26 Aralık 2010 Pazar

MUM GİBİ HANİ


MUM GİBİ HANİ
.

Mum gibi hani.

Yanman gerektiğini bilirsin. Çünkü mumsun.

Yakarlar ve yanmaya başlarsın.

Yandıkça hem erirsin hem de diplerin donar ve olduğun yere yapışır ve devinemezsin.

Işık verirsin ama mumsun güneş değil ki.

Acın kenarlarından damladıkça göz yaşı gibi seni olduğun yere daha çok mıhlar.

Bir kez yanmaya başladın mı, birisi söndürmedikçe erimekten başka yolun yok. Söndürse de yine yakacaklar. Bilirsin. Sonunda eriyip yok olmak kaderin.

Mumsun çünkü.

Pervaneler? Diye sordu birden.

Sadi’den anlatıyım dedim.

Dinle:

“Sadi-i Şirazi şöyle hikaye eder,

Çok iyi hatırlıyorum. Bir gece uyuyamadım. Gözüme uyku girmedi. Pervanenin, muma şu sözleri söylediğini işittim.

Ey sevgilim! Hadi ben aşığım, yansam da yeridir. Peki ya sen neden yanıyor, niçin ağlıyorsun?

Ey benim biçare aşığım! Benim yanmama, ağlamama sebep nedir bilir misin?

Benim tatlı balım vardı. Beni ondan ayırdılar. Şirin’im haksızlıkla elimden alındı. İşte Ferhat gibi tepemden ateş çıkıyor. Gece meclisi aydınlatan ışığıma bakma. İçimi yakan ateşe bak.

Mum, hem bu sözleri söylüyor, hem de sararmış yanağından sel gibi gözyaşı dökülüyordu.

Mum, sözüne devamla pervaneye dedi ki:

Ey pervane! Ey aşk iddiacısı! Aşk, senin için değil. Seninki bir kuru iddiadan ibaret. Sende ne sabır var, ne metanet ve tahammül.

Sen azıcık bir ışık ve ateş gördün mü, hemen yanıyorsun. Ben ise tamamıyla yanıncaya kadar dikilip duruyor, dayanıyorum. Aşk ateşi senin yalnız kanadını, benim ise vücudumu, baştan aşağı yakar.

Sadi de mum gibidir. Dışı parlaktır, ama içi yanmıştır.

Artık gece bitiyor, sabah oluyordu. Peri yüzlü bir hizmetçi gelip mumu söndürdü.

Zavallı mum, dumanı tepesinden çıkarken:

Aşkın sonu budur işte, dedi ve can verdi.

Aşıklığın ne demek olmak istersen anlatayım: Ölmek suretiyle yanmaktan kurtulmak...

Sevgilisi eliyle öldürülen aşığın mezarına gidip de ağlama, bilakis sevinerek şöyle de:

Ne mutlu ona! Sevgilisinin makbulü olduğu için sevgili onu öldürmüştür.

Aşık isen bu dertten kurtulmaya çalışma: yalnız Sadi gibi garazsız, ivazsız aşık ol.

Aşık bir fedai demektir. Nasıl ki, bir fedai gayesine varmadıkça emeline erişmedikçe başına taş ve ok yağsa meydandan çekilmezse, aşık da öyledir.

Ben sana denize açılma demiyorum. Açılacak olursan tufana bile katlan, diyorum.”

Nasıl hissediyorsun dedim.

Daha rahatım dedi. Biraz ferahladım sanki. Sermayesi kendisi olan bir tüccar gibi. Korkulara rağmen yanmak. Erimek.

Sermayeyi sevgiliye bağışlamak diyelim. Yakanın da sevgili olduğunu bilirsen. Bir de maddi olanı eritince can mumu olacağını söylersem?

Bu söylediklerinizi beş duyumla bir yere oturtamıyorum.

Aklıyla ve beş duyusuyla bir mum yanmaya gönüllü olur mu?

Olmaz tabi ki dedi.

Aklımıza şunu söylesek dedim. Canları ebedileşmişlere baksak. Başta Peygamberlere sonra da kutup yıldızı gibi olanlara. Bunu neyle elde etmişler. Herkes onlara yaptığınız akıllıca değil demediler mi sence de.

Dediler dedi.

Akılla alınacak yol ancak bu kadar.

Bir adım daha. Küçük bir adım daha. Sonra birazcık daha. Derken sabah olur zaten. Ardı dinginlik ve sükunet.

Güven bana.

Dr Faik Özdengül


Kur'an Vahyi ve Hedefi



Kur'an Vahyi ve Hedefi

Dr. Emin Işık

Kur'an-ı Kerim ahir zaman nebîsi Hazreti Muhammed Mustafa'ya ilahî vahiy yoluyla gönderilmiş olan semavî kitabın ismidir.

Kur'an lügat anlamıyla okumak, sürekli okumak ve ezbere okumaktır.

Dindeki ve lügattaki manalar birlikte gözetilecek olduğunda, müslümanın din kitabı olan Kur'an, aynı zamanda onun el kitabı ve okuma kitabı demektir.

Allah herşeyin üstünde ve bütün maddî anlayışların ötesindedir. Hiçbir bilgi, hiçbir düşünce ve tasavvur, O'nun varlığını kavrayacak ve açıklayacak güçte değildir. Allah ruh olmadığı gibi, ruh veya melek cinsinden de değildir. Ruha göre beden nasıl maddî bir şey ise, Allah'a göre ruh da öyle maddî bir şey sayılır. Düşünce ve tasavvurlar saf hallerinde ruha benzerler. Onlar kelime kalıpları içine girince bedenlere girmiş gibi olurlar ve birer varlık kazanırlar.

Onlar için kelimeler birer madde ve beden hükmündedir. Kelimelere göre de manalar tıpkı ruh gibi latif (ince) varlıklardır. Hz. Mevlana'nın, "Fîhi-Ma-Fîh" de açıkladığına göre; henüz kelime haline gelmemiş olan fikir ve ilhamlar dahi Allah'a göre katı birer madde hükmündedirler. Çünkü Allah, onlardan ve herşeyden daha "latîf" dir. O yüceler yücesi "sübhan" ve mütealdir. (1)

Allah, aynı zamanda ilim, irade ve kudret sahibidir. Mülkünde hükümrandır, sonsuz kudretiyle herşeye kadirdir. Kullarına iletmek istediği emir ve iradesini semavî bir haberci (melek) vasıtasıyla insan cinsinden bir elçiye (peygambere) açıklayabilir. Bu Allah'a zor gelen ve imkansız olan birşey değildir. Şüphesiz Allah lisan sınırlarının üstünde ve bu gibi kayıtların ötesindedir. Lisanlar beşerî şeylerdir. Vahyin dilini tarif için tamamen mecaz olmak üzere şöyle bir misal getirilebilir: Peygamberler elektrik ampüllerine benzetilebilir. Vahiy ise elektrik akımı gibidir. Elektrik akımı ampüle gelince, her ampül kendi rengine göre ışık verir. (2)

Vahyin tebliği ile ilgili bir Kur'an ayetinde "Biz, kendi kavminin dilinin dışında hiç peygamber göndermedik." (3) diye buyurulmaktadır. Ayette açıkça görüldüğü üzere, lisan kavme izafe edilmiş, böylece dilin sosyal ve beşerî bir vakıa olduğuna dikkat çekilmiştir. Oysa yine Kur'an-ı Kerîm ayetlerinde peygamberlere gelen vahiyle ilgili olarak "ruhan min emrina" (4) ve "nur" (5) gibi ifadeler kullanılmak suretiyle vahyin, Allah'ın yüce, ruhanî ve nûranî bir işi olduğuna işaret edilmiştir. "İlahî kelam", "Vahy-i metluvv" ve "Kelam-ı Kadîm" gibi tabirlerin, beşerî manadaki lisan ve kelam anlamına olmadığını, ondan çok üstün bir mahiyet ve özellik taşıdığını bilmek gerekir. "Allah kelamının diğer kelamlar üzerine olan üstünlüğü, Allah'ın mahlukatı üzerine olan üstünlüğü gibidir." (6) buyurulmuştur. İlahî kaynağı itibariyle "Bî huruf-u lafz-u savt" olan, yani; harf, kelime ve ses gibi unsur ve kayıtlardan uzak bulunan vahiy, peygamberlerin ağzından kelime ve cümleler olarak çıkmış bulunmaktadır.

Peygamber efendimizin 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca çeşitli zamanlarda, ayetler ve süreler halinde gelen Kur'an-ı Kerîm, bizzat peygamber efendimiz tarafından vahiy katiplerine yazdırılıyordu. Peygamber, yazılanları okutuyor ve lüzum görürse düzeltiyordu. Gelen ayetler bir taraftan da çok sayıda sahabe tarafından ezberleniyordu. Zaten her müslüman, namaz kılabilmek için Kur'an'dan belli bir miktarı ezbere bilmek zorundadır. Peygamber efendimizin sağlığında, Kur'an-ı baştan sona ezberlemiş bulunan yüzlerce hafız sahabî vardı. Peygamberin vefatından hemen sonra, Hz. Ebubekir zamanında söz konusu yazılı Kur'an metinleri derlenip mushaf haline getirildi. Böylece Kur'an'dan bir şeyin unutulmasına, ya da kaybolup gitmesine meydan verilmedi.

Kur'an vahyi, yazı ve ezber metodunun çifte garantisi ve kontrolü altında, ilk ve orijinal şekliyle kutsal bir emanet ve miras olarak nesiller boyunca korunmuş ve günümüze kadar ulaşabilmiş olan tek semavî kitaptır. Bu husus, öteki din kitapları arasında, yalnızca Kur'an'a mahsus bir özelliktir. Eldeki mushaflar, peygamber tarafından yazdırılmış bulunan orijinal nüshanın kesintisiz devamıdır. Oysa günümüzdeki Tevrat ve İncillerin ilk ve orijinal metinler olmadıkları, Yahudî ve Hıristiyanlarca da bilinen bir gerçektir.

Kur'an'ın kendine mahsus okunuşu demek olan Kıraet ve talîm konusunda da Peygamber efendimizden beri uygulanan usul ve geleneklere riayet edilir: Her muallim Kur'an öğrettiği talebesine icazet verirken, kendi üstadından öğrendiğini aynen öğrettiğini belirttikten sonra, ayrıca, Hz. Peygambere kadar olan hocalar zincirini tek tek ve isim isim kaydeder.

Basit bir iş konusunda çıkan anlaşmazlığın çözümünde bile yapılacak ilk iş, sözleşmenin asıl ve orijinal nüshasına müracaat etmektir...

Bir elyazması kitabın çeşitli yazma nüshaları arasında tercih yapmak söz konusu olduğu zaman da müellifin kaleminden çıkmış olan asıl nüsha esas alınır...

"Kutsal semavî kitapların çağdaş tecrübî bilimlerin ışığında incelenmesi" düşüncesiyle çok ilgi çekici bir araştırma eseri ortaya koymuş bulunan Fransız Tıp ve bilim adamı Prof. Dr. Maurice Bucaille, "Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim" adıyla yayınladığı eserinde, vahyin aslî hüviyetiyle ve orijinal şekliyle korunmuş olmasının, din açısından önemine dikkat çekiyor ve bunun basite alınmaması gerektiği üzerinde ısrar ediyor.

Hemen belirtelim ki, bu çalışmalar sırasında Kur'an vahyinin, diğer kutsal kitaplara üstünlüğünü gören yazar sonunda İslamiyeti seçmiş ve müslüman olmuştur. Kur'an sadece emretmek ve yalnızca bilgi vermekle kalmaz. Önemli konuları sık sık tekrarlamak ve telkin etmekle muhatabanı ikna etmeye, iman sahibi kılmaya çalışır.

Kur'an-ı Kerîm, en uzunu 286 ayet, en kısası 3 ayet olmak üzere 114 süreden meydana gelmiştir. Toplam ayet sayısı, sayımda gözetilen bazı usul farklarından dolayı ihtilaflı olmakla birlikte, halk arasında yaygınlaşmış olan kanaata göre 6666 ayet diye bilinir. Kur'an ayetlerinin, yaklaşık da olsa, akılda kalmasına yardımcı olan bu rakamın pratik bir değeri bulunduğunu kabul etmek gerekir.

Kur'an'dan ilk gelen ayetler "Alak" süresinin ilk beş ayeti olduğu konusunda ittifaka yakın bir görüş birliği bulunmaktadır. Ramazan ayı içinde ve Kadir gecesinde, gecenin bitmeye yüz tuttuğu, fecir vaktinden, az önce, yani sahur vaktinde geldiği hem hadis rivayetlerinde hem de Kuran ayetlerinde ifade edilmiştir. "Velleyli iza 'as'ase, vassubhı iza teneffese" (7) Bitmeye yüz tutan gece ve soluğu duyulan sabah vakti tabirleri söz konusu zamanı belirleyen ifadelerdir.

O gece Hira mağarasının önünde Peygamber efendimize gelen ilk ayetler mealen şöyledir:

"Oku! Rabb'inin adıyla.
"O'dur yaratan."
"Yarattı insanı bir damla sudan!"
"Oku! Keremi bol Rabb'in lütfetti."
"Kalemle insana yazı belletti."
"Bilmediği nice şeyi öğretti."

Görüldüğü gibi, bu ilk vahiy, okuyup öğrenmeyi emrediyor, bilgi sahibi olmayı öğütlüyor. Bilgi sahibi olmayı yaratılmış olmak kadar mühim ve ona eşdeğer bir olay sayıyor. Bunu insan olarak yaratılmanın icabı ve insan olmanın temel şartı gibi takdim ediyor.

Aslında Kur'an zaman zaman "beşer" tabirini de kullanır. Ancak "beşer" tabiri ile "insan" tabirini çok farklı ve değişik maksatları ifade için kullanır. Bu konuyla ilgili olan ayetlerin bütününden çıkan sonuç odur ki; Beşer canlı türleri arasında kendine mahsus özellikleri olan türün adıdır. Oysa "insan", beşer olarak doğan bu canlının, bilgi edinerek kültürel bir muhteva kazanmış olan ileri halidir, bilgiyle donatılmışıdır. Bu husus Bakara süresinin 30-32 ayetlerinde ve Rahman süresinin ilk ayetlerinde aynı şekilde belirlenir.

Buna göre denebilir ki; bütün peygamberlere gelen vahiylerin ve özellikle son Peygamber'e gelen Kur'an vahyinin temel gayesi beşer aklını vahiy nuruyla aydınlatmak ve onu insan yapmaktır.

Bilindiği gibi, Kur'an sürelerinin mushaftaki tertibi vahyin nüzul sırasına göre değildir. Genellikle yakın konuda olan süreler yanyana yazılmış olmakla birlikte, en uzun sürelerden en kısalara doğru bir tertip gözetilmiştir. Ancak Fatiha Süresi yedi ayetli kısa bir süre olduğu halde mushafın en basma yazılmıştır. "Fatiha" kelimesi açış anlamına gelir. Kur'an'a giriş ve başlangıç olarak en başa yazılması, yalnızca isminden dolayı değildir, muhtevasının da gereğidir. Bir Kur'an ayeti, "Biz, sana seb'ul-mesanîyi (fatihayı) ve bir de Kur'an-ı verdik." (8) mealindedir. Fatiha Kuran'dan bir süre olduğu halde sanki Kur'an'ın bütününe bedel başka birşeymiş gibi takdim edilmektedir. Üstelik önce fatiha, sonra da Kur'an zikredilmektedir. İşte bu ayetten dolayıdır ki, Fatiha en başa yazılmıştır. Bununla da kalınmayarak, Fatiha tek başına ve müstakil olarak bir tarafa, ondan sonra bütün Kur'an ayrı bir tarafa yazılmak suretiyle, aynen ayetteki ifadeye uygun olarak mushaflarda da denge sağlanmıştır. Çünkü Fatiha süresi, gerçekten de Kur'an'da bildirilen konuların bir özetidir. Daha doğrusu, din Fatiha süresi ile ortaya konmuş, bütün Kur'an da onu açıklamış gibidir. Buna göre, Kur'an bütünüyle Fatiha süresinin bir tefsiri demektir.

Kur'an, ırk, bölge, milliyet ve çağ farkı gözetmeksizin bütün insanlara hitap eder. İnsanoğluna dünyevî ve uhrevî hayatında yol göstermeye çalışır. Ferdin ruh ve moral gücünü harekete geçirerek, kendi şahsiyetini geliştirmesini ve güçlendirmesini ister.İradesini kullanmasını sorumluluk duygusuyla görevlerini yerine getirmesini ve bunun gerekli olduğunu bildirir. Hayatın, ölümün ve ölüm sonrası hayatın tek hakimi ve yaratıcısının Allah olduğuna inanmasını ve O'nun huzurunda, O'nun gözetiminde yaşamakta olduğunu bilmesini ve ona göre hareket etmesini hatırlatır. Kur'an yalnızca emretmek ve yalnızca bilgi vermekle kalmaz, önemli konuları sık sık tekrarlamak ve telkin etmekle muhatabını ikna etmeye ve iman sahibi kılmaya çalışır.

Namazın her rek'atında ve günde en az kırk defa okunan Fatiha süresinde bir tek dua vardır:"İhdinassıratalmüstekıym" (Bizi doğru yola ilet!) diyerek Allah'dan sürekli olarak doğruluk istenir. Allah'ın bizi, yolunu şaşırmışların ve gazaba uğramışların durumuna düşmekten koruması niyaz edilir.

İşte Kur'an, fatiha süresinde söz konusu edilen doğru yolun ne olduğunu belirlemeye, insan hayatının bütün safhalarında onu adım adım çizmeye çalışır: İmanda, amel-i salih ve ibadette, ahlak, iyilik ve yardımlaşmada doğrunun ne olduğunu ortaya koyar. İnsanın kendi kendisi ile, çevresi ile ve Allah'ı ile doğru ilişkiler içinde olmasını sağlar.

Vahyin esas hedefi işte budur:İnsanlara doğru yolun ne olduğunu tanıtmaktır. Çünki Allah doğruluktadır ve ancak orada aranmalıdır.

Dipnotlar: (1) Mevlana Celaleddin Rumî, Fihi-Ma Fih tercemesi, s.18 (2)Hamidullah, İslam'a Giriş, s.27 (3) İbrahim süresi, ayet: 4 (4) Şura süresi, ayet: 52 (5) et-Teğabun süresi: ayet: 8 (6) Muhtemelen hadîsi şerîftir. (7) Tekvîr süresi, ayet: 17-18 (8) Kur'an-ı Kerîm, Hicr süresi, ayet: 87

BÎR LAHZACIK TEFEKKÜR

Kur'an ayındayız. Bu kutlu kitap "Oku" diye başlamış inmeye. "Rabbinin adıyla oku." Öyleyse, bu kutlu ayda okumaya Rabbimizin adıyla, Kur'an'dan başlayalım. Bu Ramazan bir başlangıç olsun. Hatta şu an başlangıç olsun. Kur'an'ı mealiyle birlikte hatmetmek üzere bir programa sokalım kendimizi. Bir sayfa Kelam-ı Kadîm, bir sayfa meal. İhtiyaç duyduğumuz yerlerde bir tefsire bakmak daha güzeli.

Altınoluk Dergisi

19 Aralık 2010 Pazar

Sıbğatullah



Sıbğatullah

Arada bir toplanırlar, sohbet halkası ile gönül tellerinde titreşen ilahi nameleri paylaşırlardı.
Nebevi metottu sohbet. Beyinlerin beyinlerle, kalplerin kalplerle birleşip genişlemesiydi. Kar, beyaz örtüsünü yünlü bir yorgan gibi tabiatın üstüne çekerken, uzayan geceler, buğulu dolunay himayesinde lâhûti atmosfere bürünür, sıcak soba başlarında koyu muhabbetler demlenirdi.
Önceleri kitap yada makale takip ederken, ”Satırlardan nasılsa okuruz, mühim olan sadırdan okumak” esprisinden hareketle, içlerinden geldiği gibi, olduğu gibi, nasıl eserse ilham meltemi öyle konuşmaya başladılar. Akışına bıraktıkça doyumsuz lezzetlere kapı açıyordu kelimeler.
Arada bir ezgi mırıldanmak, yanık Rasul Aşıklarından kasideler seslendirmek de ayrı bir haz katıyordu sohbete.
O akşam da, şehrin değişik mahallelerinden bir bir toplandılar. Akraba değildiler. Meslektaş da değil. İşbirliği yada ticaret değildi amaçları. Ama öylesine bir kardeşlik oluşmuştu ki, yakınlarını özlemiyorlardı birbirlerini özledikleri kadar. ”Mana Kardeşi, kan kardeşinden ileridir” demişti bir Hak Dostu. Bu sohbetlerde işte o manayı yakalamışlardı.
Konu yoktu. Kim bir mesele açar, yada aklına takılanı naklederse,sohbet oradan başlardı.Hani halk aşıkları karşılıklı atışma yapacaklarında dinleyenlerden ayak isterler ya!.. Bilirsiniz, ayak; nakarat kelime demektir. Ayak verilir, aşıklar o kelime etrafında beyitler, kıtalar dizerek vururlar sazın tellerine…O gece bakalım kim ayak verecekti?!.. Biri sükûtu böldü:
-Ben bu hafta Bakara-138 de geçen bir kavrama taktım. Müsaadeniz olursa onu konuşalım.
Müsaade de söz mü? Tabii ki konuşacaklardı. Tabiî olduktan sonra ortam, içtenlik-samimiyet olduktan sonra, gönüller açık olduktan sonra müsaadenin lafı mı olurdu?..
“Buyur aç bakalım güzel insan” dedi öteki… Birbirlerine güzel insan derlerdi hep. Güzel gören güzel düşünürdü. Konu açıldı:
-Bakara-138: ”SIBĞATALLAH. VE MEN AHSENU MİNALLAHİ SIBĞAH. VE NAHNU LEHU ÂBİDÛN” Allah Boyası!.. Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir? Biz yalnızca Ona kulluk ederiz..” SIBĞATULLAH nedir?.. Ne demek Allah Boyası dostlar?..
Konu çıkmıştı. Bakalım kimler, neler döktürecekti?.. Orta yaşlı olan ağır ağabey tane tane açtı kelâmı:
-Bana kalırsa Sıbğatullah; Beyazdır.Beyaz,tek renk gibi görünse de tüm renklerin bileşimidir.
Güneş ışığını beyaz görürüz, oysa onda en az 7 renk saklı. Deneylerden hatırlayın, renk çarkı üstünde 7 renk vardır dilim dilim…Yavaş yavaş çevirin,renkler karışır, biraz daha hızlanınca hepsini beyaz görürsünüz…Beyaz, Safiyenin rengidir… Nefs basamaklarında en tepeye varan Safiye olur, bembeyaz olur, nurlanır!... Nurun adıdır beyaz!..
Esprileriyle sohbete renk katan biri atladı:
-Ooohhh,illüzyonla renkleri karıştırdın, çorba ettin, beyaz deyip üstüne Safiye giydirdin, tezini pekiştirdin öyle mi? Yağma yok! Yetmez, Allah Boyasını beyaza kilitleyemezsin!Hem dostlarda daha kim bilir ne cevherler var?!..
Ağır abi,güldü geçti bu çıkışa. Bu samimi halkalarda kimse alınmazdı birbirinden. İllüzyon demesi, tespitini aşağılamak için değil, idraklere kazma vurup yeni mana pınarları fışkırtmak içindi.
Cesur yürek söz aldı. Hararetli, atak, eylemci bir ruhu yansıttığı için ona cesur yürek diyorlardı.
-Sıbğatullah, Kırmızıdan başka renk olamaz dostlar!.. Kırmızı; Hayattır. Kan kırmızı, Ateş kırmızı. İkisi de hayat verir…Yanma olmasa hayat olmaz.. Kırmızı Aşkın rengi sonra… Gül kırmızı… Lale kırmızı… Aşkın sembolü Kalp kırmızı… Anadolu gelinleri al duvaklar giyermiş eskiden…Kırmızı Şehadettir dostlar!.. Şehadetin rengidir al… ”Şehitler; canları pahasına cenneti satın alanlardır” ”Allah kainatı kızaran bir gül gibi yaratmıştır” sonra… Ayet var…
Sıbğatullah; kırmızıdır, hiç yorulmayın ben çözdüm işi!.. Bu kadar Ya Huuu!..
Ufak çocuklardan biri atıldı: ”Trafik lambası da kırmızı!.. Geçersen ölürsüüüün!” İlahi çocuklar.
Gülüştüler, okşadılar yumurcağı. Her sohbette bir iki çocuk bulunurdu. Çocuk melekti, çocuk masumdu, çocuk büyüklerin çile ve emekle varmak istediği safiyeye mensuptu..
Aşk, hayat, kan derken bir an durakladılar.Sessizliği yine birinin çıkışı böldü: ”Hemen şehit etme bizi kardeş,dur hele yaşayalım ki farkına varalım. Yaşamak farkına varmaktır di mi ama?!” dedi entellektüel abla. Farkındalık, Öze varmak, Gayrı görmemek deyince entellektüel abla gelirdi akla. Ya Onun Sıbğatullahı nasıldı?.. ”Sen söyle o zaman” dediler. Döktürdü:
-Sıbğatullah;bence Sarıdır…Ekin başakları sarı, hazan mevsiminde dökülen yapraklar sarı, aşk ile inleyen Ney sarı…Yıldızlar geceleyin pırı prıl, sapsarı… Bedir halindeki ay,sarı… Biz kadınların vazgeçilmez ziyneti altın, sarı. Rabbimizin vahyettiği arının mucize ürünü Bal sarı…
Yahudi zihniyetinin, dünyevi boyuta esir olanların kurban etmesi istenen sığırın rengi de sarı.
Şakralardan 3.sünün rengi de…Sarı, Mülhime nefs boyutu. Fark edemeyene boğucu bir girdap,fark edene kutlu bir basamak mülhime…Bakara’da kurban edilecek sığırın rengi hususunda ne buyurdu Rabbimiz: Görenlere ferahlık veren bir sarı…Bakın Kur’an sarı için görenlere ferahlık veren diyor…Haaa, unutmadan, riyazata giren,oruç tutan,dünyadan geçen dervişlerin benzi sapsarı…O halde Sıbğatullah sarıdan başkası değil...
Kısa bir sessizlik oldu. Şakralar, Nefs Basamakları,buğday başakları, dolunay, altın, bal derken döktürmüş, düşündürtmüştü abla. Ciddi bir atmosfere girilmişken en muzipleri patlattı ezgiyi:
Erzurum çarşı pazar
Leylim amman aman saaaarı geeeliiiiin
İçinde bir kız gezer
Hop ninen ölsün saaaarı geeeeliiiiin
Bir şeyler öğreniyoruz demişlerdi ki, gelen türkü, herkesi eğlendirdi. ”Hakkı seven aşıkların eğlencesi tevhid olur” diyordu ya ilahide, onlar da eğleniyordu işte… Öğreniyorlar, okuyorlar, ama eziyete dönüştürmeden tasavvuf neşvesi ile zevk u safa ediyorlardı. Çaylar geldi.. Çay tiryakisi olana takıldılar;
-Sence Sıbğatullah ne? Yoksa tavşan kanı çayın rengi mi Sıbğatullah haaa?...
Kahkahalar gırla gitti. ”Amma yaptın”, dedi diğeri.. ”Heey suyunu çıkarmayın, iyi gidiyor devam edelim”, dedi konuyu açan. Devam ettiler.
Medine ve Asr-ı Saadet aşığı, yeni şeyler okusa da eskiden, gelenekten vazgeçmeyen şair ruhluya gelmişti sıra. Onun sıbğatullahı ne renkti? Ayetlerle birlikte usul usul açıldı dili:
-“Sizin için yeşil ağaçtan ateşi çıkaran Odur…” Ağaçlar yeşil,orman yeşil, çimen yeşil. Doğa yeşil, tabiat yeşil… Cennet bile yeşil.. ”O iki cennet koyu yeşil renktedir” ayeti böyle diyor, ben demedim… Yeşil; Mutmainnenin rengi.. 4.basamak,velayetin ilk istasyonu Mutmainne…Hem şakralardan 4.sü de Kalp Şakrası.Onun da rengi yeşil…Efendimiz; Muhammedimiz Kainatın Kalbi değil mi?...Onun Ravzası da yeşil…Ben Onun yoluna kurban olayım…Yeşil, Rasülümün rengi… Öyleyse Sıbğatullah yeşildir, yormayın beni…N’olur yormayın….
Sustu… Başını önüne eğdi. Ne zaman Rasül dense, ne zaman Ravza geçse, ne zaman Asr-ı Saadet dense böyle olurdu… Ağlıyordu…Aralarından biri ağladı mı sevinirlerdi. Sohbet meclislerinden hiç de eksik olmayan melekûtun, yüksek dereceli ruhların haazır ve naazır olduklarının işaretiydi gözyaşları. Yağmuru indiren Allah’tan başkası değildi. Gözyaşı da Ondandı.
-Uyyyyyy…Ne güzel de ağlıyor, dedi biri…Yine gülüştüler…”Allah iyiliğinizi versin, ömrünüz uzun olsun, sizler ölüyü bile güldürürsünüz” dedi ağlayan.. O da başladı gülmeye...
Çerezler ve kurabiyeler atıştırılırken uzun süre sessiz kalan, mütefekkirler gibi durgun ve suskun olana gelmişti sıra. O hep susardı. Ama bugün hiç kaçarı yok konuşacaktı. Üstüne üstüne gittiler. Israrlara dayanamadı. Kesik kesik de olsa açılıyordu:
-Sıbğatullah… Bana kalırsa siyahtır… Simsiyah, kapkaradır Sıbğatullah…
“Dur Ya Huuu!.. Konuş dediysek içimizi karart demedik… Amma keskin girdin haaa!..” diye kestiler sözünü… Aldırmadı… Zaten aldırmaz, bildiği konuda burnunun dikine giderdi kimseyi takmadan…
-Sıbğatullah; simsiyah!... Rahimde üç karanlık içinde bizi yaratmadı mı Rabbimiz?… Siyah yaratılışın perdesi, siyah hilkatin rengi. Siyah; her an yeni şa’nda oluşunun sırrı. Gece karanlık, Rahim karanlık, Mağaralar karanlık, Uzay karanlık…Aydınlığı seyrettiğimiz Gözbebeklerimiz de simsiyah değil mi?.. Üzerine yemin edilen Zeytin siyah…Huriler; iri siyah gözlüler…Hiçliğin rengi siyah…Aşk ateşi ile yanar, yanar, kızarır sonra da simsiyah olur yananlar….Hiçlenirler o ateşle. Vahdetin rengi. Bilal-i Habeşî, Hz.Hacer, Hz.Mâriye’nin sîmâsı da siyah. Ne istiyorsunuz, daha ne diyeyim; Beytullah’ımızın örtüsü siyah!.. Tavaf mihveri; Hacer-i Esved siyah…
Siyah; Zatı temsil eder… Hiçlikte hepliği yaşayanın rengi siyah!.. Yeter mi?..
Tam derin, manalı şeyler söylenmişken biri Karacaoğlan’dan mırıldandı bu defa:
Bana kara diyen dilber
Saçların kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi?
Karacaoğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi
Eyvallah, dediler hep birlikte…Karacaoğlan’ı, Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı Huuu diyerek rahmetle andılar…Vakit gece yarısını geçmek üzereydi neredeyse. Anda yaşamayı niyete alanlar için saatin akrebi yelkovanı da neydi ki?.. Ama dengede sürmeliydi hayat. Vahdet meclisinden tekrar Kesret alemine çıkılmalı, topluma dönülmeliydi. En tecrübeli olanları, Gönül Ehli toparladı:
“Hepinizinki çok güzel çocuklar. Siyah, Yeşil, Sarı, Kırmızı ve Beyaz… Hepinizden çok şeyler öğrendik. Sıbğatullah, hepsini nefsinde cem edenin halidir. Sıbğatullah, Rabbini tanıyıp, her birimde hükmünü icra edenin Rabbul Alemin olduğunu fark etmek, Ona İman etmektir.
Vahdete eren müminin yaşamıdır Sıbğatullah… Bakara-138 “Biz sadece Ona kulluk ederiz” diye bitiyor değil mi?.. Mesele abd olabilmekte… Aşk da lazım, İlim de, Fikir de, İdrak de… Ama asıl hedef; Abdullah olabilmek… Rabbim hepimizi Zatına Abd, Habibine Ümmet eylesin…”
Hep birden amin dediler… Asır Suresi, salavat-ı şerifeler ve kısa bir dua ile bitirdiler.
Nokta koymadılar, yeni farkındalıklar için Hakikat Cümlesine noktalı virgül attılar ve döndüler evlerine…
Mehmet DOĞRAMACI

11 Aralık 2010 Cumartesi

Selâm olsun Aşıklara, selâm olsun Sâdıklara, selâm olsun Şühedâ-yı Kerbelâya

MUHARREM AYI VE ÂŞÛ

H. Nur Artıran
(Bu yazı Üsküdar Mesnevî sohbetlerinin deşifresiyle hazırlanmıştır.)

Efendim son derece özel ve çok kutsal günler içerisindeyiz. Bildiğiniz gibi 7 Ocak Salı günü Muharrem ayının başlangıcı olup, aynı zamanda da Hicri yılbaşıdır. Hicri yılbaşı Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretiyle başlar. Hicri senenin ilk ayı ise Muharrem ayıdır. "Şehrullahi'l-Muharrem" yâni "Allah'ın ayı Muharrem" olarak bilinen bu ay; İlâhi bereketin, feyzin, Rabbâni ihsan ve keremin coştuğu, bollaştığı bir ay olarak kabul edilir.

Bizzat Peygamber Efendimiz tarafından Allah’ın ayı olarak nitelendirilen iki ay vardır. Bunlardan biri Receb, diğeri Muharrem ayıdır. Malûm Recebin başındaki “R” harfi Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini simgeler. Onun içindir ki bu iki ay Allah’ın ayı olarak nitelendirilmiştir.

Cenâb-ı Allah'ın ayı, günü, yılı olmaz, fakat Allah'ın rahmeti, affı mağfireti, şefkat ve muhabbetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Ayrıca Muharrem ayının onuncu günü âşûrâ günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, âşûrâ gününün de diğer günler içerisinde daha mübârek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.

Âşûrâ gününün Cenâb-ı Hakk yanında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin 2 âyeti olan "On geceye yemin olsun" ifâdelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz. Bazı tefsirlerimizde, bu on gecenin Muharrem ayının âşûrâ gününe kadar geçen on gece olduğu beyan edilmektedir. Cenâb-ı Hakk bu gecelere yemin ederek onların kûdsîyet ve bereketini bildirmektedir.

Bugüne "Âşûrâ" denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Çünkü âşûrâ’nın lugat mânası onuncu demektir.

Hâdis-i Şerif kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hakk’ın on peygamberine on değişik ikram ve ihsanda bulunduğu içindir. Bu İlâhi lütûf ve ikramlar şöyle belirtilmektedir:

1.Cenâb-ı Allah, Hz. Mûsâ'ya (a.s.) Âşûrâ gününde bir mûcize ihsan etmiş, denizi yararak Firavûn ile ordusunu sulara gömmüştür.

2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşûrâ Gününde demirlemiştir.

3. Hz. Yunûs (a.s.) balığın karnından Âşûrâ günü kurtulmuştur.

4. Hz. Âdem'in (a.s.) tevbesi Âşûrâ günü kabul edilmiştir.

5. Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşûrâ günü çıkarılmıştır.

6. Hz. İsa (a.s.) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.

7. Hz. Davud'un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.

8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.

9. Hz. Yakûb'un (a.s.) kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.

10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifâya kavuşmuştur.

Görüldüğü gibi Muharremin onuncu günü, yâni âşûrâ günü Cenâb-ı Allah Kur’an’da ismi geçen on peygamberine bir çok ihsanlarda bulunarak onları çeşitli mûcizeler neticesinde tüm sıkıntılarından kurtarmış, ilâhi rahmet ve mağfiretiyle yargılamıştır.

Bildiğiniz gibi on Muharrem de gerçekleşen en önemli olaylardan biride Kerbelâ olayıdır. Peygamberimizin gözünün nûru, Muhammed ümmetinin cânının cânı, İslâm âleminin Hakk katındaki ilâhi teminatı Hz.Hüseyin Efendimiz de yine on Muharremde şehit edilmiştir.

Az evvelde arz ettiğimiz gibi; Kur’an’da ismi zikredilen on peygamberini ve onların ümmetlerini mûcizevî bir şekilde âşûrâ gününde selâmete çıkaran Hz. Allah, aynı gün Hz.Hüseyin Efendimizin şehît edilmesiyle âlemlere rahmet olarak gönderilen, Habîbini, ve ona gönülden bağlı olan ümmetini mahsun ederek, dünyevî hiçbir kelimeye, sese, söze gelmez ebedi dinmeyecek acı ve ıstıraplar içersinde bırakmıştır.

Cenâb-ı Allah’ın, diğer Peygamberlerini her türlü belâ ve sıkıntıdan kurtarıp, huzûr ve selâmete çıkardığı on muharrem de, sadece Hz.Hüseyin Efendimize zulmedildiğine ve dolayısıyla da bir tek Muhammed ümmetinin bu ayda sefil ve perişan bırakıldığına inanılır. Bu nedenle Muharrem ayı aynı zamanda İslâm âlemi içinde mâtem ayı olarak da kabul edilir.

Hz.Allah on muharremde tüm peygamberleri her türlü belâ, dert ve kederden kurtardığı halde niçin; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben bu âlemleri yaratmazdım” diye buyurduğu kâinatın Efendisinin gözünün nûrunu, yaratılmışların en muktedâsını, en mazlûmunu, en mahsununu, bir damla suya muhtaç edip acı ve ıstıraplar içinde bırakmıştır. Niçin bir tek Muhammed ümmetine Muharrem ayı matem edilmiştir ?

Malûm Kur’an âyetidir ( En’am 59 ) “Allah’ın izni olmadan bir yaprak dahi yere düşmez” Hz.Hüseyin Efendimize günlerce su verilmezken mübârek başı vücudundan ayrılırken Cenâb-ı Allah habersizdi veya müdahale edecek gücü, kuvveti, kudreti yoktu diyemeyiz. Cenâb-ı Allah’ın semî, bâsîr, hâbir, olup, her türlü kuvvet ve kudrete sahip olduğundan hiçbir şüphemiz yok.

Ayrıca şuna da en samîmî bir şekilde gönülden imân ederiz ki; Peygamberimizin fâni bedeni bu âlemden gitmiştir ama, rûhaniyetiyle hâlâ âlemlere rahmettir. On sekiz bin âlem hâlâ onun maddi mânevî ilâhi varlığıyla ayakta durur. Canlı veya cansız zannettiğimiz her şey Efendimize muhtaçtır. Hz.Ali Efendimizin de fânî bedeni bu âlemde görünmez ama, gene imân ederiz ki, dilerse rûhaniyetiyle bir değil, binlerce Hayber kalesini bir nefeste söker atar. Yaratılmış kadınların en şereflisi, en değerlisi olan daha hayattayken cennetle müjdelenen Efendimizin gözünün nûru, Hz.Fatıma anamız da eğer murad ederse şu anda bile tüm dünyaya analık şefkatiyle güneş gibi doğar. Cenâb-ı Hakk onun ve ona samîmî olarak gönül veren hiç kimsenin en küçük bir niyâzını dahi geri çevirmez.

Eğer Efendimizin ve ehlibeytinin bu âlemden gölgesi bir an kalksa, eskilerin deyişiyle taş taş üstünde kalmaz. Hiç şüphe edilmesin ki, öldü denilen nice kişilerin âli himmeti, dirilerden çok daha yüksektir.

Hikmeti kendilerince malûm, Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinin bu âlemdeki vârisi olan Hz.Peygamberimiz, Hz.Ali ve Fatıma anamız Kerbelâ olayında hâmuş olup Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi takdirine karışmak müdahale etmek istememişlerdir.

“Cüz-i aklın ileriyi görüşü mezara kadardır. Fakat gönül sahibi ârifin aklı ise sûr üfürülünceye kadar ne olup bitecekse hepsini görür bilir” Fakat, “Cenâb-ı Hakk’ın öyle kulları vardır ki, Allah’ın kaza ve kaderinden razıdırlar da Yâ Rabbi bu hükmü değiştir diye yalvarmazlar, ilâhi takdiri değiştirmek için hiçbir gayet ve çaba göstermezler onlar Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine razıdırlar” 1

( Ahhh…teslimiyet, ahhh…ilâhi takdire karşı samîmî aşk-u muhabbet ah… )

İlâhi takdire karşı teslimiyetin en büyük örneklerinden biri olan Hz.Ali Efendimizin şahâdeti Hz.Mevlânâ tarafından Mesnevî’de şöyle dile getirilmiştir:

Hz.Peygamber Efendimizin, Hz.Ali’nin seyisinin kulağına;

“Ali’nin şehit edilmesi senin elinden olacak.

Bunu ben sana haber veriyorum.” diye buyurması.2

Ben öyle bir adamım ki, beni öldürecek kişiye bile lütûf şerbetim kahır zehiri olmaz.

Peygamber Efendimiz, hizmetçimin kulağına bu başımı boynumdan onun ayıracağını söylemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ilâhi vahyi ile benim ölümümün onun elinden olacağını haber vermişti.

O “İbn-i Mülcem” olayı haber alınca “Yâ Ali, önce sen beni öldür de, bu kötü iş, bu çirkin hareket benden meydana gelmesin” diye yalvarıp duruyordu.

Bende diyordum ki; Mademki ölümüm senin elinden olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın kaza ve kaderinden nasıl kaçarım.

Hâlbuki o hâlâ önüme arkama düşerek şöyle diyordu: “Yâ kerim olan Ali beni Allah rızası için iki parça etki bu kötü ilâhi takdir başıma gelmesin. O günü görmeyeyim. Benim canım sana yaptığım kötülük yüzünden yanıp yakılmasın.

Yâ Âli, beni hemen öldür de, o uğursuz zamanı görmeyeyim. Sana helâl ediyorum benim kanımı dök, beni öldür de gözüm seni şehit etmek gibi bir felâketi görmesin”.

“Bende daima ona şöyle diyordum: Kader kalemi böyle olmasını yazdı. Artık olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar aşağı düşmüş, nice ordular bozulmuş, nice devletler yıkılıp gitmiştir.

Sen merak etme içimde sana karşı hiçbir nefret, hiçbir kötü niyet yoktur. Çünkü ben bu işi senden senin elinden bilmiyorum. Hançer ve kılıç benim çiçeğim. Ölüm gördüğün şey ise zevk-u safâ meclisimdir. Nergis bahçemdir benim.

Üzülme merak etme, öteki âlemde senin şefâatçin yine ben olacağım. Ben rûh Efendisiyim fâni bedenin kölesi değilim. Bence şu bendenin hiçbir değeri yoktur. Ben bedenim olmaksızın da yiğit oğlu yiğidim”

Kudret kaleminin yazdığı ilâhi takdiri silecek, Hz.Ali Efendimizin de söz verdiği şefâate engel olacak, bu âleme gelmiş ve gelecek başka bir Ali var mıdır ?

Arz edilen birkaç Mesnevî beytinden açık ve net olarak anlıyoruz ki; Hz.Ali sevgisi kuru kuyuya Yâ Ali deyip dövünmekle olmuyor.

Hiç şüphesiz ki; kin, nefret, öfke, haset, bilmemek, canına kastedene dahi şefâat edip onu bağışlayabilmek, ilâhi takdire rıza gösterebilmektir. Gerçek Ali, gerçek ehlibeyt sevgisi.

Peygamber Efendimiz iki güzide torunu Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz için "ALLAH KOKUSUDUR" diye buyurmuştur. İsimlerinde dahi büyük bir sır büyük bir hikmet, büyük bir ledünni incelik vardır.

Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz fâni dünyamızı şereflendirmeden önce Arap lisanında Hasan Hüseyin diye isim yoktu. Arabistan’da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizden önce doğmuş Hasan ve Hüseyin isminde kimse gelip geçmiş değildir. Hz.Ali Efendimiz bu güzîde evlâtlarına ne isim koyabilirim diye tefekkür ederken Cebrâil Aleyhisselâm Efendimiz'e gelerek torunlarının ismini Hz.Allah’ın koyduğunu müjdelemiştir.

Hz.Hüseyin Efendimiz'den bir yıl önce yeryüzüne teşrif eden Hz.Hasan Efendimiz, simâ itibariyle Hz.Fâtıma anamızdan sonra Efendimize en çok benzeme şerefine sahiptir. Hz.Hüseyin Efendimiz ise, vücut itibariyle Efendimiz'e çok benzediği kabul edilir.

Peygamber Efendimiz'in gönül sırrının muhatabı bilindiği gibi Hz. Fâtıma anamızdır. Peygamber Efendimizden Fâtıma anamıza geçen ve Fâtıma sırrı diye bilinen iki önemli özelliği vardır. Birincisi yüreklilik ve cesaret; diğeri ise, ilimdir. Bunların ikisi Hasan ve Hüseyin Efendilerimizde ikiye ayrılmış farklı şekilde yer yüzüne yansımıştır. Hz. Hasan Efendimiz ilmi, Hz. Hüseyin Efendimizde bu âlemde cesâreti temsil etmiştir.

Hz.Hasan Efendimiz, ilim itibari ile çok üstün bir sırra sahipti. Fakat, o kitaplarda defterde yazan ağızdan ağza dolaşan ilim sahibi değil, ilmi ledün sahibiydi. Hz. Fâtıma anamız nasıl ki, Kuran’ın asıl enfüsî mânâsının müfessiri ise, Asr-ı Saadette de Hz. Hasan Efendimiz devamlı surette Kur'an ilminin tefsir edicisi olmuştur. Herhangi bir konuda Kur'an’la paralellik var mıdır, yok mudur bunu ancak Hz. Hasan Efendimiz bilirdi. Hz. Hasan Efendimiz'in en büyük hikmetlerinden birisi de şairliğiydi. Öylesine güçlü bir şiir kudretine sahipti ki, herhangi bir konuşmayı şiir şeklinde konuşmak onun için son derece olağandı. Bu onun en tabiî hâliydi. Kendisine herhangi bir âyet-i kerimenin yorumu sorulduğu zaman onu anlattığında dahi ortaya eşsiz bir şiir demeti çıkardı. Her konuda olduğu gibi şiirde de şahsına münhasır bir hususiyete sahipti

Hz.Hüseyin Efendimiz'in Peygamber Efendimiz'e çok özel bir yakınlığı vardı. Peygamber Efendimiz bir hâdis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Bütün sevdiklerim, bütün mü'minler bana yakın olmak için canlarını mallarını, her şeylerini fedâ ettiler. Fakat yalnız Hüseyin gönlümdeki asıl esrarlı noktayı keşfetmiş ve gönlümde ki mü'minlerin sırrına sahip çıkmıştır."

Hz.Hüseyin Efendimiz, Peygamberimizin gönlündeki mü’minlerin hangi sırrına sahip çıkmıştır ? Bu durum ancak Kerbelâ hâdisesi, Muhammedî bir şuûr ve akl-ı selim ile tefekkür edilirse bir nebze olsun hissedilip anlaşılabilir.

Asırlardır anlatılan Kerbelâ hâdisesinin trajik yanlarını, siyasi ve politik boyutunu ve insanların ne kadar zâlim, gâfil ve câhil olabileceklerini tekrar etmek istemiyorum. Çünkü fakirin arz etmek istediği olaylara bir de farklı boyuttan bakabilmek, Hz.Hüseyin Efendimizin pekte bilinmeyen bir yanından nâçizâne bahsetmek.

Hz. Hüseyin Efendimiz; Peygamberimizin gölündeki sırrı keşfetmiş, dedesine ve onun ümmetine duyduğu yüksek aşk-u muhabbetten dolayı da can-u baştan geçmiştir. O nedenle ki, gönül ehli sultanlar: “Hz. Hüseyin'in varlığı mü’minlerin teminatıdır” demişleridir.

Hâdis-i şerifte belirtilen ve hiç kimsenin vakıf olamadığı Peygamber Efendimizin gönlündeki sır nedir ?

Peygamber Efendimize ümmet olan mü'minlerin gaflete düşmeleri, hak ve hakikattan ayrılarak bu dünya zindanında kaybolup gitmelerinin derin teessürüdür. Ehline malûmdur ki, Efendimizin gönlünde ki sırrı keşfeden Hz. Hüseyin Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın kader âlemindeki Kerbelâ sayfasına bizâtihi kendisi talip olmuştur. Böyle bir şeye tâlip olabilmek için ancak Hz. Hüseyin olmak gerekir. Çünkü Efendimizin en büyük özelliklerinden biri olan cesâret bu âlemde Hz.Hüseyin Efendimizden tecelli etmiştir.

Hz. Hüseyin Efendimiz büyük bir cesâretle neye tâlip olmuştur ? Bunu anlamak için de, Kerbelâ olayında suyun çektiği acı ve ıstırabı gönlümüzün derinliklerinde hissetmemiz gerekmektedir.

Suyun, evlâd-ı Resûl’e, Efendimiz'in torunlarına maddi olarak yasaklanması, en aziz yaratılmış olan suyu dokuz Muharrem de isyan ettirmiştir.

Bu durumu Fuzûli Hazretleri çok güzel bir şekilde dile getirir. Su, Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna gelerek, "Yâ Rabbi eğer biz senin sevgili Habîbinin torunlarına hizmet edemeyeceksek bizi vazifeden affet. Sen Cenâb-ı Haksın, kudretin sonsuzdur. Sen istersen başka bir şey yaratır kullarının hizmetine verirsin ama bizi affet. Biz Resûlüllah'ın torunlarına, bu can Hüseyin'e hizmet edemedikten sonra bu vazifeyi yapmak istemiyoruz” demiştir. Fuzûli Hazretleri sıradan bir şâir değildir Cenâb-ı Hakk’ın veli kullarından biridir. Onun bu söylediklerini samimiyetle dinlemek ve inanmak gerekir. Suyun isyanı mânâ âleminin en trajik hâdiselerinden biridir. Fakat dokuz muharremde su ile birlikte aynı anda Hz.Hüseyin Efendimiz de, Cenâb-ı Hakk'a niyâz hâlindeydi. İkindi namazından sonra savaşın en acımasız, en çetin, en kanlı devrinde secdeye kapanıp şöyle niyâz ediyordu:

"Yâ Rabbi kaderde, levh’i mahvûz da ne kadar belâ varsa hepsini bana ver. Benden sonra gelecek Muhammed ümmetine mü’minlere belâ verme, onlar tahammül edemezler Yâ Rabbi. Onlar tahammül edemezler ama ben bu ilâhi varlığımı bu yola bağışladım. Bütün belâlarını bana ver. Benden sonra gelecek mü’minlerin belâsı çok kolay ve basit olsun, imânları kaybolmasın, muhterem dedeme imân etmekte tereddütleri kalmasın. Onun için bütün belâlarını bana ver" deyip secdede Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyordu.

İşte böyle bir anda Cenab-ı Hakk perdeyi kaldırdı ve huzurda bulunan su’ya "Gelin, Hüseyin'in duâsını sizde dinleyin. Siz ona hizmet etmek için çırpınıyorsunuz ama o istemiyor. O müminleri kurtarmak istiyor, eğer ben size hizmete müsaâde edersem Hüseyin'i kırmış olacağım. Hüseyin'i kıramam çünkü o sevgili habîbimin gönlündeki en muhteşem cevherdir. Ben Hüseyin'in gönlüne iktidâ edeceğim bundan dolayı siz bu çileye devam edip vazifelerinize de mecburen döneceksiniz" buyurdu. Su, bunları işittikten sonra emre boyun eğdi ve mahsun bir şekilde huzûrdan ayrıldı. Fuzûli Hazretleri: "Siz o suyu derelerden akarken tesadüfen taşların üzerinde atlıyor sanırsınız. Hâlbuki o su, Hz.Hüseyin’e hizmet edememenin acısıyla başını taşlara vura vura akar gider der. İşte tüm bunlardan dolayıdır ki, Hz.Hüseyin Hakk katında mü’minlerin teminatıdır denmiştir.

Hz.Hüseyin Efendimizin şahâdetine sadece trajik, politik ve siyasi yönüyle bakamayız. Yok mudur bu şahâdetin bir mânevî boyutu ? Yaşananları sadece maddi olarak düşünmek, olaylara tek gözle bakmak olur ki; Tek gözlü olanda sadece şeytandır. Hz.Mevlânâ Mesnevî’de tek gözlü olma, iki gözünü de açta gör der. Nedir iki gözümüzü de açmak ? Maddenin yanı sıra arkasındaki mânâyı da görüp sırlara vakıf olmak, şekilde sûrette kalmamak, dolayısıyla da puta tapmamaktır. Allah dostlarının yanında bu dünya sadece leşten ibarettir. Hiç kimse başını bir leş için vermez. Revâ görür müsünüz ki; Hz.Hüseyin gibi ulu bir gönüller sultanı bu dünya’ya tamah etsin.

Bu dünya’nın malı mülkü saltanatının Hakk âşıklarının yanına bir kadr-ü kıymeti olsaydı İbrahim Ethem Hz. tâcını, tahtını, saltanatını terk edip gitmezi.

Mânevî büyüklerimiz buyurur ki;

Siz sanmayın ki Hz.Hüseyin Kerbelâ'da boynunu verdi, telef olup gitti. Asla! O, hepimizin imânının sigortasıdır. Eğer Hz.Hüseyin Efendimiz başını fedâ edip belâ tecellilerini bir paratoner gibi çekmeseydi hiçbirimiz imânımızı koruyamazdık. Hz.Hüseyin Efendimiz, Kerbelâ'da şehit olmasaydı fakirlik ve zilletin bin kat fazlasını görecektik. Hz.Hüseyin Efendimiz'in levhî mahfuzdaki belâları kendi üzerine alarak bizi rahatlatmasından dolayıdır ki, hepimiz huzûr ve selâmette bu âlemde dolaşmakta mümin olarak yaşamaktayız.

Böyle bir şey olur mu ? İnsan başkasına gelecek belâ ve musibetleri kendi üzerine alabilir mi ? Elbette alır, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Fakat bu ilâhi cesâret ancak Peygamberler ve Peygamber varisi olan büyük velilerde, gerçek Hakk âşıklarında bulunur.

Hz.Mevlânâ Mesnevî’de konumuzla alâkalı olarak şöyle der: “Pazar yerinde hamallar yük taşımak için birbiriyle kavga eder yarışır. Neden ? Çünkü o yükü çekmekte, o yükü taşımakta bir kâr elde ederde ondan. Çekilen bir yük için Allah’ın vereceği ücret nerede, O zügürt adamın vereceği ücret nerede ? Allah sana taşıyacağın bir yük için koca bir mânevi hazine bağışlar, yükünü taşıyacağın kişi ise sana ancak birkaç kuruş verir”3 Pazardaki hamalda başkasına ait olan bir yükü taşımıyor mu ? Ve bu yükü taşımak içinde yük sahibinin arkasında önünde dolaşıp o yükü almak için yalvarıp yakarıp nice çaba sarf etmiyor mu ?

Bir Divân-ı Kebîr beytinde Hz. Mevlânâ şöyle der;

“Ben yüzlerce can bağışladım onun belâsını satın aldım”4

“Aşk derdinde olan can derdinde olmaz”

Eşreroğlu Rûmî Hazretleri:

Cihânı hiçe satmaktır adı aşk

Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup

Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk

Belâ gökten yağmur gibi yağarsa

Başını ana tutmaktır adı aşk

Bu dünya sanki oddan bir denizdir

Ana kendini atmaktır adı aşk

Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri; “Belâ gökten yağmur gibi yağsa başını ana tutmaktır bunun adı aşk” derken;

Hz.Hüseyin Efendimizin şahâdetini gönül gözüyle görüp çok güzel bir şekilde dile getiren ve o belâdaki hayr-u hikmeti, aşk-u muhabbeti yakinen bilen Fuzûli Hazretleri de:

"Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşîna beni

Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüda beni"

Diyerek, Hz.Hüseyin Efendimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın belâsına tâlib olmuştur.

Hz. Hüseyin Efendimizin şahadetini ve bu konuda yapılması gerekenleri daha iyi anlayabilmek için Mesnevî’den bazı beyitleri arz etmek istiyorum:

GARİP BİR ŞÂİR ve AŞÛRE GÜNÜ(5)

“Aşûre günü bütün Halepliler, Antakya kapısına gelirler, akşam oluncaya kadar orada kalırlar.

Erkek, kadın büyük bir kalabalık orada toplanırlar. Peygamber Efendimizin şehit edilen torununun ve onun âilesinin yasını tutarlardı.

ûre günü, Şiiler, Kerbelâ vak’ası için ağlar, feryâd ederlerdi.

Peygamber soyunun, Yezid’den Şimr’den gördüğü zulümleri, geçirdiği imtihanı, çektikleri mihnetleri sayar dökerlerdi.

Nâraları bütün ovayı, çölü kaplar. Seslere ses katarlardı.

Garip bir şâir, aşûre günü, yoldan gelmişti. O feryâd ve figânı duydu. Şehri bıraktı, kalabalığın bulunduğu yere gitti.

O feryâdın o figanın sebebini anlamak istedi.

Bu gam nedir ? Kime yas tutuyorsunuz ? diye soruşturmaya başladı.

Bu arkasından ağlayıp feryâd ettiğiniz ölen kişi herhalde büyük bir reis olacak; Çünkü böyle bir kalabalık rasgele biri için toplanmaz.

Bu ölen kişinin adını, lâkaplarını bana söyleyiniz, ben bunları bilmeyen garip bir şairim. Siz buralısınız. Siz bilirsiniz.

Arkasından böyle feryâd ettiğiniz kişinin ismi ne idi ?

Hangi işle uğraşırdı ?

Bu kişi nasıl bir adam idi ?

Vasıflarını bana da söyleyin de onun iyiliklerine ait bir mersiyede ben söyleyeyim.

Ben şâirim, bir mersiye yazayım da, buradan bir azık, bir yiyecek elde edeyim dedi.

Bu sözleri duyanlardan birisi, şâire: “Sen deli misin ? yoksa sen Şii değil misin de ehl-i beyt düşmanı mısın” ? dedi.

ûre günü, şehit olan o büyük varlık için üç gün yas tutmanın yüz seneden daha değerli olduğunu sen bilmiyor musun ?

Mümin nazarında bu gussa, bu dert hiç değersiz bir şey olur mu ?

Bir mümin Hz. Muhammed’i ne kadar çok severse, onun ciğerpâresi olan şehid-i Kerbelâ Hüseyin (r.a.)’ı da o kadar çok sevmesi gerekmez mi ?

Müminin nazarında, o tertemiz rûha mâtem tutmak, yüzlerce Nûh tufanından daha meşhurdur.

Şair bu sözleri dinledi ve çok doğru dedi.

Fakat, Yezidin devri nerede ?

Bu fâcia ne zaman olmuş ?

Bu haber buraya ne kadar geç gelmiş ?

Körlerin gözleri bile o kötülükleri, o fâciayı gördü.

Sağırların kulakları bile, Kerbelâ’da olup bitenleri işitti.

Siz şimdiye kadar, uyuyor mu idiniz ?

Bu fâciayı yeni mi duydunuz ki, şimdi yas tutuyor, elbiselerinizi yırtıyorsunuz ?

Ey uyuya kalanlar, ey gaflet uykusuna dalanlar, Hz.Hüseyin’e değil, asıl siz kendi halinize yas tutun. Kendi halinize ağlayın !

Hz.Hüseyin’in rûhu, Hakk’a mensup olan o yüce rûh beden zindanından kurtuldu. Ne diye elbiselerinizi yırtıyor, ellerinizi ısırıyorsunuz ?

Hz.Hüseyin ve etrafında bulunanlar, din-i mübinin en ileri gelenleri, hükümdarları idiler.

Onlar bu dünyada esirlik bağlarını kopardılar. Zincirlerini kırdılar.

Onlar için mâtem değil, mutluluk, neşe, sevinç vakti geldi.

Onlar tomruğu, zinciri koparıp attılar, devlet sarayına uçup gittiler.

Onların hâlinden zerre kadar haberin olsaydı, bilirdin ki bugün, onların saltanat günü, güzellik günü, pâdişahlar pâdişahı oluşu günü.

Zaten bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu sende tasdik ederdin.

Haberin yoksa yürü git ! Sen kendi bu haline ağla, inle, feryâd et !

Çünkü sen âhirete göçmeyi, dirilmeyi inkâr ediyorsun.

Sen bırak Hüseyin’i de, kendi yıkık gönlüne, yıkık dinine ağla, feryâd et ?

Çünkü senin gönlün şu yıkık köhne dünyadan başka bir şey görmüyor.

Eğer gönlün iyi insanların öteki âlemde kavuşacakları devlet ve saadeti görüyorsa, neden o tarafa yiğitçe yürüyüp gitmiyor ?

Neden Hakk’a itimât ve tevekkül kılmıyorsun ?

Nerede imânın yüzüne düşürdüğü nûr” ?

Şefik Can dedemiz Mesnevî’de anlatılan şâirin bi-zâtihi Hz. Mevlânâ’nın kendisi olduğunu söylerdi.

Vesselâm Muharrem ayını toparlayacak olursak bu ayda Cenâb-ı Hakk on Peygamberine on mûcize vererek inanan ümmetler ve Peygamberlerine bir çok lütûf ve ihsanda bulunarak onları müşriklerin şerrinden ve çeşitli kötülüklerden belâ ve musibetten korumuştur. Şu bir gerçeki Hz.Hüseyin Efendimizde mübârek vücudunu fedâ edip, Muhammed ümmetinin başına gelecek her türlü belâ ve musibetlerden korunmalarının diyeti olmuştur. Nuh, Lût, Musâ ve diğer peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen ilâhi gazabı Muhammed ümmeti yaşamamıştır, inşallah ki Hz.Hüseyin Efendimiz hürmetine bundan sonrada yaşamayacaktır.

Muharrem matem ayı olmakla birlikte aynı zamanda diğer ümmetler gibi Muhammed ümmetinin selâmete çıkması da yine bu ay içersinde olmuştur. O nedenle Hz.Hüseyin Efendimiz için sadece yanıp yakılmak değil, tüm varlığımız, tüm samimiyetimizle de âli rûhaniyetine şükran duygularımızı arz edeceğimiz bir ay olarak değerlendirmemiz gerekir.

Hz.Hüseyin Efendimize sunulacak en güzel şükür; onun uğruna başını verdiği maddi mânevî değerlere sahip çıkmak, o yolda baş vermeye hazır olmaktır.

Çünkü sevmek sevdiğine benzemektir, sevmek sevdiğinde yok olup gitmektir.

Ehlibeyti sevmek her müslümana farzdır. Hatta islâmın beş şartından daha evvel gelen bir farz var ki oda ehlibeyt sevgisidir.

Çünkü ehlibeyt sevgisi olmadan yapılan hiç ibâdette, aşk, muhabbet, huzûr selâmet bulunmaz.

Ehlibeyt sevgisi olmadan yapılan hiçbir işin kadr-ü kıymeti, hayr-u bereketi olmaz. Fakat, kuru kuruya sadece dilde kalan bir ehlibeyt sevgisi de olmaz.

Aklı selim ile, bilinçli bir Ehlibeyt sevgisi hem kendimize, hem topluma huzûr güven, birlik, beraberlik kaynağı olur, şuûrsuz câhilce bir sevgi hem kendimize hem de topluma zarar verir. Hiç unutmamak gerekir ki, Hz.Hüseyin Efendimiz Muhammed ümmetinin birlik beraberliği, huzûr ve selâmeti için canını fedâ etti.

Onun içindir ki, şahadet şerbetini içtiği on Muharremde âşûrâ pişirilir ve çevremiz ile de paylaşılır.

Nedir âşûrâ ? Sadece nohut, fasulye ve çok çeşitli malzemeden pişen bir tatlımıdır ? Neden birbirine zıt sayısı bellisiz bir çok şey bir araya gelir bal şerbet gibi hem de ibâdet yerine yenir ? Başka bir zaman değil de neden on Muharremde âşûrâ pişmeye başlar ? Âşûrâ neden çevreye dağıtılır ?

Yok mudur bunların bir hayr-u hikmeti ?

Yok mudur farklı bir mânevî boyutu ?

Eğer ki, bizler bu âlemde birbirine tümüyle zıt olan, acı, tatlı, iyi, kötü, güzel, çirkin, bir çok şeyi gönül ateşinde pişirip, aşk ile tatlandırıp, rıza lokması edip yemedikten sonra fasulye ve nohuttan pişen âşûrâ’nın kimseye faydası olmaz. Aşûrâ’nın gerçek mânâsı; Gönüllerimize ateş düşen o matem gününde bile birbirine aykırı düşen nice zıtlıkları birleştirmek, kesretteki vahdeti zevk edebilmektir. İçimizdeki bu vahdet zevkini, rahmâni huzûr ve muhabbeti de konu komşuyla paylaşıp etrafa faydalı olmak, karanlıkları aydınlatmaktır.

Nâçiz sohbetimizi Fuzûli Hazretlerinin Hadikatüssuada adlı eserinin başında bulunan bir Rûbaî ile tamamlıyor, cümleye akl-ı selim ile şuûrlu bir ehlibeyt sevgisi ve gönül ateşinde pişirilen vahdet âşûrâsı niyaz ediyoruz,

Âdem ki fezâ-yı âleme bastı kadem

Enduh-u belâya ol oldu hemdem

Mahsûstur âdeme belâ-yı âlem

Âlemde belâ çekmeyen olmaz âdem

Selâm olsun Aşıklara, selâm olsun Sâdıklara, selâm olsun Şühedâ-yı Kerbelâya

1-Mesnevî clt.4. 3311 - Mesnevî clt.3. 1878:

2-Mesnevî clt.1. 3844

3- Mesnevî clt.3.3755

4- Divân-ı Kebîr clt.2-823

5 Mesnevi clt.6. 777

6-Dr.Halûk Nurbaki

H. Nur Artıran

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...