayrıntılara ine­rek uygulamasını da gösterdiğini bilir? Yerli yabancı kitapları açın. Sizin burnunuza Freud’u sokacaklardır. Freud aşağı, Freud yukarı... Kendimizden, kendi özümüzden, aslımızdan, kendi öz kültürümüzden o kadar uzaklaşmışız ki, farkında de­ğiliz gerçeklerin. Uyur gezerler gibi şaşkın şaşkın dolaşıyoruz. Einstein’dan yedi yüz yıl önce izâfiyeti, zamanın izâfiliğini Mes­nevî’nin haber verdiğini kaç kişi biliyor?

Ne yazık ki, beylik övgü edebiyatının dışında, önemi, büyük­lüğü, ileri görüşleri oranında Mesnevî ne bizim insanımıza ve ne de dünya kamu oyuna gerektiği gibi tanıtılmamış, anlatılmamış bir eserdir. Mevlânâ’dan 389 yıl sonra dünyaya gelen, 17. yüz­yılın ünlü filozofu Descartes varlığının en büyük delili olarak dü­şüncesini görüyor ve o çok meşhur sözünü söylüyordu, “Düşü­nüyorum, o halde varım”, Mevlânâ, “Kardeş, sen tamamiyle düşüncesin. Geri kalanın kemik ve dokudur” diyordu. Hangi ifade daha güçlü, cevabını siz kendinize söyleyin. Bütün âlem nur ve şekillere bürünse, bu güzellikten ancak göz haberdar olur. Yüzbinlerce kulak, bir araya gelip sıraya dizilseler, yine aydın bir göze muhtaçtırlar. Gözün var ise, körcesine gelme. Gözün yok ise, âsâ elde et. Biri senin gözüne yılan gibi görünür de, aynı kimse başkasının gözünde sevgilidir.

Resûlullah Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde “Yarabbi, bana eşyayı olduğu gibi göster” buyurur. Ne garip, dünyayı kimi insan bir zindan, bir çöplük, bir kömürlük gibi görür, kimi insan cennet gibi görür. Nasıl, anlatılmaz bir izâfiyet var hayatta, biri­nin ak dediğine öbürü kara diyor. Her şeye görüşümüz nispe­tinde değer veriyoruz. Büyük sanatçı Rodin’e “Dünyayı nasıl görüyorsun, değiştirilmesi gereken bir yönü var mı” diye sormuşlar, gülmüş, hayır demiş, “Her şey o kadar yerli yerin­ce yaratılmış ki, değiştirilmesi gereken hiçbir yönü yok...”

Her şeye bilgimiz, kültürümüz, zekâmız, hayat tecrübeleri­miz kadar, anlayış, seziş, kavrayışımız kadar önem ve değer veriyoruz.

Mevlânâ, “Dostlarının sevinciyle sevinirsen, bu cihan sana bir gül bahçesi gibi görünür” diyor. İlâve ediyor “ey bayağı kişiler, sizler Firavunun dostusunuz da ondan Nil nehri size kan görünmektedir”. Doğruyu görme, doğru görme kolay ve önemsiz olsaydı, Peygamber hiç onu Allah’tan ister miydi? Nitekim bu cihan, Peygamberin gözüne Hak’kı tesbih eder göründüğü halde, bize göre cansızdır. Allah’ım, bu aldatıcı âlemde olanları, bize oldukları gibi göster. Hazreti Muhammed, “Yarabbi, çirkini bana çirkin olarak, iyiyi de iyi olarak gös­ter” diye dua ederdi.

Bir hastanın, hasta iken içtiği tertemiz, berrak bir su, bazen ona zehir gibi acı ve kötü gelir. İnsanlar da öyledir. Kötü niyetle bakınca, garazkâr bakınca, önyargılı olunca, onu olduğu gibi değil, kendi istediği gibi görür. Gönül gözlüklerimiz, kinden, ha­setten, kıskançlıktan temizlenmedikçe, hayatı ve insanları ob­jektif olarak göremeyiz.

Halk içre bir ayineyim herkes bakar bir an görür

Her ne görür kendi özün, ger yahşi ger yaman görür.

Hasetlerinden ve kıskançlıklarından kardeşleri Yusuf’u kurt gibi gördüler de onu kuyuya attılar. Şehvete düşkünlük, madde­ye tapma gönül gözünü kör ve sağır eder. Büyük Yunus ne gü­zel der:

Sağır işitmez sözü, gece sanır gündüzü

Kördür münkirin gözü, âlem münevver ise...

İnsanın gözü garaz, inat, ahmaklık gibi mânevî hastalıklarla malûl olunca, görüşü de o oranda değişir. Mevlânâ bu duyguyu ne güzel anlatır. “Bu cihan güneş ve ay ışığı ile doluyken, o bunu bırakmış, başını kuyuya sokmuş, hani aydınlık, der. Başını kuyudan çıkar da bak, a bayağı kişi, bütün âlem, o nuru buldu. Sen kuyuda oldukça ne faydası var?”

Zâhir görüş dışta kalan, insanı çok zaman yanıltan bir görüş­tür. Kıt görüş içi göremez, mânâya eremez. Kardeşleri Yusuf’un güzelliğini görmedilerse, bu güzellik Yakup’un gönlünden hiç eksildi mi? Sen önündeki aydınlık yolu görmezsin, taneyi görür de tuzağın sıkıntısını görmezsin. Ünlü fizikçi B. Houlle Vigue “acaba madde var mıdır” diye sorar ve şöyle der: “Eğer mad­de varsa, bir fizikçi olarak ben onun ne olduğunu bilme­diğimi itiraf etmek zorundayım”. Mevlânâ, mânâyı denize, maddeyi ise denizin köpüğüne benzetir. Köpüğün denizden meydana geldiğini, denize nispetle bir hiçten ibaret olduğunu beyân eder.

Dış varlık, zâhir âlem değişmelere, fenâ ve zevâle mah­kûmdur. Mânâ âlemine eren gözlerin karşısında, bu dış varlık bir sis gibi sıyrılır, çekilir gider. Her yerde mânâ âleminin sal­tanatı pırıl pırıl zuhur eder. Hâkim olan mânâ âlemidir. Bizler o muhteşem denizin üzerinde meydana gelip, az sonra tekrar denize karışan kabarcıklarız.

Mevlânâ, kalbin bir ayna veya berrak suya benzediğini, dış âlemdeki suretlerin o suya aksettiğini, fakat su veya ayna bulanık olursa, suretlerin onda görünemeyeceğini söyler. Ma­dem ki kalp duru berrak bir su gibidir; gayb âlemindeki haki­katlere ve esrara bir aynadır. Bu ilâhi sırlar, kalbin parlaklığı nispetinde ona akseder. Herkes, görüşü nispetinde gaybı, hayrı ve şerri bilir. Kim gönlünü daha çok cilâlamışsa, daha çok görür. Ona gayb âleminden suretler daha çok görünür. O insan zerrede bekâ güneşini, katrede denizin tümünü görür. Gözünü tozdan gizleyen bir katrede Dicle’yi görür.

Dünya ehli, balçıkla bulanmış suyu içmekte olduklarından, gönül gözleri kördür.

Her ne yüzle baksa göz, ayinede kendin görür

Vechini pâk eyle kim, mir’âta bühtan olmasın

İki gözünle önü ve sonu gör de, şeytan gibi şaşı olma. Sebepleri delip geçecek, perdeleri kökünden söküp atacak bir göz gerek...

Göz kemâle ermişse aslı görür. Şaşı olan kimse ise, fer’i görür. Kâinat bir sebepler zinciridir ki, her halkanın sonu Allah’a varır. Hak’ka hâl ile ulaşılır. Bu ancak hâlin ve zevklerin geliş­mesi ile mümkün olabilir. Hayvanî hislerimizi terketmeden, Allah aşkını hissetmek ve ona ermek, onu bütün güzelliği ve ihtişamı ile yaşamak imkânsızdır. Çekirdeğin dış varlığını toprağa vere­rek yepyeni bir hayata kavuştuğu gibi, bizler de bu fâni varlı­ğımızı Hak’ka vererek O’na ermeliyiz. İnsan görüşten ibarettir. Ondan sonrası kabuk. Görüş de dostu gören görüştür. Yunus, “Ayruk yüze nice bakar. Dost yüzünü gören kişi” der. Göz Hak’kı görmekle aydınlanır. Dostu görmek, ölümsüzlüğe ermek­tir; çünkü dostu görmek âb-ı hayattır. Yunus, “Senin sevgin bana yeter / Her nerede olur isem” der.

Dostun yüzünü gör, gözün de gönlün de aydınlansın. Gö­zünü de, gönlünü de aydınlat ki, dostun yüzünü göresin.

Kâinata, şu emsâlsiz güzelliklere, şu çılgın, akıl almaz gü­zellikteki her an yeniden varoluşa bir bak, ibretle, hayretle, hay­ranlıkla, alıcı gözle yeniden, tekrar tekrar bak...

Nereye yönelsek, orada Allah’ın vechini göreceğiz. O zaman Mevlânâ gibi vücudumuzun bütün hücreleri aşkla dolarak haykı­racağız, şarap bizden mest olmuştur, biz ondan değil, diye... Her an yok oluyor, yeniden var oluyoruz. Bir mânâ gemisin­deyiz. Sonsuz bir akış içindeyiz.

Sen yarasa değilsin. Gözünü aydınlığa alıştır.

Gönül gözünün açılıp kapanması, Allah’tandır. Yüce Resû­lümüz, Allah’tan, çirkini çirkin, Hakkı, Hak göstermesini dilerdi. Peygamberler, insanların görmediğini gördüklerinden dolayı, onları gizli şeylerden haberdar ettiler. Âkıbetlerinden haberler verdiler. Bu nedenle üstümüzdeki haklarını ödeyemeyiz. Yüce­ler yücesi Hazreti Muhammed, “Biz senin kalbini açmadık mı?” hitab-ı ilâhisine muhatap oldu da, Cebrail’in görmeye ta­hammül edemediği şeyleri gördü. Sonunda mü’min olacak kim­seyi önceden gördü. Sonunda kâfir olacak kimse de ona belli oldu.

Kâinat her an yepyeni oluşlar içinde, doyumsuz güzellikler içinde. Her an yeni bir varoluşu, yeni bir güzelliği yaşayan in­sanda, gam, tasa, kasavet, sıkıntı, bunaltı kalır mı? Büyük Yunus, ne güzel söylüyor, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası...” Dışarıdan o kadar çok şeyin yıktığı insan onları dinledikçe kendi içinde yeniden doğar. Mevlânâ fâni hayatında da ebediyete ermiş bahtiyarlardan biri idi. “Ölümümüzden son­ra türbemizi yerde arama. Bizim mezarımız âriflerin gönlün­dedir” diyordu. O’nun coşkun ruhuna ışık veren hidâyet meşa­lesi ancak Kur’an ve hadisti, sünneti Resûldü. O her zaman “Kur’an’ın kölesi, Hz. Muhammed’in yolunun toprağı” olmakla öğündü. Kabukla yetinmedi. Öze ve mânâya geçti. Gerçekleri içinde yaşadı. Dar bir doğmatizmin içinde saplanıp kalmadı. Olaylara daha geniş, daha engin açılardan baktı. Bir ömür boyu iç âlemini, sevgiyle, saygıyla, hoşgörüyle, edep, tevâzu, şükür, kanâat ve sabırla doldurdu. Kendisini, İslâm’dan, Kur’an’dan, Resûlullah’tan ayrı gören ve göstermek isteyenlerden şikâyetçi oldu... “Ben bu sözden de, bu sözü söyleyenlerden de davacı­yım” diyerek inancındaki samimiyetini belirtti.

Mevlânâ’ya göre şiir bir gaye değil, bir vasıtadır. Engin ruh âleminden gelen ilâhi sesleri şiir kalıbına dökmekle, onlara daha câzip bir şekil ve ifâde güzelliği kazandırmıştır. Mevlânâ, yaşa­ma sevincini, mutluluğunu, iç dünyasındaki güzelliklerle irtibatını kaybeden insanlara bir şifâ gibi gelir. Onların mânâ alemindeki yaralarını sarar, kopan uçları birleştirir, içle dış, madde ile mâ­nâ, zâhir ile bâtın arasındaki dengeyi sağlar.

Mevlânâ’da, san’at, tabiat, bilim, varoluş, estetik bir imaja bürünür. O ölümü bile güzelleştirir, derin bir anlam verir. Ölür­ken gülmeyen kimseye mum deme; aşk yolunda mum gibi eri­yenlerdir ki, dağılırken amber gibi kokular neşrederler...

O, bir ömür boyu solmayan rengin, pörsümeyen yeninin, ebedî güzelliğin simgesi oldu. İç âleminin derinliklerinden doğan en güzel mücevherleri zevkle ve cömertçe etrafına saçtı. Mevlânâ, Şems’in de etkisiyle, “kâl”e değil “hâl”e, söze değil davranışa, nazariyata değil tatbikata önem veriyor, yaşanma­yan, uygulanmayan bilgilerin, insana fayda vermeyeceğini, bir yükten başka bir şey olamayacağını tekrar tekrar söylüyordu. Bir toplantıda, hep başkalarından bahsedildiğini, falan şöyle yaptı, filan böyle uçtu denildiğini, böylece işin lâfa düştüğünü, boşuna zaman harcandığını gören Şems birdenbire yerinden fırlar ve şöyle hitap eder: “Ne zamana kadar başkalarının sözlerini naklederek övüneceksiniz. İçinizden bir kişi çıkmı­yor ki, “Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu” diye söze başlasın. Bu söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleridir. Bunlar kendilerine ait hâl ve makamdan bahset­mişler. Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyeceğiniz bir söz yok mudur?

Bir Kutsî Hadiste “Ben bir gizli hazine idim, muhabbet ettim ki bilineyim.” buyuruluyor. Kâinatın yaratılış sebebi aşk­tır. Allah’ın bulunması için de, AŞK BURAK’ı gerekir. Mevlânâ bir şiirinde, “Gönül gözünün Burak’ı üstünde sefa edenler, bulutsuz sissiz o ayı görürler” diye seslenir.

Aşk sözü ile Mevlânâ hep beraber gider. Tepeden tırnağa aşk... Dünya tarihinde aşkı, ilâhi aşkı böylesine dolu dolu yaşa­yan çok az insan vardır. Aşk Allah’ın sıfatıdır diyordu ve ilâve ediyordu. Ebede kadar bâkî olan şey, aşk ve âşıktır. Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşkta öl ki diri kalasın. Aşk şarabını iç­mek, her can taşıyanın harcı olsaydı, Şems’in aşkı âleme yayı­lırdı. Aşksız geçen ömrü ömür sayma.

Biz gafletimizden yoku var görüyoruz. Mevhum benlerimizin sesini dinliyoruz. Bütün kâinat, eşya, mutlak bir varlığa sahip değildir. Müstakil olarak vücutları yoktur. Her varlık HAKKIN’dır. Varlık diye gördüğümüz her şey Vücudu Mutlak’ın arızî sıfat­larının istihalesinden ibarettir. Bunun için, biz yoklarız. Bizim varlığımız da ademdir. Mevlânâ, her yaratılmışla beraberdir. “Ben her cemiyette inledim. İyi hallilere de fenalara da eş oldum” derken cümleye yâr oluşunu, af ve rahmetini, lütfunu, büyüklüğünü, açıkçası birlik mertebesinden cümleye dost olu­şunu ifade eder. Bir şiirinde, “Tepeden tırnağa kadar Allah diyerek Allah’a en yakın mertebeye geldim” der.

Mevlânâ, mânânın ölümsüzlüğünü ne güzel anlatır. “Ölü­mümüzden sonra mezarımızı yerde arama. Âriflerin gönül­leridir mezarımız bizim” der. Öyle de oldu, âşık gönüllerde, âriflerde, kâmillerde mekan tuttu.

“Âdemoğlunun eğer edepten nasibi yoksa, âdem değil­dir. Âdemoğluyla hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle kelâmullaha, Kur’an’ın bütün ayetlerinin mânâsı edepten ibarettir.” diyen Mevlânâ, hayat boyunca bü­tün hizmetini din ve Allah yolunda yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını sağlamak için çırpındı. Mevlânâ, bütün sözlerini duyarak söyledi, eserlerini yaşayarak verdi... Allah, Resûlullah, Kur’an-ı Kerim, hayatının, varoluşunun her zaman için tek rehberi oldu. O, Allah yolunun hakiki yolcula­rından biri idi. “Bizim Mesnevimiz, vahdet dükkânıdır. Onda Allah’tan gayri ne görürsen o puttur” derdi. Allah aşkını, maddî ve mânevî bütün dertlerin devası olarak gördü. Mevlânâ, Hazreti Muhammedi, insanlık tarihinde çok nadir görülen büyük bir aşkla, heyecanla, deliler gibi sevdi. Kâinatın yüzü suyu hür­metine yaratıldığı, o en büyük, o en yüce, o en güzel insana her şeyini fedâ etti. Yürüyüşünde O’nun vakarı, seslenişinde O’nun belâgati, yaşayışında O’nun tevâzuu, sadeliği, güzelliği, muaşe­retinde O’nun iffet ve nezâketi, yüzünde O’nun tebessümü vardı ve başında O’na ümmet olmanın şeref tâcını taşıdı. Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an-ı Kerimin kulu, kölesi, hâdimiyim de­di. Ey insan sen güzellik Yusufusun, dünya kuyusuna atılmışsın, seni bu karanlık kuyudan kurtaracak tek çare, Kur’an’a sımsıkı sarılmandır. Eğer sen, mukaddes Kur’an’ın dergâhına kaçarsan, orada bütün peygamberlerin ruhlarıyla görüşürsün diyen Mev­lânâ en büyük zevki Allah’a ibâdet ve zikirde buldu. Nefis şey­tanı diyordu, o nimetten, o mânevî lokmadan yemedikçe nasıl müslüman olur? Kâr, ancak takvada, dinde ve güzel amel­lerdedir ki, iki âlemde de felâh bunlarla olacaktır.

Mesnevî’nin beşinci cildinde, “sufi, zamanının içerisinde yaşamasını bilmelidir.” der. Tasavvufun şartı, geçmişe ve ge­leceğe bakmayıp, vaktin hükmünü vermektir. Kızmaya ve çat­maya, şikâyete kendini kaptırmayıp, içini kargaşadan ve kalbini dünya tasalarından, olurdu olmazdı’lardan boşaltıp, arı ve duru eylemektir.

Mevlânâ’da yaşama san’atı sabırla başlar. Sabır dayanabil­mek, güçlüklere katlanabilmek san’atıdır. Olgunluk, günlük ya­şantısında sade ve basit olanı seçebilmek, uygulayabilmek, bir zevk haline getirebilmek san’atıdır. Ancak bu suretle doğruyu düşünebilme, doğruyu görebilme ve doğruyu yaşayabilme im­kân dahiline girer. Gösterişi, çalımı, cakayı bırakmadan bütün bunlar nasıl mümkün olur? Yaşama san’atının temeli sabırdır. İftiraya dayanmak, kötü düşüncelere, yalana, çamur atmalara, kuşkulara... dayanmak sabır işidir. Sabır, insanı affetmeye yö­neltir. Yaşama san’atı için zorunlu durumlardan biri de affede­bilmektir. Karşılık vermemektir. Kurtuluş için affetmekten başka çare yoktur. Mevlânâ, “Sevdiğin işi her gün azar azar yap. Belki böylece kendine yeni bir yol bulursun.” buyuruyor ve ilâve ediyor. Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Benim sana anlatabileceğim, ancak senin anlayabileceğin kadardır. İş dediğin yapmaktır, söylemek değil. En büyük israf ömrün beyhude yere sarfıdır. Sabır, sevincin anahta­rıdır. Sevgi ve acımak insanlık vasfıdır. Kötülükten kork. Yaptığın kötülük bir tohumdur, mutlaka yeşerir, Allah’a an­cak sabır ile ulaşılabilir.

Efendim, sohbetimizin sonuna yaklaşıyoruz; konumuz bir güzel insan, seçilmiş insan olunca, ondan söz etmek bile bütün varlığımızı aşkla, heyecanla, özlemle doldurmaya yetiyor... İn­san... Bilinmeyen insan... Aleksi Karel boşuna “İnsan bu meç­hul” dememiş, insan halledilmeyen çözülmeyen muamma... Kudretine pâyân olmayan yüce varlık... Ancak bu kudret maddî değil. Madde itibariyle çok zayıf, âciz olan insan mânâ itibariyle muazzam bir kudrete sahip; bu kudretle madde üzerinde tasar­ruflar yapıyor. Mevlânâ bu insanların içinde yaşamış, sevmiş, sevilmiş, okumuş, gezmiş, kâinat kitabını en güzel şekilde oku­muş ve yorumlamış, seçkin, nâdir, bir güzel insandır. O aşk sa­natının ustası, O söz sanatının ustası, o yaşama sanatının us­tası, bir güzeller güzelidir. Mevlânâ’nın en büyük meziyeti, kâi­nata hem akıl, hem gönül gözü ile bakmasında, bu iki âlemi en güzel şekilde birleştirerek, yepyeni bir uygarlık ve insanlık anla­yışını, madde ile mânâ, iç ile dış, zâhir ile bâtın arasındaki en güzel sentezi insanlığa sunmasındadır. Ne yazık ki günümüz in­sanlığı, insanlık anlayışı henüz bu düzeye gelemedi. Henüz o gül bahçelerinin kokularını koklayamadı. Öteden beri bir düşün­cem var. Yıllardır içimde büyüyen gelişen... Efendim, dünyayı bir vücut olarak düşünürsek, Asya bu vücudun kalbi, batı dün­yası, Avrupa beyni oluyor. Batıda akıl, doğuda gönül egemen, ama tek başına ikisi de yetmiyor. Bakıyoruz, geziyoruz, görü­yoruz. Doğu da perişan, batı da... Ancak ikisi bir araya gelince, bir sentez halinde birleşince, yepyeni bir insanlık, uygarlık, irfan güneşi doğacak; ikisinin en güzel terkibini önce Resûlullah Efendimizin, Muazzez, Mukaddes, yüceler yücesi varlığında gö­rüyoruz. Dikkat buyurun mübarek Anadolu toprağı doğu ile batı, Asya ile Avrupa arasında atılmış bir köprü gibi, işte bu güzelim terkip bundan sonra da bu topraklarda yetişen insanlar tarafın­dan yapılacak. Yarınki büyük, güzel uygarlık sentezini düşünüp, uygulayıp, insanlığa sunacaklar. Bütün insanlık, kendi kurtulu­şunu getirecek Yunusların, Mevlânâların, Erzurumlu İbrahim Hakkıların torunlarını bekliyor. İşte o zaman, “sevmek devam eden en güzel huyum” diyecekler, “sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diye haykıracaklar... Evet, maddenin helâk uçurumuna dev adımlarla koşan insanlığı ancak bu kur­taracaktır. Bu senteze, fert ve toplum olarak ulaşmadan, sağ­lıklı, huzurlu ve mutlu olmayı beklemek boş bir hayalden başka nedir ki...

Efendim, çok eskiden bir adam hamama gider. Yıkanmak için kil ister. Kullanırken kilin mis gibi gül koktuğunu görür. Sorar. Sen bir topraksın, nasıl böyle gül gibi kokuyorsun, der. Toprak cevap verir. Haklısınız der. Ben bir alelâde topraktım, ama üç gün gül ile sohbet ettim, arkadaşlık yaptım da...

İnşallah bizlere de o gül yüzlülerle arkadaşlık yapmak, soh­bet etmek nasip olur. Hepinize gönüller dolusu selâmlar... sev­giler... saygılar...


Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...