12 Ağustos 2011 Cuma

Suizan

Suizan     

Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalı. Düşüncelerimiz, düşüncelerimizi ifadede kullandığımız kelimeler, hukukta olduğu gibi, çerçevesi belirli, eskilerin ifadesiyle de efradını câmi, ağyarını mâni, fevkalâde sağlam ve muhkem olmalı. Bilhassa sırtlarında ağır mesuliyetler taşıyan insanlar, uluorta konuşmamalıdırlar.

Evet, toplumun matmah-ı nazarı', farklı bir ifade ile 'cazibe merkezi' hâline gelmiş insanlar, 'sıradan' olmayı terk etmek mecburiyetindedir. Onlar, şahsî hayatlarında veya Allah ile münasebetlerinde 'İnsanlardan bir insan ol.' emrince, kendilerini 'sıradan bir insan' olarak kabul etseler bile toplum içindeki konumları itibarıyla aslâ sıradan bir insan gibi davranamazlar.

Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri (s.a.s)'nin şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz (s.a.s), mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye Validemiz O'nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye Validemiz (r.anhâ) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar teşyi eder. -Evet O, feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.-

Allah Resûlü (s.a.s), günümüzde nereden aldıklarını bilemediğim bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs kabilesinden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr'dir. Efendimiz (s.a.s), onlara 'Olduğunuz yerde kalın!' diye emreder. Sonra da Safiye Validemizin yüzünden nikabı açar ve 'Bakın, bu zevcem Safiye'dir.' der. Sahabe Efendilerimiz 'Estağfurullah ya Resûlallah, senin hakkında suizan mı?' dediklerinde, Allah Resûlü: 'Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır.' buyururlar.

İmam-ı Şafii Hazretleri, bu hâdise münasebetiyle: 'Eğer o iki sahabinin aklından, acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor? diye geçseydi, kâfir olurlardı.' hükmünü vermiştir. Demek ki, Hz. Seyyidü'l-Mâsûmîn hakkında, bu kadarcık olsun suizanna girilmemelidir. Bu mülâhaza 'başkaları hakkında suizan edilir' şeklinde yorumlanmamalıdır. Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimiz (s.a.s)'in, Hz. Safiye'yi onlara gösterip 'zevcem' demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın yanlış yorumlanmasına meydan verilmemesine dikkat ve su-i te'vil, su-i tefsir kapılarını kapatmanın bizim için de bir sorumluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz.

Evet, bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz.

Burada mevzu ile ilgili bir düşüncemi daha sizlere açmak istiyorum benim, düşüncelerimi ifadede su-i taksirim, aceleciliğim, insanların idrak seviyelerine mümaşat edememem ve benzeri sebeplerden dolayı bazılarını günahlara sürükleme gibi bir tavrım olmuşsa, Rabbimin beni affetmesini dilerim. Şayet benim hakkımda suizanda bulunanlar, bu mevzudaki yanlış yorumlarından dolayı ilâhî prensiplere göre, benim etimi yemiş, yani gıybetimi etmişlerse, yerden göğe kadar onlara hakkım helâl olsun. Bundan dolayı, Rabbim 'Ne kabirde, ne de daha ötesinde onları muahaze etmesin.' derim. Ancak, benim kendilerine hakkımı helâl ettiğim kimseler, acaba benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyorlar mı? Bilemiyorum. Şahsen ben, bu noktada 'Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez.' (Maide, 5/105) âyetinin muhtevası doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorum.

9 Ağustos 2011 Salı

MEVLANA`DA AŞK ANLAYIŞI

MEVLANA`DA AŞK  ANLAYIŞI
‘’Aşk davadır, cefa  da şahidi. Şahidin yoksa dava düşer.’’
 Mevlâna, ilim ve irfan yoluyla kazandığı, bilgi ve marifetleri; halka vermekle, onlara doğru yolu göstermekle görevli bir Allah eriydi. O'nun dilinde şiir, bir fikri daha yaygın, daha kolay anlatabilmek için bir vasıtaydı. Mevlâna'ya göre şiir, “üzüm bağının çitten duvarı”[1] gibidir. Gerekli olan bağın üzümüdür, çit duvarı değil. Önemli unsur, söz ve mânadır; vezin ve kafiye değil. Hattâ söz de fazladır. ‘’Mânâlar, zaten harfe, ölçüye sığmıyor, anlatmak istiyorum ama, onlar da bu dilekten çok üstün.’’der.
Mevlâna, çoğu zaman, vezin ve kafiyeyi bir kenara iterek, pervasız bir rahatlıkla fikir ve mânâ âlemine kanat açar. Bunu ruhunun derinliklerindeki aşk mayasıyla yapar. Mevlâna'ya şâir diyenler, işte bu yönden aldanırlar. Mevlâna'nın şairliği, O'nun diğer meziyetlerinden çok  daha sonra gelir.
 Mevlâna, filozof da değildir. Felsefe O'nun âşk ve cezbe dolu fikir ve düşünce yolunda, köstekleyici bir engel, ilâhî âşkı ve doyumsuz sevgi pınarlarını bulandıran bir vesvesedir. Felsefe, yalnız akla önem verdiği, duyguyu, kalbi doğuşu benimsemediği için noksandır. Hele âşk, felsefede aklın kabul edeceği bir iş değildir. Mevlana’nın aşkı  ise hiç mi hiç değildir. Mevlâna'ya göre âşkı, aşkla anlamak lâzımdır. Akıl, âşkın şerhinden âcizdir. O, Allah'a visal"i âşk'ta bulmuş, gerçek bir mutasavvıftır.
 Mevlâna'ya göre, âlimin ve ilmin gayesi,  gerçeğe ulaşmaktır. O gerçek ise yalın aşktır. Bu da tasavvufta kendini bilmektir. "Fihîmâ-fih" adlı eserinde, "Zamanımızdaki âlimler, kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi bilmiyorlar. Oysa ki, asıl önemli olan ve kendilerine her şeyden yakın bulunan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar.."[2]der. Kendini bilen ise Allahı bilecektir. Allahı bilen gerçeği bilecektir. Gerçek aşka vasıl olup; aşka,  aşık olacaktır. Yol bu kadar yakın iken, hayale kapılmanın, vesvese ile uğraşmanın ne lüzumu var. Mesnevi'deki bir hikâyeye göre, sinek, bir avuç su birikintisi üzerinde yüzen saman çöpüne konmuş:  — Duymuştum, denizler varmış, üzerinde gemiler yüzermiş. Gemileri de kaptanlar idare edermiş. Her halde ben şu anda bu gemilerden birinde kaptanım...Gibi bir vehme, hayale kapılmış.. Böyle olmaktansa, denizleri, gemileri bilmek, görmek ve bu gemilerin kaptanı olmak gerek.. Yani vücut  denilen hamurdaki ezeli mayemiz olan aşkı; kaptanı olduğumuz gemiler vasıtasıyla başka denizlere, ulaştığımız limanlara  aşılamak gerekmektedir.
 Mevlâna bu şuur ve iz’ana  ermiş, erişmiş, gerçek erenlerdendir. Hattâ bu konuda  kendisinden önceki ve sonraki  erenlerin halkasında tâçdır, imamedir... 
 Mevlana derki: ‘’Aşk geldi, damarımda, derimde kan  kesildi: beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin her yanını sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep O...’’Uğrunda bir ömür bağışlanan, yanıp yakılan bu essiz sevgili Allah`tır. Allaha karsı aşırı sevginin kemale erişi, aşığın aşkta yok oluşudur. Gerçek ilhama mazhar  olmuş, gerçek yokluğu zevk edinmişlerin en büyük arzusu da "İlahi-vuslattır". Mevlana bu yolun coşkun aşığıdır, aşktan doğmuş, aşkla yoğrulmuştur. "Biz aşk çocuklarıyız; aşk bizim anamızdır"[3] der ve diriliğin hakiki aşkta yok olmakla mümkün olabileceğini söyler; " Aşksız olma ki ölü olmayasın, aşkta öl ki diri kalasın" [4]söylemiyle de bunu pekiştirir.
 Mevlananın aşkı, ömrünün üç merhalesinde olgunlaşmış ve bir ömür bu uğurda harcanmıştır.
Mevlana bunu şöyle dile getirir "hamdım, piştim, yandım"[5]  Mevlanaya göre gerçek aşığa aşktan başkası haramdır. "Asıl olan sevmektir, insanın mayasında bu duyguyu arıtmalı, ayıklamalıdır. Bedenimiz bir kovan gibidir bu kovanın balı ve mumu da İlahi Aşk’tır"[6]
 Aşk davadır, cefa  da şahidi. Şahidin yoksa dava düşer, Mevlana der ki, göklerin dönüşünü aşk dalgasından bilelim. Aşk olmasaydı, her şey yerinde buz gibi  donar kalırdı. Aşk olmasaydı, her varlık, çekirge gibi uçar,  sıçrar, aranır mıydı? 
 Kainatın her parçası bir buluşma sarhoşudur. Fakat onlar sırlarını,  size,  bize hiç birimize  söylemezler. Çünkü  sır  layık  olandan  başkasına söylenmez ki!  Nitekim Alemlerin Sultanı Hz. Muhammed (S.A.V.) tasavvufa konu olan ilahi sırrını  Hazreti Ali’ ye söylemiş ve sakla demiştir. Hz. Ali bu sırrın ağırlığından ezilmiş ve dayanamayarak, bir kamışlığa  ifşa edivermiştir. Oralarda sürüsünü otlatan bir çoban da, o kamışlıktan bir kaval yapar kendine. Ve başlar içli içli çalmaya. Kavaldan çıkan nameleri duyan Alemlerin Sultanı Hz. Muhammed (S.A.V.);  bunun,  Hz. Ali’ye verdiği sır olduğunu anlar. Hz. Ali de olanları anlatır. Ama efendimiz  ona hiç kızmaz. Çünkü rivayet odur ki,  Efendimizin Hz. Ali ye verdiği ilahi sır  Aşk’tır. Bu ilahi sıırın zaten kulaktan kulağa, gönülden gönüle yayılması gerekmektedir. Hz Ali’ nin bu sırrı dayanamayıp kamışlığa söylemesi,  aşığın, aşkını maşuğa bildirmesi yani ilan-ı aşk etmesi, sırr-ı aşkın gönüllerde yerini bulmasıdır. Çobanın kavalı ise, aşkını söylemeye vasıtadır. 
 Tasavvuf Edebiyatı yönüyle bakacak olursak, çobanın kavalı, tasavuftaki ney,  ney ise insan vücududur. Kavaldan çıkan yanık edalar,  neyden çıkan,  mistik nidalardır.    Neyden çıkan mistik nidalar ise ilahi aşkın cezbesiyle inleyen,    yanan,   yakılan,    ciğeri püryan olan insanın, ilahi vuslata ermek için hicranlı yakarışlarıdır. Ve o günden beridir ki çobanın kavalından çıkan Sırr-ı İlahi,  Sırr-ı Aşk,  İlahi Aşk olup,  kainatı  dolaşmaktadır.  Bu sebepten, dünyanın her cüzü, her parçasına aşıktır. “Dağları görür, onları hareketsiz donmuş zannedersiniz. Halbuki onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir...(Neml, 27/28)[7] Nitekim Mevlana da eğer şu gökyüzü, aşık olmasaydı, göğsü, gönlü böyle saf  ve lekesiz olur muydu? Yeryüzü ve dağ aşık olmasalardı, her ikisinin de gönlünde ot  biter miydi? Eğer deniz aşktan habersiz olsaydı,  böyle dalgalanabilir miydi? Elbet bir yerde donar kalırdı.’’ ifadeleriyle buna güzel bir şerh düşmektedir.
 İşte Mevlâna'nın Allah aşkı, Şems'e karşı yakınlığı ve âşkı da,  Şeyh Selâhaddin ve Çelebi Hüsameddin'e olan aşkı da budur.. Onlarda mutlak varlığın kemâlini, cemâlinde Allah’ın nurlarını gören Mevlâna, gerçek âşkı yani "Zât-ı İlâhiye"yi sembolleştirerek terennüm etmiştir. Mesnevi'sinde, "Hakiki maşuk olan Allah'tan başka bir temaşası bulunan âşk,âşk olamaz, saçma-sapan bir sevda olur"[8] buyurdukları gibi, Mevlâna'daki âşk, tam anlamıyla İlâhi Aşk'tır; başka hiç bir şey değildir ve olamaz.
 Mevlâna, coşkun âşkını Şems'in adında sembolleştirmiştir. Kendisinden yirmi yaş fazla 60-70 yaşındaki bu derviş, Mevlâna'da öz cevherini bulduğu İlâhî Aşk’ı olgunluğa ulaştırmış, yokluğu ile de Mevlâna, O'nu âşkın sembolü yapmıştır. Bu sembol Allah'ın cemâl ve celalini imâ eder. Mevlâna, ezeli maşukun yüzünün aksini ve nurlu ışıklarını her yerde görür. Tebrizli Semseddin’de  de  bu nurları  gören Mevlâna onu bunun için över. İlâhî vecdin verdiği mestliği, şarabın mestliğine benzetmiş, şarabı da âşk şarabı olarak sembolleştirmiştir. İlâhî âşkın  yakıcı sarhoşluğudur bu.. Bu yüzden şiirlerindeki bağ, gül ve bülbül, hepsi de birer semboldür. Asıl maksat Allah'tır.
 Mevlana derki:" Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O`dur. Her yönde  Mabud O`dur.
Bağ, gül, sema ve sevgili... Hepsi bahane, maksat daima O`dur. “Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır.(Ahzab33,4)[9]İşte Mevlana’daki aşk ve sevgili anlayışı da böyledir.... Bu anlayıştan hareketle  o herkesi seviyor, herkesi kabul ediyordu. O’na  göre insanlar ceset ve kalp itibariyle çok,  fakat maya ve ruh bakımından tekti. Bir rubaisinde;  "gel, gel, ne olursan ol yine gel,  ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..." diyor ve ilave ediyordu,
 UMUTSUZLUK KAPISI DEĞİL BU KAPI  NASILSAN ÖYLE GEL..’’ diyerek,“ Allah’ın rahmetinden ümidinizi   kesmeyiniz.”(Zümer39-53)[10]ayetine de telmih yapıyordu. Nitekim, bu çağrı Mevlana devrinde de, Mevlana’dan sonra da gönüllerde aksini bulmuş, onun mübarek türbesi, onu sevenlerin bir sığınağı, ziyaretgahı olmuştu. 
 Kelime olarak aşk, sarmaşık demektir. Bir nesnenin bir nesneyi sarması yani sarmaş dolaş olmasıdır. Maşuk da aşıkını sarmaşık gibi saracaktır. Bu sarış, aşığın maşukta yok olmasıyla son bulacaktır. Mevlana, aşık olmayı bir ayrıcalık, ilahi bir lütuf olarak görür ve “gerçek bir cana aşka düşmekten kurtuluş yoktur” der. Fîhimâfîh adlı eserinde de bu konuya işaretle şöyle der: “Vücudumuz Meryem gibidir. Bizim her birimizin içinde bir İsa vardır. Eğer aşk ızdırabı, büyük acılar bizde zuhur ederse o zaman İsa’mız doğacaktır.”[11] O halde âşık olmak için ne yapmamız gerekir ? Bu soruya yine Mevlana’nın ifadeleriyle cevap vermek gerekirse; O, “Kulluk et belki sen de âşık olursun” der. Bunu yaparken yine Mevlana’nın deyişiyle Allah’ı bir şey ummadan bir karşılık beklemeden sevmek gerekir.
 Sevgiyi, aşkı anlatan mesnevisini aşk ummanı halinde coşkun denizlerin dalgaları misali ayaklarımızın önüne seren Koca Mevlâna mesnevisiyle, divan-ı kebiriyle fihi mafihi ile, rubaileriyle ölümsüzlük tahtından bize haber veriyor. Doyumsuz sevgine doymayan ihvan  gönülleri  İlâhî Aşk  kervanına,   Mesnevi ummanına alıp götürüyor.  Ey yılları yıllara ulayıp aşan,  ey nesillerden nesillere ulaşan, ey köpük köpük  aşk olup coşan, ey semâ semâ  dökülen,  taşan..  ey büyük dost.!.  Ey! koca Sultan, sen de  Bir kerre değil, asla; bin kerre gel. Kerrelerce gel. Yine de gel, yine de gel,  yine gel…gel…gel…  diyor ve ilave ederek.... O’nun diliyle ve gönlüyle, şöyle sesleniyoruz artık: 
 ‘’Key bâsed u key bâsed u key bâsed u key Mey bâsed u mey bâsed u mey bâsed u mey Men bâsem u men bâsem u men bâsem u men V'ey bâsed u v'ey bâsed u v'ey bâsed u v'ey’’  ‘’Ne zaman olur, ne zaman olur, ne zaman olur, ne zaman? Mey olur, mey olur, mey olur, mey.. Ben olurum, ben olurum, ben olurum, ben; Sen olursun, sen olursun, sen olursun, sen...’’
 KAYNAKLAR 
1. Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst.2007
2. Mevlana, Fihi Mafih, Milli Eğitim Bakanlığı y.,1990.
3.Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst.2007
4. Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst.2007
5. Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst.2007
6. Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst. 2007
7. Kur’an-ı Kerim, Neml. 27/28
8. Nahifi, S.;Çelebioğlu, A., Mevlana Mesnevi-i Şerif, Dst. 2007
9.Kur’an-ı Kerim, Ahzab. 33,4
10.Kur’an-ı Kerim, Zümer.39-53
11. Mevlana, Fihi Mafih, Milli Eğitim Bakanlığı y.,1990.      

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...