19 Haziran 2011 Pazar


Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var,
dünyadan ayrılığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme.
Bana ağlama, yazık yazık deme. ŞeytanIn tuzağına düşersem
işte hayıflanmanın sırası o zamandır.
Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme.
O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme;
zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır.
Mezar hapis gibi görünür ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi?
Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyu ya salındı da dolu dolu çıkmadı?
Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç.
Zira senin hayuhuyun mekansızlık aleminin fezasındadır."
"Kardeş, mezarıma defsiz gelme;
çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.
Hak Teala beni aşk şarabından yaratmıştır.
Ölsem,çürüsem bile, benim yine o aşkım."
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız.
Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir.


Hz.Mevlana

13 Haziran 2011 Pazartesi

Tasavvuf, tevhid-i terbiye'dir

Tasavvuf, tevhid-i terbiye'dir

    İnsanın en temel meselesi Rabbini bilmek, Rabbini bulmaktır. Allah insanı bunun için yaratmış, ve buna ulaşmaya muktedir biçimde yaratmıştır. İnsanın dünya hayatı bunun sınavıdır. İnsan buna itiraz etse de, onun fıtrat derununda kendini aşan böyle bir arayış vardır. Zaten insan da burada odaklaşmıştır. Yani “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusu insanın en kadim sorusu olmuştur ki, bu sorunun aradığı şey de “varoluş”un sırrıdır. Varoluş'un sırrı arandığında varılacak nokta bir Yaratıcı'nın varlığıdır. Ya da insan buna varırsa içi durulacak, buna varamadığı ölçüde de içinde arayış süreci bitmeyecektir. Kur'an-ı mübinde ifadesini bulan “Kalbler ancak Allah'ı zikrederek huzura, doyuma kavuşur” hükmü, insan fıtratına yönelik bir ilahi tesbittir. Ya Allah'ı bularak, O'nunla buluşarak, O'nu şah damarından yakınlığını hissederek itmi'nana erecek, ya da arayışlar içinde çırpınacaktır.

    Yaratıcı insanı bu noktada boşlukta da bırakmamıştır. Yol işaretçileri göndermiştir.

    Dinler ve dinlerle birlikte gönderilen peygamberler yol işaretçileridir ve bu yolu gösterirler insana.

    Yaratıcı, insandan, Yaratıcı'nın varlığını bilmesinin yanında, 'Onun “Tek bir Yaratıcı” olduğunu bilmesini de istemiştir. Yaratılışın sonsuz ahengi karşısında Kudret parçalanmasının, insan zihnini doyuramayacağı açıktır. Tanrılar olamaz, Tanrıların olması kaosa açık bir sonuç doğurur. Tek Tanrı olacaktır. Kainatın yaratıcısı tek Tanrıdır ve nizamı o koymaktadır. İnsandan bu nizama uymasını da O istemektedir. “Tek”liğinin idrakini ve ona saygı duyulmasını (ibadet) da O (c.c.) istemektedir.

    Onun için vahiy dinleri tevhid dinidir ve İslam bir tevhid dinidir.

    Bütün vahiy kaynaklı dinler “İslam” adıyla isimlendirilir ve tevhidi öğütler. Bütün peygamberler tevhidi anlatır. Kur'an'da geçmiş peygamberlerin kıssaları anlatılırken, farklı zamanlarda gelen her peygamberin ana mesajının “Allah'tan başka ilah olmadığına iman – La ilahe illallah” olduğu vurgulanır. İlahi dinlerin ana dokusu, kök hücresi tevhid'dir. Rasulullah Efendimiz de, hemen tüm Mekke dönemi boyunca çağrısına inananları “tevhid eğitimi”nden geçirmiştir.

    Ancak insanda Tevhid bilincinin oluşumu – kararlı bir iman haline gelişi, bir eğitimi gerekli kılar. Çünkü insanın zihni, müteal bir kudrete bağlılıktan vazgeçmese bile, hangi kudrete gerçekten bağlanması gerektiği noktasında dağılabilir. Aslında farklı zamanlarda gelen Peygamberlerin ana mesajının tevhid olması da, insan zihninin zaman içinde dağıldığı ve ana mecrayı kaybettiğini ortaya koyar.

    İnsan, kendi nefsinden başlamak üzere hayatını etkileyen pek çok güç odağını saygı duyulacak bir varlık olarak algılama temayülündedir. Saygı ölçüsü kaybedildiğinde teabbüd ve “Tanrılaştırma” başlayabilir.

    Hazreti Muhammed Mustafa -sallallahü aleyhi ve sellem- İslam'ı son tevhid dini olarak, en net biçimde insanoğluna sunmuş, insanoğlunun şuurunu yenilemiş,dağınıklıktan kurtarmış, derleyip toparlamıştır.

    İslam'ın tehvidi yeniden insanoğluna sunduğu zamanda insanlar, ağaçtan, taştan, hatta bazen helvadan yaptıkları putlara tapmaktaydılar, Hazreti İsa'nın getirdiği tevhid dini bile bulanmış, bizzat Hazreti İsa “Allah'ın oğlu” gibi algılanmaya başlamıştı. Yahudilik ise Hazreti Musa'nın açtığı çığırdan uzaklaşmış, bütün kainatın Rabbi olan Allah'ı “milli tanrı”ya indirgemişti.

    İnsanlığın kafası karma karışıktı.

    Rasulullah efendimiz, Mekke'den başlayarak tüm insanlığa, yeniden bir “Tevhid şuuru” taşımakla görevlendirilmişti.

    Bu yeni bir insanlık terbiyesi demekti.

    İslam, insanın Allah dışındaki varlıkları tanrılaştırma zaafına karşı bazı psikolojik yönelişleri yasaklamış ve onlardan korunmayı tavsiye etmiştir.

    Yaratıcıya ortak koşmak anlamına “şirk” varlığı izah noktasında en akıl dışı, Yaratıcı'nın hukukunu çiğneyen saçma izah anlamında “zulüm” diye nitelenen bir yasaktır. İnsan, taş, ağaç, güneş, ay, rüzgar.... insanı etkileyen hangi güç olursa olsun, Yaratıcı'nın ortağı olarak görülmesi yasaklanmıştır. Bu açık şirktir.

    Bir de İslam'ın “gizli şirk” diye nitelediği şeyler vardır. Bunlar farkında olarak veya olmayarak yapılan, ama özünde Allah iradesinden başka iradeyi öne çıkaran eğilimlerdir. Mesela Allah'a ibadet çerçevesinde yapılan bazı insani faaliyetlerin, başka kudretleri memnun etmek için yapılması hali “riya – gösteriş için yapma” diye nitelenmiş ve yasaklanmıştır. Namazı “Ne kadar ibadet ehli” desinler diye gösteriş için kılmak, orucu gösteriş için tutmak, zekatı gösteriş için vermek, cihadı “ne kadar kahraman” desinler diye yapmak...

    Bunlar insanın his dünyasına üşüşen duygulardır. İnsan bizzat kendi nefsini bile kutsayabilir, davranışlarını onu “hoşnud etmek” için yapabilir. Kur'an “hevasını tanrı edinen” insandan bahsediyor. Demek ki içimizde bizi yanıltan bir yöneliş bulunabiliyor.

    Bunları aşıp, kudreti sonsuz olan Yaratıcı'ya teabbüd için bütün melekelerini bir yerde yoğunlaştıran bir şahsiyet inşası... Terbiye bu...

    Terbiye ile, tevhidin insanda bir şahsiyet dokusu - çerçevesi haline gelmesi gerekiyor ki davranışlara insiyaki olarak yansısın. İnsiyaki olarak, yani, refleks halinde, kendiliğinden, zorlama olmaksızın, zaaf anlarında ani şoklarda zihni kaymalara izin vermeksizin davranışlara yansıma...

    İnsan bunu bir biçimde gerçekleştirmeli. Yani kendi kişiliğini bu şekilde inşa etmenin yolunu bulmalı. Aslında her mü'min için zaruri yön bu. İslam dairesine girdikten sonra imanın gerçek manasına ulaşması için Kur'an'ın “İmanın kalplere nüfuz etmesi” diye şart koştuğu şey bu. (Hucurat, 14)

    Tasavvuf bunun derdindedir. Müslüman olmanın sırrının bu olduğunu kavramıştır. Yani Allah'ı bilmek ve O'nun tek bir Yaratıcı olduğunu idrak...

    Tasavvuf bundan bir sonraki adım olarak da, gerçek Müslümanlığın, ancak Allah'ı unutmamakla mümkün olacağına kaildir.

    Normalde bir Müslüman, araya araya böyle bir iz oluştururdu. Tasavvuf da, araya araya oluşturulan izdir. İş, Allah'ı bilmeyi, O'na yakın olmayı, O'nu unutmamayı dert edinmektir. Adı tasavvuf olmasa da böyle bir iz oluşturmak zorundaydı Müslüman.... Şöyle de denebilir: Böyle bir gayretin bir adı tasavvuf olmuştur.

    Aslında bu doğru bir İslam idrakidir. Altın çerçeve şudur:

    -Allah var.

    -Allah eşi ve benzeri bulunmayan tek bir Yaratıcı.

    -Ve Allah bize yakın. Şah damarımızdan yakın. Allah nerede olursak olalım bizimle beraber. Allah bizi görüyor.

    İşte bu idrak.

    Bunun bir idrak haline gelmesi gerekiyor ve bu da kendiliğinden olmuyor. Tüm Mekke dönemi boyunca Müslüman topluluğun Peygamber eliyle böyle bir eğitimden geçmesi, tevhid şuuru, Allah Teala ile birliktelik şuuru, O'nun bize yakın olduğu bilinci, O'nun bizi gördüğü bilinci, hiçbir davranışımızın O'na gizli olmadığı şuurunun hem ne kadar hayati olduğunu hem de bunun insanda şahsiyet haline gelmesinin ne kadar hayati bir şahsiyet terbiyesini gerektirdiğini ortaya koyuyor.

    Tasavvuf nasıl terbiye ediyor?

    Tasavvuf, kişilik inşasına yönelik terbiye metodunu Rasulullah'ın çizgisinden bulduğu inancındadır.

    Tasavvuf zihni terbiye ediyor, kalbi terbiye ediyor, davranışları terbiye ediyor.

    İradeniz netleşiyor, kesinleşiyor, yoğunlaşıyor... Artık istiyorsunuz, büyük bir aşkla istiyorsunuz. Dünya sınavını çözdünüz, bunun gereğini yerine getirmeye karar verdiniz. “Allah'a koşun” çağrısı yüreğinizi zonklattı, “Başka nereye gidebilirim?” dediniz ve “Yol”a düştünüz. Zihninize, kalbinize ve davranışlarınıza “Allah yolunda sabit kadem olması için” emek vereceksiniz.

    Bu, idrakin masiva - Allah'tan, yani Allah'ın dışındaki tüm varlıkların teabbüdi etkisinden arınması ve tevhid bilinci ile yeniden tanzim edilmesi demek... Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz.

    Bu, kalbin tevhid ve maiyyet bilinci ile yoğrulması demek... Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. O size şah damarınızdan yakındır. Dua ettiğinizde duanıza cevap verir. Bir kalbi kıvam halinde sizin tutan eliniz, yürüyen ayağınız, gören gözünüz olur.

    Bu, davranışlarınızın Allah'ın sizi gördüğü bilinci içinde şekillenmesi demek. Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak... Biz onu görmüyorsak da O'nun bizi gördüğü bilinci içinde...

    Kelime-i tevhidi kalb ve zihin dokusu haline getirmek için çaba.

    İhlası kişilik dokusu haline getirmek için çaba.

    Allah'ın insana yakınlığını idrak için çaba.

    Allah'ın bizimle beraber olduğunu asla akıldan çıkarmamak için çaba...

    Bu dünyanın geçiciliğini idrak, doğumunun olmadığı gibi hayatının da kendi elinde olmadığını idrak, her an çağrılabileceğini idrak, ve gerçek hayatın ölümden sonraki ebedi hayat olduğu bilincini hayat disiplini haline getirmek için çaba...

    Bütün bu çabalar içerisinde Hazreti Peygamber (s.a.)'le, O'nun izinden gidenlerle, Allah dostlarıyla yan yana durarak onlardan takviye almak... Bu yol, binlerce peygamberin yolu, Hazreti Muhammed Mustafa'nın yolu, Ashab-ı kiramın yolu, Allah dostlarının yolu... Böyle şerefli bir yolda yürüdüğü bilincinden güç almak.

    Bütün bu çabaları birlikte yaşayacağı yol arkadaşları bulmak ve birbirini beslemek...

    Kendini bir yolda bilmek...

    Yolun terbiyesini kuşanmak için ahidleşmek... Yol önderleri ile, yol arkadaşlarıyla ahidleşmek... Şunu da söylemek gerekiyor: Böyle bir yolda önderlerle yolcular Allah Teala ile ilgili hukuk bakımından birbirinden farklı değil. Son nefese kadar herkes imtihanda. Hatta bu noktada, Allah'ın hukukunu bilme ölçüsünde derinleşen bir sorumluluğa dönüşüyor. Sevgi de büyüyor, takva da, kaygı da... Belki ümit de...

    Tasavvuf, bütün bunları, bir günlük, beş günlük bir geçici meşgale gibi değil, bir hayat disiplini gibi görmek anlamına geliyor ayrıca...

    Vel hasıl tasavvuf, güzel Müslüman olma çabası, gayreti, hasreti, coşkusu demek aynı zamanda...

5 Haziran 2011 Pazar

BONCUKCU CEMİL BABA - HACDA MANTI


BONCUKCU CEMİL BABA

Asıl adı Cemal Kazan'dır.
Ancak o, ''Cemil Baba" olarak tanınmıştır.
Cemil Baba 1912 yı1ında Kayseri'nin Deliklitaş Mahallesinde doğmuş, daha sonra Talas'a yerleşmiştir.
1982'de de burada vefat etmiştir.
Halk arasında ''Hacı Cemil, Mavi Boncuklu Cemil Baba, Boyacı Cemil!' gibi adlarla anılan Cemil Baba evlenmemiştir.
Ölesiye kadar sırtında bir boya sandığı ile dolaşmış ve çevresinde kerametleriyle tanınmıştır.
Kendisine yakınlık gösteren insanlara mutlaka bir şeyler veren Cemil Baba, nasihat etmekten de geri durmamıştır.
İşte onun çevresindekilere söylediği sözlerden bazıları :
''Beni benden alıp kendisine bağlayandan başkasına bağlanamam. Öyle Âşık ol ki, Âşıklar sana Âşık olsun!.''
"Zamane insanlarını cehenneme götürecek iki önemli şey var : Birisi söz söylemek. Öbürü ise yemek yemekte i'tiyad göstermemek!"
"Bizim yakınlığımız iman yakınlığıdır. Şunun bunun yakınlık dediği sadece uzaklıktır. Bu yola girenler için tek yakınlık vardır. iman yakınlığı. Bizim sabunumuz Tevhiddir!."
"İnsanoğlu meleklerden çok üstün bir varlıktır. Ona bu üstünlüğü Nefs bahşediyor. Meleklerde bu yoktur. Fakat bu İNSANı bulmak zordur. Nerede o eli öpülesi İNSAN?"
"Malınız-mülkünüz sizi gurura düşürmesin ki, onda dünyalık korkusu vardır. Kainatı hükmü altında bulunduran Allah, bu eseriyle gururlanmazken, insana ne oluyor da küçük eserleriyle gururlanıyor?''
Ömrü boyunca münzevi bir hayat yaşadı. 1982'de öldüğünde 70 yaşındaydı.
Talas mezarlığına defnedildi.
Sevenleri daha sonra mezarının üzerine kubbesi olmayan küçük bir türbe yaptırdılar.

HACDA MANTI

Bir kısım hacılar¸ Ravza-ı Mutahhara'da kıldıkları ikişer rek'at tahiyyet-ül mescit ve şükür namazlarının ardıdan¸  Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret etmişlerdi.  Gönülleri¸ kutsal bir görevi yerine getirmenin huzuru ile doluydu. Kalplerinin en derin¸ en ulaşılmaz¸ ücra köşelerine sanki ırmaklar akmış; yüreklerindeki en paslı kirlerden dahi arınmış olmanın getirdiği  rahatlıkla¸ Mescid-i Nebevi'den  çıkmış¸ hemen yanındaki Ravza-i Mübareke denilen kısmın¸  gölgelik bir yerinde dinleniyorlardı. Gölgede olmalarına rağmen¸ kızgın güneşin etkisi¸ onları perişan ediyordu. Hacı Salih Efendi ¸ mendiliyle yüzünde biriken ter tomurcuklarını  sildi.  Yanındaki zemzem şişesini tepesine dikti. "Aç karnına da su içilmiyor ki!.." diye mırıldandı. Sağ yanında oturan  Zavzacı Mehmet Ağa'ya  dönerek:
             - Allah  tekrarını nasip etsin Hacı¸  dedi.
              Zavzacı Mehmet Ağa başını salladı.
             -  Amin¸ cümleyle birlikte...
              Sonra gülerek Kunduracı Hasan Efendi'ye takıldı.
             - Ne düşünüp duruyorsun¸ Hasan Efendi. Yoksa¸ dükkâna mı takıldı kafan?
     Kunduracı Hasan Efendi¸ gözlerini yolun karşısındaki Cennet-ül Baki'den ayırarak¸ yeni  bıraktığı sakalını  kaşıdı.
             - Yoo hayır¸ dükkânı çocuklara bıraktım¸ onlar idare ederler de... Hayırdır inşallah¸ bugün rüyamda anamı gördüm.  Gelirken hasta bırakmıştım zavallıyı. Ölüp ne yapmasın. 
             - Hayra yor¸ hayır olsun: Sağlığına işarettir inşallah!
             - Amin¸ Hacı Efendi¸ amin!
          Orada oturan Hacıların bakışları Salih Efendiye kaydı. Gözlerinden süzülen yaşları mendili ile kurulamaya çalışıyordu. Bir süre sessizce Salih Efendiyi seyrettiler. Gözlerindeki yaş¸ giderek sesli bir ağıta dönüşmüştü. Dayanamayıp sordular.
              - Hayırdır Hacı Efendi.
              Hacı Salih Efendi  içini çekerek hafifçe gülümsedi.
             - Yok bi şey. Yarın gideceğimiz aklıma düştü de¸ Resullah Efendimizden ayrılmanın acısı şimdiden içime oturdu. İnanın bana Hacı Efendiler¸ çocuklarımdan ayrılırken hiç üzülmedim¸ hiç de ağlamadım. Lakin buna dayanamıyorum. Ama gitmek zorundayız. Ne tuhaf değil mi? Hac farizasını yaparken¸ evimiz¸ memleketimiz hiç aklımıza bile gelmedi de¸ şimdi oraları düşünmeye başladık.  Bu da Rabbimin bir hikmeti  olsa gerek.
             Hasan Efendi'nin yüzündeki  üzüntü  kaybolmuş¸ yerini  hafif bir gülümsemeye  bırakmıştı. Başını tasdik anlamında sallayarak;
             - Doğrusun¸ Salih Efendi¸ dedi: Buranın çekiciliği bir başka oluyor. Mıknatıs gibi bir  şey. Mesela bu kadar güç¸ bu kadar eziyetli bir yolculuk¸ gittiğin başka bir yerde olsun¸ bir daha gitmeye tevbe edersin. Ama burası öyle değil: Onca yorgunluğa ve sıkıntıya rağmen¸ seneye nasıl yapıp da tekrar gelebilirim diye düşünüyorum.     
             Hacı Salih Efendi¸ sağ eliyle midesini sıvazladı. Açlığa pek tahammül edemeyen bir bünyeye sahipti.
             - Ben iyice  acıktım. Siz acıkmadınız mı?
               Salih Efendi'yi tasdik edercesine söylendiler.
             - Ne yiyelim.
Salih Efendi¸ bu kez muzipçe  gülümsedi.
             - Şimdi şurada¸ yoğurtlu¸ sumaklı bir Kayseri mantısı olsa¸ yemez misiniz?
Hepsi birden gülüştüler.
              - Şimdi  mantıyı nereden bulalım? dedi  Zavzacı Mehmet Ağa.
Kunduracı Hasan Efendi içini çekti.
              - Nerden söyledin? Şimdi  benim de canım istedi.
             O ana kadar¸ bir kenarda sessizce onları dinleyen Cemil Baba¸ yerinden yavaşça  kalktı. Onun kalktığını gören Zavzacı Mehmet Ağa  seslendi.
              - Nereye gidiyorsun Cemil  Baba?
              - Kayseri'ye mantı yemeye.
             Sonra da hızlı adımlarla¸ telefon kulübelerinin o tarafa doğru yürüyüp¸ kalabalıkların içinde kayboldu.

             Cemil Baba¸ bütün Kayserililer'in tanıdığı¸ sevdiği bir insandı. Bazen muzip¸ bazen da insanı düşündüren sözleriyle tüm Kayseri halkının gözünde ayrı bir yeri vardı. Elinden hiç düşürmediği boya sandığı ile¸ halkın arasında gezer¸ üzerindeki elbiseleri hiç çıkarmazdı. Kimsenin beklemediği bir anda¸ içinden geçirdiklerine cevap verir¸ bazen de ‘konuşmam yasak' deyip başından savardı. Çoğu kez de şifreli cevaplarla¸ yolunu bekleyenlerin akıllarını karıştırırdı. Sandığında hiç eksik olmayan mavi boncuğu¸ isteyen ve yolda rastladığı herkese dağıtır¸ onlarla ilgili  bir şeyler söylerdi. Bu yüzden adı¸ Mavi Bocuklu Cemil Baba'ya kadar çıkmıştı. Bazen da tanıdığı kişilere¸ zengin¸ fakir ayırmaksızın  ekmek götürüp verirdi. Onun hakkında¸ kimi meczub¸ kimi velî¸ kimi de deli diye düşünürdü.
             Kunduracı Hasan Efendi¸ Cemil Baba'nın  arkasından uzun süre baktı. Kayseri'deki dükkanına sık sık uğrayarak¸ ekmek bırakır; "Bunu hastana götür yesin." derdi. Evine hiç girip çıkmadığı halde¸ anasının hasta olduğunu nasıl bildiğine bir türlü akıl erdiremez; Cemil Baba'nın ermişlerden olduğuna  hükmederdi.
              Hacı Salih Efendi¸ dizlerindeki  varisi ovuşturarak.
               - Cemil Baba'yı kızdırdık herhalde¸ dedi.
               Zavzacı Mehmet Ağa¸ alnındaki ter tomurcuklarını mendiliyle silmeye çalışırken:
              - İyi ama Hacı Efendi¸ dedi; sen de şu mübarek topraklarda mantı ziyafeti düşünüyorsun. Baksana¸ Hacı Cemil kızgınlığını belirtmek için "Kayser'ye mantı yemeye gidiyorum" dedi.
    Hasan Efendi¸ hafifçe güldü.
    - Onun işine akıl ermez¸ dedi. Bir keresinde hava günlük güneşlikken¸ Hunat Cami'si cemaatine¸ "Yağmur yağıyor¸ yağmur. Hepiniz ıslanıyorsunuz!" demişti de¸ çoğu gülmüştü. Halbuki ¸ yağmur rahmet değil mi¸ Hacı Efendiler?
     Hacı Salih Efendi ¸Cemil Babayı kaçırdığına üzülerek;
     - Bir mantı olsa kötü mü olurdu ? dedim. Bunda kızacak¸  ne var sanki?
    Sözünü tam bitirmişti ki¸ karşıdan elinde bir tepsi mantı ile Cemil Baba'nın geldiğini gördü.
    - Bak işte¸ Cemil  Baba  mantı  getiriyor.
    Hepsinin de yüzü renkten renge girmiş¸ şaşkınlıklarını gizliyememişlerdi.

     Cemil Baba¸ bir tepsi mantıyı önlerine koyarken¸ net bir cevap vermekten kaçınır gibiydi.
    - Hem mantı istersiniz¸ hem de nereden buldun¸ dersiniz.
    Cemil Baba'nın kızmasından korktukları için¸ fazla üsteleyemediler. Herhalde ailece gelen Kayserili Hacıların birinden istemiştir¸ diye düşündüler. Cemil Baba mantıyı  koyduktan sonra¸ geldiği yöne doğru yürümeye başladı.  Bir an gitmekten vazgeçmiş gibi durdu. Geri dönerek¸
    Hacı Salih Efendi'ye seslendi:
     - Giderken tepsiyi evine götür¸ dedi.  Sonra yeniden kalabalıkların  içinde kaybolup gitti.
   Mantı ziyafeti bittikten sonra¸ Zavzacı Mehmet Ağa¸ misvakla dişlerini temizlerken:
    - İyi ama¸ bu tepsiyi ne yapacağız? dedi.
    Kunduracı Hasan Efendi¸ Cemil Baba'nın kerametlerini duyduğu için¸ onun her hareketinde bir hikmet olduğuna inanan birisiydi. Kendinden emin bir vaziyette:
     - Tepsiyi Salih Efendi evine götürecek¸ dedi. Cemil Baba böyle dediğine göre¸ bir sebebi vardır.
    Hacı Salih Efendi¸ konunun üzerinde fazla durmadı.  Tepsiyi  eşyalarının arasına yerleştirdi. Ülkesine dönmeden önce¸ biraz hediyelik eşya ve hurma alması gerekiyordu. Yavaş yavaş toparlandı. Uçaklarının kalkmasına 24 saat  kalmıştı.
    - Ben biraz alış-veriş yapacağım; sonra da hurma pazarına gideceğim. Akşam otelde görüşürüz¸ dedi.
     Kunduracı Hasan Efendi gülümsedi. Güldüğü zamanlar alnındaki kırışıklıklar iyice belirginleşiyordu.
    - Ben de elektronik cihazlara bakacağım. Torunlarım atari midir¸ nedir; isteyip duruyorlardı.
    Hep birlikte alış-veriş yapmak üzere kurban caddesine doğru yürüdüler.
                                  *                                                                     *
     Hacı Salih Efendi'nin evi¸ gün boyu hayırlı olsuna gelen misafirlerle dolup taşmıştı. Akşam Hacı sofrası da bir hayli kalabalıktı. Yatsı namazının ardından¸  yavaş yavaş dağılan misafirleri gönderdikten sonra¸ koltuklardan birine oturdu. Sandalyelerden birini çekip¸ ayaklarını uzattı. Hâlâ üzerindeki yorgunluğu atamamıştı. Büyük kızına bir kahve yapmasını söyledi. Bir aydır Türk kahvesini özlemişti. Gözleri bir noktaya takılıp¸ düşünceleri yeniden Kâbe'ye doğru kaydı. Arafat'a çıkışını¸ Merve ile Sefa arasındaki dönüşünü ve Beytullah'ı tavaf ederken iri yarı zencilerin arasından cılız bedeniyle nasıl sıyrıldığını hatırladı. Orada bu kadar yorulduğunu hissetmemişti. Oysa buluttan nem kapan bir bünyesi¸ fazla yol yürüyemeyen varisli bacakları vardı. Hafifçe gülümsedi.  "Hangi ev sahibi¸ misafirine eziyet eder ki..." diye mırıldandı belli belirsiz. Şimdiye kadar gidenlerin anlattıkları ne kadar doğruymuş meğer. Anlatılmakla anlaşılmıyor¸ mutlaka  o havayı teneffüs etmek¸ o duyguları yaşamak gerekmiş. Seneye bir kez daha gidebilmenin imkanlarını şimdiden araştırmalıydı. Hem bu kez hanımını da birlikte götürmeliydi.
    - Baba kahven!
     Kızının sesiyle düşüncelerinden ayrıldı. Ayaklarını sandalyeden çekip kahvesini aldı. "Höpürdeterek" iri bir yudum çektikten sonra:
    - Sağ olasın kızım¸ dedi. Çoktandır özlemişim mübareği. Annen ne yapıyor¸ içerde?
    Seneye birlikte gideceklerinin müjdesini şimdiden vermek istiyordu.
    - Hele bir yanıma gelsin.
     - Getirdiğin eşyaları yerleştiriyor baba.
    O sırada hanımı¸ elinde   Hacı Salih Efendi'nin getirdiği mantı tepsisi ile söylenerek içeri girdi.
    - İlahi Hacı efendi¸ bu tepsi sende ne geziyor? Dün komşular bizdelerdi. Hep birlikte mantı yapmış yiyorduk. Cemil Baba geldi¸ mantı istedi. "Herhalde fakir birine götürecektir¸" diye bu tepsiyle mantı vermiştim. Şimdi senin  eşyalarının içinden çıkıyor.
    Hacı Salih Efendi'nin içtiği kahve¸ anlık bir hayretin getirdiği şaşkınlıkla elinden döküldü. Yudumu boğazına takılıp kaldı. Güç işitilir bir sesle; "Allahuekber" diyebildi. Hac'da olanları hanımına tek tek anlattı. Bu sefer şaşırma sırası hanımındaydı.
    - Cemil  Baba'ya ermişlerden derlerdi  de pek aldırış etmezdim. Allah'ım¸ sen beni  affet¸  diye pişmanlıkla söylendi.

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...