25 Ocak 2011 Salı

VEFA


...Vefâ nedir, bilir misin?

Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır.

Vefâ; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır.

Vefâ ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.

(HZ.MEVLÂNA )

10 Ocak 2011 Pazartesi

Çok Sevecendi Benim Efendim


İnsan vardır; yanında bulunmaktan haz alır, “Keşke hiç ayrılmasam” dersiniz. İnsan vardır; “Sözünü bitirse de kurtulsam” diye dakika sayarsınız. Tüyü sevgili tabir ettiğimiz yaratılışı gereği sevimli olanların mevcudiyeti kadar; girdiği ortamı beş dakikada kuzey buz denizine çeviren tiplerin varlığı da sünnetullah gereği! Hakikat şu ki, çevresinde insanların halka olduğu, bir topluluğa lider yada öncü olmuş, nesillere mal olmuş kimseler sevecen olmayı benimsemiş, bizatihi yaşamış abide şahsiyetler! Gergin, dayatmacı, amir tavrı gösterenlerin etrafında genellikle kimse barınmaz! Bulunanlar; vazifeleri icabı yada menfaatleri öyle gerektirdiği için bu tarz kişiliklere katlanmayı seçenlerden başkaları değildir.

Sevecen olmak nasıl başarılır? Sevilen, arzu edilen, özlenen ve pozitif enerjisi ile etrafa neşe saçan, duruşuyla insanlara inşirah veren, gönül huzuru aşılayan davranışlar nasıl ortaya konabilir?...

Bütün çağlara ve toplumlara örnekliği diri kalsın diye hayatı en ince detayına kadar kayıt altına alınmış; uyumasından yürümesine, konuşmasından yeme-içmesine varıncaya kadar 24 saati sağlam rivayetlerle korunmuş Evrensel İnsan Allah Rasülü; sevecenliğin en canlı, en ileri örneklerini sergilemiş. Efendimizin sevecenliğini uzun tahlillerle haftalara yayarak işlemek mümkün. En can alıcı hallerini üç ana başlıkta sahne sahne seyredelim:

1- İstişare Eder, Bilgi,Tecrübe ve Uzmanlığa Değer Verirdi: Despotluk, ben bilirimcilik iticiliğin baş sebebidir. Efendimiz Alemlerin Sırrına, İlm-i Ledüne sahip olmasına rağmen toplumsal işlerde, hayati kararlarda dayatmacı olmamış, istişare etmiş, çoğunluğun ittifak ettiklerini uygulamış, tecrübe, bilgi ve uzmanlığa değer vermiştir.

Uhud Savaşı için hazırlık yapılıyor…Ebu Süfyan komutasındaki müşrik ordusu Medine’nin 4 km yakınına kadar gelmiş, müminlerin burnunun dibine sokulmuş. Medine savaşa hazır değil. Müşrikler oldukça güçlü. Ashab arasında iki görüş tartışılıyor: Yaşlılar şehirde kalıp onları sokak harbi, gerilla taktiği ile vuralım derken; gençler meydan muharebesinden yana.

Rasülullah durumu mescitte istişareye açıyor. Uzun müzakerelerden sonra gençlerin ağır basmaları kararın meydan muharebesi yönünde çıkmasını sağlıyor. Kader sırrına vakıf olan Allah Rasülü durumdan biraz mütereddit olsa da ses çıkarmıyor, zırhını kuşanıp atını eyerliyor. Rasülümüzün şehirde kalmaktan yana olduğunu yaşlılardan öğrenen gençler yanına gelip istirham ediyorlar:
-Ya Rasülallah, biz isteğimizden vazgeçebiliriz, dilerseniz şehirde kalalım.
Allah’ın Rasülü tüm heybeti ile buyuruyor:
-İstişare ettik, karar aldık. Bir Nebi zırhını kuşandıktan sonra çıkarmaz, yürüyün cihada !..

Kendi görüşü şehirde kalmak olmasına rağmen istişareye ve cemaate değer vermesi oldukça manidar değil mi?...

***

Bir başka gün. Bu defa Bedir’deyiz…Harp düzeni almak üzere ordunun tepe yamacına konuşlanmasını emir buyuruyor Allah Rasülü. Hz. Ömer atılıyor:
-Bunu Vahiyle mi söyledin, kendi görüşünle mi?...
-Kendi görüşümle buyurunca Ömer devam ediyor:
-Benim harp tecrübem var. Harpte su önemlidir. Bedir kuyularının oraya, aşağıya konuşlanalım derim!..

Allah Rasülü onaylıyor ve ordu oraya konuşlanıyor.

“Ben Rasülüm, Ne diyorsam O, burası olacak” diye dayatmıyor. Tecrübe ve birikime değer veriyor.

***

Bu defa bir başka harp öncesi. Müşrik sürülerinin güçlü bir ordu ile Medine’ye hareket ettiği haber alınıyor. Rasülullah yine istişare ediyor. Ortak bir görüş çıkmıyor. Selman-ı Farisi söz alıyor:
-Ya Rasülallah, benim ülkem İran’da şehirlerin etrafına hendek kazma usulüyle harpler yapardık. Bu defa bunu denesek !?..

O güne değin Arap Dünyasının hiç bilmediği bu usül hakkında Rasulullah detaylı bilgi alıyor. Selman öncülüğünde hazırlıklar yapılıyor ve hendek kazılıyor.

Tek kişi bile olsa konusunda uzman olana değer vermek, hiç denenmemişe fırsat tanımak, yeniye açık olmak ne kadar güzel değil mi?... Bu tavrın güzelliği değil mi Hendek Harbini zaferle sonuçlandıran?..

2-İnsan Ayrımı Yapmaz, Çocukla Çocuk Büyükle Büyük Olurdu: O insanları sosyal sınıfları ile değerlendirmez, kimseye adalet ölçülerini zorlayacak ayrıcalıklar tanımazdı. Çevresinde Bilal-i Habeşi ve Ebu Hureyre gibi akşamdan sabaha yiyecek ekmeği olmayan fakirler olduğu kadar, Abdurrrahman b.Avf ve Hz.Osman gibi devrin sermayedarları da vardı.

Ebu Zerril Gıfari bir gün gaflette bulunarak Hz.Bilal’e “Kara kadının oğlu, hepimiz nesebimizi, dedelerimizi sayabiliriz, sen ise sayamazsın!” deyiverdi. Nesebini, soy ağacını bilmek bir yarış ve üstünlük sebebiydi. Bilal ise köle olarak büyümüştü. Son derece müteessir oldu.

Durumu öğrenen Rasülullah öylesine gerildi ki alnının ortasındaki damarlar dışarı fırlamış vaziyette Ebu Zeri ikaz etti:” Sende hala cahiliye kalıntıları mı var?..”

Onun için her insan ayrı bir değerdi. Sofrasında herkese yer vardı. Büyük bir davaya soyunmasına karşılık Mekke Ulularını, statüleri saygın olanları yanına alma derdinde hiç olmadı!:..
Onun yüreğinde köle de mutluydu, efendi de…

***

Medine’li çocuklardan birinin kuşu ölmüştü. Üzgün ve perişan olan çocuğun kapısına vardı:
”Ömercik, cik cik nerede? Ne oldu cik cike? “dedi başını okşayarak. Çocuk:” Kuşum öldü Ya Rasülallah” dedi. Rasülullah o çocuğa taziyede bulundu. Minik yüreği teselli etmek için Onunla bir süre oturdu.

Küçük bir çocuğa kuşu öldü diye kalkıp taziyeye gitmek! Yapabilir miyiz?.. Bu derece ince ruhlu olabilir miyiz?..

***

Hasan ve Hüseyin namaz kılarken üzerine atıldılar. Onlara hiç kızmadı. Selam verdiğinde:
”Ne güzel bineğiniz var sizin!” dedi ve başlarını okşadı.

Cuma günleri camilerde gözlediğim hallere üzülürüm. Çocuklar gülüştü yada fısıldaştı diye hışımla üzerlerine yürüyen hacı amcalar nasıl bir Rasüle inanıyorlar ?...Onları kovalayan, azarlayan anlayış neredeeee, sırtına bindiren Rasülullah neredeeee?..

3-Sınırsız Paylaşır, Bağışlar, Kendinden Ferâgat Ederdi: Dünyalığa hiç önem vermemiş, yemeğini, kazancını ümmeti ile paylaşmıştı. Hz.Hatice ile yaptıkları ticaretten elde ettiği kazancı Mekke’de 3 yıla yakın süren boykotta tamamen müminlere harcadı. Haşimoğulları Mahallesinin dışlandığı günlerde neyi var neyi yok sarf etti ilk müminlere ve akrabalarına.

Medine’de bir gün sahabeden bir zat Rasülullah’a kaliteli kumaştan cübbe diktirip hediye etti. Sevdiği renkten bu aba hoşuna gitmişti. Mescide, sahabesinin arasına çıktı. Sahabeden biri: “Ya Rasülallah benim cübbem yok, onu bana ver” deyiverdi. Niye demişti ki sanki?.. Bir kere de Alemlerin Efendisi giyinse, sevinse, öteki de istemese olmaz mıydı?.. Hiç tereddüt etmedi. Hemen çıkardı cübbesini ve isteyene giydirdi. O; Şefkat Nebisi idi.

Yeni aldığınız takım elbiseyi üzerinizden çıkarıp verecek kadar paylaşımcı olabilir misiniz?...

***

Sofrasına ne yollansa önce Ashab-ı Suffeye verirdi. Hz.Osman bir gün kızarmış koyun yolladı. Onu da hemen paylaştı Ashab-ı Suffe ile…Durumu öğrenen Osman, bundan sonra bir şey yollarken adamlarına tenbih edecek;” Rasülullah Ashab-ı Suffeye yollamasın ben oraya da verdim, ne olur söyleyin Efendimiz güzelce doysun” diyecek, ama Rasülullah her geleni yine fakirlerle paylaşacaktı.

Mükellef sofralarda lezzet denizine iştah yelkeni açarken fakirler ne kadar aklımıza geliyor?...

***

“Hediyeleşin” buyururdu… Zekat müessesesinde kalbi İslam’a ısındırılmak istenen Müellefe-i Kulub’a pay ayırmıştı İslam’a muhabbeti artırmak için.

Yeni Müslüman olan Ebu Süfyan Mekke Fethi günlerinde bir vadi dolusu deve görünce:
-Ne güzel değil mi Ya Rasülallah, dedi içi giderek…
Alemlerin Efendisi:
-Al, hepsi senin olsun deyiverdi..
Ebu Süfyan’ın gözleri parladı…Hz. Muhammed bağışladı mı böyle bağışlardı.

Değil kendimize ısındırmak istediklerimiz, sevdiklerimize ne kadar bağışta bulunabildik ki ?..

* * *

Değerli Dostlarım;
Zaman zaman bazı insanların etrafında oluşan sevgi halelerine özenip, “Niçin benim de çevrem böyle değil” diye sorduğunuz oluyor mu?.. Sorunuzun cevabı başka yerde değil; bizzat sizde!... Haliniz, tavrınız, çizginiz ve bakışınız ne kadar Rasülullah’a paralel ise o derece sevileceğinize inanın !..

Unutmayın; Kelebekler “Işık burada!” komutuyla gösterilene değil; hakikaten ateş gördükleri, ışık fark ettikleri yere doğru uçar ve sadece oranın yörüngesinde pervane olurlar !..

Nur Pınarı; Alemlerin Efendisine pervane olanlara ne mutlu!

Selam olsun, Hakiki Işığı fark edebilen gözlere!

Selam olsun, İÇİNİZDEN BİR RASUL ayetini Özünde duyabilenlere!

1 Ocak 2011 Cumartesi

Farklı Bir Şey

Farklı Bir Şey

Kalabalığa uymak, herkesin yaptığını yapmak sıkıcı geliyordu Ona. Daima farklılıkları denemek, yeni seyirler yaşamak istiyordu. Dinlenmesi, eğlencesi, vakti değerlendirmesi farklı olmalıydı. Sıradanlık bunaltıyordu. Halim-Selim görüntüsünün altında belki de ilk gençlik yıllarından kalma muhalif bir ruh, isyankar bir boyut saklıydı. Tekdüzeliğe, alışılmışa karşı zaman zaman o ruh baş kaldırır, o anlarda dışarıdan bakanların belki de garip karşılayacağı tavırlar sergilerdi.

Güneş tutuluyordu o gün. Yerli-yabancı turistler Güney sahillerine ve İç Anadolu’nun kuzeyine akın ediyordu. Tam tutulma yaşanacaktı. Mana boyutunda olayı karşılamak isteyenler zikir ve tesbihe başlıyor, merak dolu imanlı yürekler ilmihallerden Küsûf Namazı bahsini inceliyordu. Tebliğ gayreti içinde olan bazı gençler el ilanları ile yapılacak olanları halka dağıtıyordu. Broşürde yazılanlardan iki maddeye ilişti gözü: Hasta ziyareti ve sadaka!..

Hz.Musa’nın Rabbi ile konuşmasını hatırladı:
-Ya Musa, benim için ne yaptın?
-Namaz kıldım, oruç tuttum ey Rabbim.
-Onlar kendin için Ya Musa, benim için ne yaptın?...

Musa şaşırmıştı. Sırf Rabbi için ne yapabilirdi?...İlahi hitap devam etti.
-Hastalandım, gelmedin Ya Musa?
-Haaaşaaa!.. Ey Rabbim sen hasta olmaktan münezzehsin!...
-Geceleri inleyen, acı ve ağrı çeken o hasta var ya, benim rızam onunlaydı ey Musa!..

***

Zikir ve tesbihata devam ediyordu. Ama farklı bir şey yapmalıydı. Tutulmaya saatler kala, netten görüştüğü bir hakikat yolcusunu hatırladı. Hastası olan biriydi bu. Hakikat yolcuları sırlarını açmazlardı pek. Ahvalini ısrarla sorduğu için görüştüğü kişi bir miktar anlatmıştı. Bağlantıya geçti. “Evinize 5-10 dk uğramama, hastanızı ziyaret etmeme izin verir misiniz?” dedi… “Memnun oluruz” cevabını alınca fırladı yerinden.

Şehrin en uzak semtine doğru yol alıyordu. Bilmediği bir evde ilk kez göreceği insanları, onların hastaları ile olan bağlarını, sabır ve tahammüllerini merak ediyordu. Vakit öğleye doğru akarken radyolar tutulma haberleri için Antalya ve Konya ile canlı bağlantılara geçmişti. Frekansları karıştırdı, farklı bir yayın arıyordu. Bir kanal sürekli salavat getiriyor, Alemlerin Efendisine övgü dolu naatlarla güneş tutulması karşılanıyordu. Orayı dinleyerek yola devam etti.

Epey mesafe kat ettikten sonra verilen adrese ulaştı. Denize nazır; penceresinde kırmızı sardunyalar açan beyaz badanalı, bahçeli evin avlusuna girdiğinde; ” Ben küçük Zehra için geldim ” dedi… Yukarı buyur ettiler. Odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında zihni de bakışı da bir anda donmuştu. Yedi-sekiz yaşlarında menekşe gözlü, şirin mi şirin bir kız çocuğu makineler, serumlar ve hortumlardan oluşan yaşam destek ünitesi ile hayata tutunmaya çalışıyordu.

Annesi ile tanıştı. Anlattılar. Doğumundan çok kısa süre sonra bu duruma gelmişti Zehra. Bir metabolizma hastalığı idi yaşadığı. Nefes alışı, yeme içmesi hep kontrol altındaydı 24 saat. Başında biri bulunmadığında her an her şey olabilirdi. Teyzesi, annesi ve büyük hastanelerden birinin yoğun bakım servisinden bir görevli, sürekli Onunla idi...

Uzun uzun düşündü. Hastası olan bir ev, üstelik bir çocuk!.. Kendi çocukları geldi gözünün önüne. Koşabilmeleri, akşam eve geldiğinde boynuna atılmaları, sağlıklı bünyeleri ne büyük nimetti?!..
Anne ve teyze yatağa bağlı pamuk prensesin serüvenini anlatırken simalarını gözlemledi. En ufak bir sabırsızlık yada bıkkınlık emaresi yoktu üzerlerinde. Öylesine bütünleşmiş, öylesine hazmetmişlerdi ki durumu; konuşurken “Zehra şunları şunları yaşadı” demek yerine; çoğul kipiyle “Biz şunları yaşadık, şu zaman şöyle olduk, şimdi şöyleyiz” tarzından cümleler kuruyorlardı.

İnsan bu kadar mı mütevekkil, bu kadar mı teslimiyet içinde, bu kadar mı razı olurdu?! Rıza Halini düşünüyordu son günlerde. Rızanın canlı timsali idi konuştuğu kişiler. Rıza bu işte, dedi içinden.

Arada bir denize, bahçeye baksa da kaçamak gözlerle Zehra’yı süzüyordu. Zehra’nın gözleri camdaydı. “O bugün güneş tutulmasını bekliyor” dediler. Konuşamayan bir çocuk güneş tutulmasını nasıl bilir ki diye düşündü. İçinden geçenleri duymuşçasına teyzesi söze girdi:

” Biliriz biz, Zehra’mız hepsini bilir, O hisseder!.. Onun hisleri hepimizden daha açık!...”

Beş duyunun bir kayıtlanma olduğundan, bilimin son dönemlerde 32 duyu tespit ettiğinden, belki de duyuların bile sonsuz-sınırsız olduğundan bahis açtılar. Onlar konuşurken Zehra etrafı gözleriyle kolaçan ediyordu. Teyzesi; ” Sizin gelişinizden çok memnun!...Siz de Onun hissettiklerini hissetmeye çalışın!.. Memnuniyeti yansıyacak size!” dedi

Ona neler yansımamıştı ki?!.. Hissettikleri dile dökemeyeceği kadar yoğun ve sırlı idi. Dalgınlığını perdelemek istercesine, bir bardak su istedi. Çaylar yudumlanıp sohbet devam ederken bardağa 41 Fatiha okudu. Buna yürekten inanmıştı. Evde çoğu kere sürahiye de 41 Fatiha okurdu!.. Fatiha; Kur’anın Özeti, Fatiha; Sırların Anası, Fatiha; Şifa Anahtarıydı!..

Okumayı bitirince “Bunu Ona içirin, umarım bir şeyi kalmaz” dedi…Tıp, bu dert için çaresi yok diyordu. Oysa Allah devasız dert yaratmamıştı. İçine gelen his; günün birinde Zehra’nın koşup oynayacağını fısıldıyordu. Bir güneş tutulması gününde başlayan bu hastalığın, bu yıl ki güneş tutulması ile şok bir şifaya kavuşması için niyaz etti Rabbine. Hepsi Allah’ın elindeydi. Güç-Kudret Onundu. O dilerse razı olan kuluna neler bahşetmezdi ki?!..

Müsaade istedi. Zehra’nın minik elini öperek ayrılacaktı. Büyükler hep çocuklara el öptürürdü. O buna da muhalifti!... Aykırı olmayı sevmişti ya! Çocukların elini öperdi. Minikler önce şaşırır, sonra pek sevinirlerdi. Yatağa bağlı Zehra’nın elini öptü. Şifa diledi ve ayrıldı evden.

Yokuş aşağı inerken nicedir boğazına düğümlenenler nefesini kesiyordu. Daha fazla tutamadı kendini ve gözlerinde titreyip duran hüzün seline teslim oldu. Radyoyu açtı. Yunus ilahileri çalıyordu:

“Bir hastaya vardın ise
Bir damla su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak Şarabın içmiş gibi!”

Hastaya varmış, su da vermişti. Ya içtiği Hak Şarabı neydi?...Rıza dedi içinden rıza!.. Razı olanları görmüştü. Rızanın canlı örnekleri ile sohbet etmişti. Bundan daha mutluluk verici bir şey olabilir miydi?.. Kevser’den bir kadeh içmekti razı olmak!.. Rızayı yudum yudum sindirenleri gördü. Belki birkaç damla rıza şarabı tatmak Ona da nasip olmuştu.

Otoyola çıktığında tutulma başlıyordu. Radyoda Tevbe-i İstiğfar ve Salavatlar artmış, dualar peş peşe akmaya başlamıştı. Güneş ışıkları kurşûnî renge dönüşüyor, gölgemsi bir atmosfer yola düşüyordu. Sıkışık trafikte öndeki araç ani duruş yapınca kontrolü kaybetti. Küt diye vurmuştu. “Eyvah” dedi içinden, “Eyvah, bu pahalı aracın sahibi kim bilir şimdi ne aksilikler çıkarır?..”

Kontağı kapayıp indi. Öndeki şoför de indi. Simasından mülayimlik damlayan kişi ile el sıkışıp geçmiş olsun dilediler birbirlerine. Ses de çıkmıştı ama tamponlarda çizik bile yoktu. Hayret ettiler. İyi günler dileyip yola devam ederken şaşkındı.

Yunus diyordu ya “Yarın anda karşı gele!” Yarın; bu andı, dem bu demdi…Hastanın rızası korudu besbelli dedi içinden!.. Rıza yarını beklemeden anında karşılamıştı belayı. Seriül Hisabtı Alemlerin Rabbi.

Yol üstündeki bir mescide uğradı. İki rekat namaz kılarak dua etti. Cami çıkışında bir market önünde bekleyen teyzeye hal hatır etti. Onu da tanımıyordu. Bugün bir düşküne selam verilmeli, sadaka çıkarılmalıydı. Teyzenin niçin beklediğini hissetmişti. Kim bilir belki de sebze reyonlarından arta kalanları alacak, gecekondusuna ezik domatesler, bayat ekmekler götürecekti. Cebinden çıkardığı üç beş kuruşu yaşlı kadının eline sıkıştırdı. ”Torunlarına bir şeyler alırsın” dedi…Kadının gözleri parladı:” Sen bizim yetimleri tanıyor musuuuun? ” diye sordu. Tanımıyordu. Yetimleri olduğunu da bilmiyordu. İçinden öyle demek gelivermişti. Kadın bildiği bütün duaları sıralarken; ”Şükrümüz Allah’a olsun teyze, kal sağlıcakla” deyip uzaklaştı.

...

İşyerine döndüğünde çalışma arkadaşları güneş tutulması üzerine konuşuyordu. Kimi deprem senaryoları üretiyor, kimi beyinlerde ve idraklerde değişim olacağından dem vuruyor, kimi de namaz ve zikrin faydalarını anlatıyordu. İçlerinden biri: ”Siz ne yaptınız bugün?” diye sordu.

- Şarap içtim şarap!...Hem de çok tatlı, çok farklı bir şarap!...

Herkes birbirine bakıştı…

“Şarap içmişmiş!.. Tövbe tövbeeee!.. Buna da son dönemlerde bir haller oldu” diye fısıldaşmalar sürerken, O muzip bir gülümseme ve hiç tatmadığı iç huzuru ile girdi odasına.

Mehmet DOĞRAMACI

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...