30 Ocak 2012 Pazartesi

'Ne hasta beklerdi sabahı


Ne hasta beklerdi sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!..

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı.Okul salonunda...ydı maç. Tribünsüz, minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece.. O kadar yakındılar..

Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi.. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda..Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlıda yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar..

'Anladım' der gibi bir gülümseyişti bu.. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için.. Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.

Dahası..Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı..Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı.. Kız bu defa iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..

Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar.Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde,bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan: 'Tabii' dedi.. 'Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız..'

'Mutluluk işte bu olmalı' diye düşündü delikanlı. 'Mutluluk işte bu..' Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı..O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken ki, o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya, o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki.. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı.. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu..

Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü..Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. 'Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak..'

Hayır, aramayacaktı..Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi..

Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolej'de çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu..

Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki..Kız 'Keşke orada olsaydın' demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o..

Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki..Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. 'Bu sana' diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan, kız, dizeleri okurken..

'Ne hasta beklerdi sabahı
 Ne taze ölüyü mezar
 Ne de şeytan bir günahı
 Seni beklediğim kadar!..'

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolej'in önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı..Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. 'Sana bir şeyler söylemek istiyorum' dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli..

'Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.'

'O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni' dedi delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..

Yıllarca sonra Levent'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen'in sözlerini o, o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, seytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi.

Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir aslında.. İlki kıza verdiği.. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..

Bekleyiş sürüyor, sürüyordu..Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti.. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. 'Günlerdir seni arıyorum' dedi kız.

'Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!..'

'Yaa' dedi delikanlı.. 'Yaa' dedi sadece..Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı..

'Yaaa!..'

Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. 'Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün' dedi.. 'Bu da ikinci ve son dörtlüğü onun..'

Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız dizelere bakarken..

'Geçti istemem gelmeni
 Yokluğunda buldum seni.
 Bırak vehmimde gölgeni
 Gelme artık neye yarar!..'

Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hâlâ düşünüyor..O uzun, çok uzun bekleyiş aşkını öldürmüş müydü, acaba?.

Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini yaşatmak için mi, yaşayanı silmişti yani?.. Yokluğunda bulmak bu mu demek oluyordu?..

Ya da.. Ya da..

Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hâlâ bilmiyor..Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, delikanlı bendim!..

[Necip Fazıl Kısakürek]

29 Ocak 2012 Pazar

MEVLANA’ DAN SEÇMELER


MEVLANA’ DAN SEÇMELER

Büyük düşünür ve sufi Mevlana ,”Hamdım, piştim, yandım” şeklinde özetlediği hayatını, başka bir deyişle şöyle ifade eder.
“ Ölü idim dirildim… Gözyaşı idim; tebessüm oldum… Aşk deryasına daldı; sonuçta baki olan devlete eriştim.”

Mevlana, Allah ve Resulüne, yüce dinimiz İslam’ a içtenlikle bağlı bir Müslümandır. Bu bağlılığını şu şekilde belirtir.
“Ey Allah’ım! Ben sana kul oldum, kul oldum, kul oldum.
Ben sana kulluk görevimi gereği gibi yapamadığım için utandım, başımı önüme eğdim”
“Ey Rabbim! Her köle azat olunca sevinir, ben ise sana kul olduğum için seviniyorum.”
“Ben sağ olduğum müddetçe, Yüce Kur’an’ ın kölesiyim, kuluyum.
Ben Muhammed Mustafa (s.a.s.) nın mübarek ve nurlu yolunun tozuyum...

Kim benden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de, o sözden de şikâyetçiyim .”
“Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini ve Hazreti Peygamberin hadisi şeriflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara …”
“Kur’an-ı Kerim’in manasını, ancak heva ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini yok etmiş) böylece Kur’an ‘ın önünde eriyip kurban olmuş ve ruhu Kur’an kesilmiş kimseler anlar …”
“Kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan cihat ;
Müslümanın dinine, imanına şahitlik etmektedir .”


Aşk ve sevgi insanı Mevlana, her şeyin aşk ve sevgiden doğduğunu, aşk ve sevgiyle var olduğunu ve aşk ve sevgiyle varlığını sürdürdüğünü belirterek şöyle der.
“Aşk gibi bir muallim (eğitici-öğretici) yoktur…”
“Bizim peygamberimizin yolu, ilahi aşk ve ibadet yoludur.
Onun için biz ibadet ehliyiz ve aşk zadeyiz. Anamız aşktır .”
“Aşk olmasaydı, bu evren nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende yok olarak sen oldu .”
“Aşk ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fani olan canını sana katıyor, ebedileşiyor .”
“Bil ki, içi ilahi aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan da aşağıdır .”
“İki dünya bir gönül için yaratılmıştır .”Sen olmasaydın, sen olmasaydın, bu evreni yaratmazdım” hadisinin manasını düşün .”
“Aşk ve sevgi, acıyı tatlıya, toprağı altına, hastalığı şifaya, belayı nimete ve kahrı rahmete dönüştürür. Demiri yumuşatan, taşı eriten, ölüyü dirilten aşk ve sevgidir.”



Mevlana aşk ve sevginin kaynağının gönül olduğunu belirterek şöyle der:
“Eğer senin gönlün var ise, gönül Kabesini tavaf et! Topraktan, taştan yapılmış olan Kâbe’nin asıl manası gönüldür.”
“Cenab-ı Hak, görünen, bilinen suret Kabesini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kabesini elde edesin diye farz kılmıştır.”
“Bir gönül kırmaktan ise git Kâbe’yi yık, Kabe Allah’ın evidir, ama taştan yapılmıştır. Gönül ise imanın karargâhı ve Allah’ın nazargahıdır.”
Yüce Allah’a yalvarış ve yakarışta bulunan Mevlana, şu mısraları terennüm eder.
“Ey Ulu Allah’ım! Eğer sen dergâhına yalnız iyileri kabul ediyorsan,
günahkarlar kime gidip yakarsınlar ?... Muhakkak ki sen,merhametlilerin en merhametlisisin!..”.
“ Ey Rabbim! Eğer senin merhametini yalnız Salihlerin ümit etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar? …”

“Ey Allah’ım! Bizi hidayete ve kurtuluşa erdir ...”
“Ey Allah’ım! Senden uzak olmaktan daha acı bir şey yoktur…
Sana sığınmaktan başka her hareket, boşuna dönüp dolaşmak ve kördüğüm olmaktır...”
“Ey affetmeyi seven Allah’ım! … Bizi affet… Derdimize, isyanımıza çare lütfet .”


Mevlana, Kâinatın özü ve varlıkların göz bebeği olarak yaratılan insanın nefsine uyarak bayağılaşmasının, insanlık haysiyeti bakımından zül olacağını beyan ederek şöyle der.
“Ey gönül bahçesinde bülbül olan! Şayet baykuşluğa kalkışırsan, büyük bir kusur işlemiş olursun! Ey gül bahçesinde gül fidanı olan! Sen tutup da dikenlik etmeye kalkarsan, kendine çok yazık edersin !”
Aşk ve sevgi insanına ise şu öğütleri verir.
“Şefkat ü merhamette güneş gibi ol!
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!
Sehavet- ü cömertlikte akarsu gibi ol!
Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol!
Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol!
OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN;
GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL..”


Ve devamla,
“ Mala, mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin!
Hem kolayca verip gidesin, hem de sevap kazanasın!
Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki, evvel de O’dur, ahir de O’dur.”
O’nu bulmak istiyorsan gönül gemini batıracak ne kadar nefsanî sıkletler varsa içinden çıkarıp at ki, muradına ulaşasın.”
Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden, nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”
“Sen bir padişah olsan, süslü ve gösterişli bir taç ile tahtın, hesapsız malın mülkün, orduların olsa da, şunu iyi bil ki, Allah’tan başka her şey seni yavaş, yavaş yokluğa götüren şeylerdir.”

“Mademki her şeyin, cananın canı Allah’tır. O halde canın canı ile düşmanlığa girmekten kork! O’nun emirlerine uy .”
Mevlana, kâinat bahçesinin gülü, kainat kitabının ismi azamı olan insanı hakka davet ederek şöyle der.
“Gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel, Mecusi de olsan; putperest de olsan gel, yetmiş defa tövbeni bozmuş olsan yine de gel. Zira bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.”


Hz. Muhammed’e olan sevgi ve saygısını şu dizeleri ile dile getirir.
“Gel, ey gönül, hakiki bayram Hz. Muhammed (s.a.s) e ulaşmaktır. Cihanın aydınlığı, Hz Muhammed’in cemalinin nurundandır.”
“Ben, O’nun özelliklerini, eğer durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de yine bitiremem “
Mevlana, bu âlemdeki zıtlıkların birbirlerini tamamlayarak ortaya çıkardıkları tablonun belirli özelliklerinden birinin uyuşma ve anlaşma olduğunu belirterek şöyle der.
“Gül suyu isen, mekânın nurlu çehrelerdir
Kirli isen her yerde sıkıntısın!
Koku satanların vitrinlerine bak!

Her cinsi kendi cinsiyle güzelleştirirler.
Cins kendi cinsiyle karışırsa, bu karışımda
Güzellik ayrı bir tebessümdedir…
Dürüst ve pakların kirlilerden ayrılması için,
Cenab ı Hak, kitaplar ve peygamberler göndermiştir...
Düşüncen gül ise, sen de bir gül bahçesindesin !”
“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi?
Toprak ol ki, senden renk, renk güller ve çiçekler yetişsin !”


Büyük veli ölümü, ruhun gurbetten kurtulup vuslata erişi, hürriyete kavuşup gerçek ölümsüzlüğe gidişi olarak değerlendirmekte, ölüm gecesini de, düğün gecesi olarak kabul etmektedir.
“Öldüğüm gün, tabutumu götürürken bende bu dünya derdi var sanma! “
“Benim için ağlama, yazık “vah, vah !” deme! Beni toprağa verdiklerinde de “veda, veda! “ (ayrılık, ayrılık ) deme! “
“Mezar bir perdedir ki onun arkasında cennetin huzuru vardır !”
“Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş’le ay’a batmasından hiç bir zarar gelir mi?
“Yere hangi tohum ekilip de, bitmedi? Diye endişelenme! İnsan tohumu bitmeyecek diye telaşlanma! “
“Toprağa konulduğumu zannetme! Ayağımın altında yedi gök vardır.”

“Ey can! Sende bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir hayat perdesi vardır…
Burada gayb âleminden gizlenmiş yüzlerce Yusuf gibi güzeller mevcuttur…”
“Bu ten sureti, yani ceset toprağa kurban verilince, o can sureti kalır …”
“O ten sureti fani, can sureti ise bakidir…”
“Bil ki ölüm, ruhun başka bir aleme doğması olayının sancısıdır.Yani bu fani alem için adı ölümdür , ama baki ve ebedi olan alem için adı doğumdur !...”
“Hem değil mi ki, canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır.”
“Keza ölüm, ateş bile olsa, Allah’a Halil olana güllük gülistanlıktır; ab-ı hayattır.”
“Ölümü korkutucu kılan, onu zorlaştıran şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin.”

ÇIKTIM ERİK DALINA


ÇIKTIM ERİK DALINA (Niyazi Mısri Şerhi)

Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu

Uğruluk yaptı bana
Bühtan eyledim ona
Çerçi de geldi aydır
Hani aldın gözgünü

Kerpiç koydum kazana
Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana
Bandım verdim özünü

 
İplik verdim cullaha
Sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar
Gelsin alsın bezini

Bir serçenin kanadın
Kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi
Şöyle kaldı kazını

Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu

Bir küt ile güreştim
Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım
Gövündürdü özümü

Kafdağı'ndan bir taşı
Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü
Bozayazdı yüzümü

Balık kavağa çıkmış
Zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş
Baka şunun sözünü

Gözsüze fısıldadım
Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler
Dilimdeki sözümü

Bir öküz boğazladım
Kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der
Boğazladım kazımı

Bundan da kurtulmadım
Nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der
Kanı aldın gözgümü

Tosbağaya sataştım
Gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye
Kayseri'ye âzimi

Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden
Örter mâ'na yüzünü

YUNUS EMRE

 
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.


Bu beyitten murat oldur ki; her amel ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur. Ve zahirde her meyvenin bir mahsus ağacı olduğu gibi, her ilmin bir mahsus aleti vardır. Anın ile hâsıl olur. Mesela ilm-i zahirin hulusüne alet; lügat ve sarf ve nahiv ve âdab ve mantık ve meani ve hikmet ve hey’et ve kelam ve hadis ve usül ve fıkıh ve tefsirdir. Ve ilm-i batının hulusüne alet; evvela hulus-ü daim ve olgun Mürşid nefesi ile fasılasız zikir ve az yemek ve az konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. Ve ilm-i hakikatin hulusüne alet; terk-i dünya ve terk-i ukba ve terki terk etmektir.

İmdi aziz merhum erik ve üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret ederler.

Zira eriğin taşrası yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine işarettir.

Ve üzüm gibilerin cümlesi amelin batınına işarettir. Zira üzüm hem yenir ve hem nice türlü nimetler andan zuhura gelir. Sucuk ve köfte ve pekmez ve turşu ve sirke ve bunların emsali nice nimetler hâsıl olur. Ve lakin içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmakla amel-i batına denir hakikate denilmez.

Ve ceviz sırf hakikate misaldir ki; içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.

İmdi bir kimse erik talep ederse erik ağacından ister ve üzüm talep ederse bağından talep eder ve ceviz talep ederse ceviz ağacından talep eder.
İmdi her kimse üzümü erik ağacından talep ederse o kimse ahmak ve cahildir. Kuru yere zahmet çeker, külli emeği hebadır, hâsılı mahsulü ancak zahmettir.

Pes imdi bu malum olduysa bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını bilmek isterse anı şeraitten ve erbabından talep eder. Ve fıkıh kitaplarına müracaat eder. Andan bilip, öğrenip amel eder. Ve eğer batın amelinin salahını ve fesadını ve tenezzülünü ve terakkisini bilmek isterse mürşidin telkini ile usül-ü esma ile gönül kitabına ve ilm-i tabire müracaat eder. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eyler. Anlar da ona ahvali beyan eder. Andan ol müşkül hallolur. Sulûk edip perver olur.

Ve kimse ilm-i hakikatin ki kendini bilmek ve ayni Marifet-i Rabb’dır zevkine ve hâline ermek isterse, Mürşid-i Kâmil terbiyesi ve büyük perhiz ateşi ile nefsin cemi-i evsafını ve beşeriyetini ve benliğini yakıp masivayı reddederek tamamıyla mahv-ı vücud-i zılli kıldıktan sonra ayni vücud hakiki olup fenası aynı beka olmağile olur.

İmdi bu üç ilmin başka başka yolu vardır. Yolu ile talep edilirse ümittir ki az müddetle maksut hasıl olur. Nitekim erik ve üzümün ve cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından talep olunduğu gibi.

İmdi bir kimse zahir amelini işlerken ben batın ilmini ve ilm-i hakikati zahir ameli ile ele geçirip tahsil ederim dese ve birçok zahmetler çekse, mesela kendiliğinden esmaullaha müdavemet eylese ve oruçlar tutup halvetler çekse ol kişinin hâli bu erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.

Bostan ıssından murat Mürşid-i Kâmildir. “Niçin kozumu yersin?”diye çekişip, kakıdığı tembihtir ki; “Niçin olmaz yere riyazet ve olanları mücahade eder yorulursun? Üç ilmi bir amel ile ele geçireyim mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi vardır.”der.

Ehl-i kemal bunların gibi sülûk edenleri gördükte nazar edip “Niçin böyle edersin? Sana evvela lazım olan budur ki, var her bir meyvenin ağacından bittiğini bil ve andan amel eyle. Senin misalin buna benzer ki bir kimsenin bahçesinde uğrulayın erik ve üzüm yemeye ağaca çıka, ceviz taşlaya. Bostan ıssı anı gördükçe niçin yersin kozumu dediği gibidir.” Zira hakikat Mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür. Ve anın ameli, aleti onu bilmeye meleke ve istidat hâsıl etmek ve Mürşid-i Kâmil izni ile terbiyesiyle ağır perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden çıkıp mürşidin rengi ile hemrenk olmaktır.

İmdi mürşit görse ki bir kimse kendiliğinden esmaya ve perhize devam eder; ona der ki, "sahibinden izinsiz bahçeye hırsızlığa niçin girersin?”

Pes imdi tarikat ve hakikat ilmi Mürşid-i Kâmilin bahçesi ve mülküdür. Ve Allah’ı zikretmek ve perhiz ol bahçenin kapısıdır. Her kim ki kendiliğinden sülûk eyler; bir gayrı kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur.

Bunun hariçte bir misali de ona benzer ki; bir alay dülger âletlerini pazardan alsa ve kendiliğinden dülgerlik etmek istese; ol kimse ol sanatı işlemeye başladıktan sonra her murat ettiği işte hangi âlete, hangi pusata yapışacağını bilemez. Bir usta anı gördükte “Bire sanat uğrusu, küstah, hâm dest! Bizim sanatımızı uğrulamak mı istersin? Bizim âletimizi sen niçin aldın?”der. Eğerçi ki ol kimse ol âletleri pazardan akçesiyle almıştır.

İmdi azizin bu beyitten muradı, Mürşitsiz “ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle vasıl olurum.”diye çalışanların ahvalini temsil tariki ile beyandır. Yani mesele böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimsenin hâli; her meyve hangi ağaçta bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm istedikte erikte biter ve erik ağacı diye ceviz ağacına çıkan ve cümle renkleri siyah sanan kör gibi olur.

Yunus Emre (Allah sırrını takdis etsin) bu hâli kendisine nispet etti. Caizdir ki kendi böyle bir zaman Mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış ola. Ve dahi caizdir ki; kendisinden muradı gayrilere tariz ve tembih ola.

Niyazi Mısri



-----------------------

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım.
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü.



Yunus (Allah sırrını takdis etsin) hazretlerinin bu beyitten muradı, kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin hâsılını temsil tariki ile beyandır. Yani bu gibilerin hâli hemen poyraz ile çamur kaynatıp, yemeğe ve yedirmeğe benzer. Zira bu kimse kendi her ne yerse isteyene de ondan verir.

Pes imdi, poyraz, yemeği pişirmek değil, belki dondurur. Faraza pişirir olduğu takdirde çamur yenmeğe yaramadığı gibi, perhizden gıda-i ruh hasıl olamaz. Ruhun gıdası olmayınca, Marifetullah ve Allah’ın ilhamı ve varidat-ı ilahiye hâsıl olmaz. Belki çamur yiyenlere maraz-ı cisim hâsıl olduğu gibi, ol riyazetten de kalp rahatsızlığı hâsıl olur ki fena itiyatlar ve dahi vesvese-i şeytaniye ve efkâr-ı faside misilleridir ki bunlar kalbi ve ruhu helak eder.

Poyraz ile dediği Hazreti Muhammed’in (S.A.V) mayası ve Mürşidin telkini olmadığına işarettir.

İmdi mürşidin nefesi ateşinden telkin çakmağı ile talibin kalb-i kavına bir kıvılcım yetişmezse yahut büyüklerin nazar-ı billuruna talip kendini teslim-i tam ile mukabil gelmezse emeği hebadır. Her ne kadar çalışsa da boştur. Ol ateşi bulup ciğerini pişiremez. Nitekim yönünü ocağa dönmeyen her ne kadar üfürse ocağı yakamaz ve yemek pişiremez. Lazım gelir ki çamur yiye. Pes imdi bunun emsali kimseler daima çamur yerler. Ve akıbet küfre düşerler. Ve kendilerine muhtaç olanlar daima çamur yedirirler. Allah saklaya.

Ekseriya küfre düşenler bunlardan zuhur eder. Bir ehl-i sülûk bunlardan birisine sataşırsa, bu onu kar gibi soğutup, buz gibi dondurur. Sülûk ehline her bunun gibi soğuk nefeslilerden kaçınmak lazımdır.

Azizin bu beyitten muradı, talibi indî mücahadeden men ve bunun emsali kimselerle yaklaşmaktan önlemektir.


Niyazi Mısri Hazretleri

----------------------------------------------

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş.
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini


Bu beyit olgunlaşmamış Mürşid ahvalini beyan eder.

İmdi Hakk’ı isteyene olgun mürşit lazım olduğunu bildirdikten sonra, her mürşide gönül vermeyip bir üstadı akıl ve mürşid-i kâmil bulmaya çalışmak lazım olduğunu beyan buyururlar. Yani perişan kalbimi bir mürşide teslim ettim. Kalp selametini bulmak için henüz dertlerimin birine derman ve ilaç bulmadan bana “hilafet makamına erdin, işin tamam oldu” der. Bildim ki nakıstır. (noksan, kamil değil) Zira iplik tefrika-i ulâya işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez olmak fark bad-el cem’e işarettir ki kemal bundadır.

Bu beyit Şeyhe teslim olmaktan maksud nedir onu bildirir ki, tâ ki arayan bilip maksut ne idiğün bile, bir mürşide vardığı zaman kâmil mi değil mi malum ola. Zira dert bilinmeyince derman bulunmaz. Evvelâ talip bilmek gerekir ki mürşide varmaktan maksad kendi vücudunda bil kuvve her ne ise fiile gelmesine çalışmaktır. Meselâ bir çekirdek kendisini bir bahçıvana teslim eder, hâl bir dille der ki “ey bahçıvan lütfeyle, bana bir hoş terbiye eyle, benim derunuma konulan bil kuvve kemalatım taşra gele, birim bin ola ve sen dahi kemal ile yâd olasın”

İmdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden bellidir.

Ama azizin iplik verdim çulhaya diye temsili gayet lâtiftir. Zira her ne kadar insani olgunlukta tavırlar ve menziller çoksa da, usulü üçtür. Biri fark, biri cem’, biri cem-ül cem ki ona şeyhler fark bad-el cem derler. Pes imdi iplik farka işarettir. Yumak cem’e işarettir. Asıl maksut iplik, yumak olmak değil ahadühüma ile gayrisinden mahcup olmamaktır.

İmdi benim kalbimin perişanlığı dururken ve işimden dahi bir iş bitirmeden "sen kâmil oldun” diye beni laf ü güzaf ile halife edip kendi gibi şöhret ıssı edeyim der.

Becit becit ısmarlar diye gelip sigasıyla beyan ettiği mürşidin beyanıyla talibin maksudu arası uzak olup, talibin maksudu mürşide malum olmadığına işarettir. Zira talip yumak olmadığını bildi, mürşid talibin bildiğini bilmedi ve yahut caiz ki bir vasıta ile teklif etmiş ola, göreyim aldanır mı diye.

Bu fakir biçare Mısrî’den Yunus Hazretlerinin bu dokuz beytini şerh ve beyan etmeyi, bazı ihvan iltimas etmekle yazılıp sekiz ay miktarı evrak arasında şöyle perişan kalmıştı. Sebep ol idi ki acaba Azizin muradı üzere oldu mu veya olmadı mı?

Bir gece rüyada Yunus Hazretlerini gördüm. Bu fakire azim beşaret ile iltifat gösterip buyurdular ki; “benim ol sözlerime yazdığın şerhi çıkar fukara menfaatlensin” dedi. Ve “iplik verdim çulhaya beytine yazdığın sözü yazma, işte şu mânâyı yaz” diye bu yazılan mânâyı beyan buyurdular. Bu beyte başka mânâ yazılmış idi, ondan fariğ olup bu mânâ yazıldı.

Niyazi Mısri Hazretleri



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Bir serçenin kanadını, kırk kağnıya yüklettim.
Çifti dahi çekemedi, şöyle kaldı kazını…

Bu beyit tarikat ilminin şerefi ve lüzumunu ve süluk ehlini süluke teşvik beyanındadır. Ve dahi zahirin tashihten batıni tarafına ihtimam ziyade olması lazım idiğün beyan eder. Zira amelin zahiri kolay, batını ziyade güç olduğun bildirir.

İmdi kağnı ile yürümek zahir ameline misaldir. İmdi batın ehlinin ameli, dışı gören zahir ehline ziyade ağır gelir. Zira riyalı amel kolaydır. Ve dahi her ne kadar çok olsa bahası azdır, saman gibi. Ama hulûs ile olan amel güçtür ve ağırdır. Lâkin her ne kadar az olursa da pahası ziyadedir, altın gibi (Fikrü saatin hayrün minibadeti senetin ve cezp etün min cezbetirrahmani tüvazi amelessakaleyn)'dir. Ve dahi bunlarda terk var, kağnı ile gitmek gibi değildir, zira tarikat evvelin evveli ameli terk-i dünyadır. Terk melekût âlemine doğru uçmaya kanattır; murad yakin ile ibadettir.

“ve ecrün tatirü bigayri rişin ilâ melekûti Rabbil alemiyna”

Yani ehlullahın kanatları vardır, tüyü yoktur. Zira nurdandır. Melekût âlemine doğru uçarlar. Ol kanat bunlarda terkleri sebebiyledir. Ve Şeyhlerinin telkinleri ile ve Muhammed mayası ile ve usul-i esmaya müdavemet ile ve ağır perhizler ile biter. Hâsıl-ı kelâm demek olur ki tarikat ehlinin ednasını, hulusunu ve sıdkını ve yakinini ve hüsn-ü itikatını kırk Abidin gönlü çekemez. Zira bunlarda terk vardır; (hubb-ud-dünya re’sü külli hatietin ve terk-üd-dünya re’sü küllü ibadetin)dir.

İmdi bir kimse nohut kadar cevheri kırk kağnıya yüklettim çekemedi demiş olsa murad onun kıymetidir ki haddizatında yüz altın eder. Bu surette bir cevheri kırk elli kağnıya yükletmek kabildir.

Bu temsil ehl-i hâlin edna mertebesinde olanlarına göredir. Zira serçe kuşların zayıftır. Uzak sefer edemez. Yüksek mertebede doğanlar şahinler gibidirler. Onların birinin ameli ve yakini ve zevki yüz bin Abidin amellerinden, yakinlerinden ve zevklerinden ziyadedir. Onların kanadını değil belki yer, gök; arş kürsi çekemez.

Niyazi Mısri



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Bir sinek bir kartalı salladı, vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu…



Bu beyit bazı riyaset (itibar gören nüfuz sahibi) ve mevki ve dava sahipleri olan ve ilimde kâmil geçinen dünya leşi kuzgunlarının, ehl-i tarik münkirlerinin hâllerini ve gözden hor ve hakir ve fakir miskin gezen ariflerin hâllerini beyan eder.

Yani bunların zahirlerinin fakr-ü fenasını (hiç bir şeymiş gibi davranmalarını) ve tezellül-ü meskenetlerini (kendilerini iyiden iyiye aşağılamaları ve yoksul göstermelerini) görüp istihza (alay) tariki (yolu) ile onlara bazı sual eyleyip, onlardan birisi bu gözüne sinek kadar görünmeyen ariflerçe şahin gibi ol kartalı kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani gözde hor olan derviş azamet ve şöhret ıssı (sahibi) olan filan efendiye galip olup onu sindirdi.

“Ben de gördüm tozunu” dediği Aziz kendileri (Yunus Emre Hazretleri) de ümmî (okuması yazması olmayan) ve fakir-ül hal olup, nice zahitler ve âlimler ona ilzam tariki (susturmak kastıyla) ve bazı suallere başladıklarında suallerine cevaptan sonra kendileri onlara bir şeyler sorup cevabında onları aciz ettiğini beyan eder.

Yani "o hâl bana da vaki oldu onlar gibi kartallara ben de rast geldim” demektedir.

"Men ahlasa lillahi erbaine sabahan zeharet yenabiül ilmi min kalbina alâ lisanihi." Haddizatında bir kimse kırk gün halisen ve muhlisen sabaha dâhil olsa, yani kırk gün hulus üzerine olursa, ilim pınarları onun kalbinden lisanı üzere cari olur. İmdi bunların had bazısı kırk hafta ve kırk yıl sabaha dâhil olmuşlardır, ya ömründe kırk gün hulus görmeyen gönle galip olsa acep midir?

İmdi kartalın, kuzgunun, arı ile ne münasebeti vardır? Kartal her ne kadar gözde ve büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan dahi cifedir (afedersiniz pisliktir). Ama arı her ne kadar gözde küçük ise de yediği güzel kokulu çiçeklerdir, kendinden çıkan dahi güzel, lezzetli baldır. İmdi doğan ve şahin misilliler ile münasebeti olmadığı besbellidir.

Niyazi Mısri



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Bir küt ile güreştim, elsiz ayağım aldı.
Şunu da basamadım göyündürdü özümü



Bu beyit, yukarıdaki beyitte bir miktar acayiplik anlandığından, yine taliplere nefsi kırma yolunu talim edip, buyuruyorlar ki; “Bir küt ile güreştim.”

Buradaki kütten murat nefstir ki gözü şehvetleri sevme ile tezyin olunmuştur (şehvetler, dünya ve arzular ona süslü gösterilmiştir).

Elsizden murat şeytan aleyhillanedir ki nardan (ateşten) halk olunmuştur. İnananda gazap sıfatı ol ateşin yalımındadır.

Nefs çocuk gibidir. Gıdasını vermezsen kesilir ve lakin açlıktan hararet ve kuruluk hâsıl olur. Bu hararet galip olan soğukluk ve rutubet yani nefsin isteği olan yemek ve içmek ister. (İnsan yiyip içmez ise yaşayamaz) Onun için yine nefsin muradını vermeye muztar olup (zor durumda mecbur kalır) verir idim. (Yiyip içtikçe de nefsim diri durur idi) Yani murad üzere nefsimi yenemezdim demektir.

Bu beyit yukarıdaki beytin (kartalı yerlere vuran sinek beytinin) zıddıdır. Yani der ki sureten her ne kadar zayıf isem de her düşmanıma Hakk’ın izni ile galip oldum. Ama nefs ve şeytana bil külliye (tamamiyle) galip olup ellerinden halas olamadım (kurtulamadım, temizlenemedim). “Özümü göyündürdü (yandırdı)” der.

Ve bu beyitte tembih var ki Salih-i Arif her ne kadar nefs u şeytanına galip olursa da yine kendini nefsin mağlubu ile mağlup değilse de dava ehli olmaya, fena (yokluk) ehli ve züll u iftikar (hor ve fakir) ehli ola. Kendini daima aciz ve zelil göstere ve nefsini ucbe (kendini beğenmişliğe) düşmekten sakına. Zira kim nefsini beğendi ve onunla dost oldu, cümleye düşman oldu ve her düşmana mağlup oldu, aziz ise de.

Ve her kim nefsine düşman oldu ve daim nefse muhalefetten hali (boş) olmadı, cümleye dost oldu. Ve her düşmanına galip oldu, her ne kadar zelil ise de.

Pes imdi kütten murad şehvet sıfatıdır ki cazibedir. Yani eli var, ayağı yok, murad (kast) nefstir. Ve elsizden murad gazap sıfatıdır ki dafladır. Yani ayağı var eli yok murad şeytandır. Yani Allah’ın muradına muvafakat ve şeytana muhalefet üzere oldum. Nefse galip olmak vaktinde şeytan nefse yardım edip, gazap sıfatıyla nefsime yardımcı olup, ikisi bir olup bana galip oldular. Ve dahi ibadetlere Ragıp oldukça (rağbet ettikçe) şeytan beni men ederdi (engellemeye çalışırdı), fariğ oldukça (gayretten kesildikçe) şeytana yardım edip üzerime yorgunluk bırakıp ibadet terkini sevdirir ve lezzet verirdi. Daim bu cenk ile onlara gâh galip ve gâh mağlup olurdum. Bil külliye ellerinden halas bulup, şerlerinden emin olamadım diye süluk ehlini bu ikisi ile daim muhalefet üzere kandırır. (nasihat eder)

Gör imdi derviş ne acep sinektir ki devler ve periler ile kahraman ve Süleyman gibi cenk eder. Ve nefs u şeytan ne yaman düşmanlardır ki bu ikisinin elinden Enbiya ve Evliya ağlayıp inlemekten hali olmamışlardır. Zira bu ikisinin elinden kimse halas olmaz, meğer kendiliğinden tamamen fani ola (Varlığından tamamen kurtula, yokluğa karışa), Ol kurtulur ancak.



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Kaf dağından bir taşı, şöyle attılar bana
Öğlelik yola düştü boza yazdı yüzümü…



Kaf dağından murad Şer-i Şeriftir (Şeriat-i Muhammediye) ki cümle halkı sarıp dairesine almıştır. Ve büyük Alimler (kesserehümullahü ve refaa şanehün Allah onları çoğaltsın, onları kuvvetlendirsin, şanlarını yüceltsin) ol dağ üzere her tarafında ahval-i halka nazar edip dururlar ki her canipten bir halel (bozulma) zuhur edecek olursa etraftan ona taş atıp katil (öldürmek) mi icap eder veyahut hadd (sopa veya hapis) mi veyahut tazir mi (korkutmak mı) veyahut tedip mi (uslandırma nasihat mı) icap eder, fiil hal emri icap edip ol tarafından yıkılan yeri tamir ederler. Zira âlemin nizam u intizamı onların vücudları (varlıkları) sebebiyledir. Her ne yüzden bu din-i İslam’a ve şeriata muhalif bir kimseyi görseler veya işitseler "min indillah" (Allah katından) bunlara gayret-i diniye düşer, onu önlemeye çalışırlar.

Büyük Şeyhlerin sözleri ise ekseriye mutlak olmakla anlaşılması gayet zor olup, (Zahir) Ulema bunların mutlak kelamlarını Şeraite muhalif zannedip ekseriya lanet taşını bunların üzerine atarlar. Ve lakin ol sözlerden Meşayihin muradı, Ulemanın anlayışına doğan mana olmamakla, onların lanet taşları Meşayihe dokunmaz.

Zira üzerlerine hücum ederlerse, ol sözün Şeriata muvafakati (uygunluğu) yüzünü beyan edip, ol lanetten kurtulurlar.

Yunus Hazretleri buyururlar ki; Ulema benim mutlak kelamımı anlamamakla bana lanet taşı attılar. Benim muradım onların anladıkları gibi olmamakla taş yol ortasında kaldı.

"Öğlelik yol" demekten murad; öğle gün ortasıdır, ilm-i zahir (satırdan öğrenilen ilim) de nısıf-ı ilimdir. (ilmin ortası, yarısıdır). Zira ilmin akidelere ve amellere müteallik (ilişkili) olanı ilm-i kelam ve ilm-i fıkıhtır ki ilm-i zahirdir. Ve ahlaka ve içi temizlemeye ait olanı ilm-i ahlak ve ilm-i hakikattir ki ol ilm-i batındır. (Diğer yarısı)

İmdi ulema-i zahirin ziyade iyi anlayanın ilmi yol ortasına dektir. Öğlelik yol dediği ona işarettir.

“Boza yazdı yüzümü” dediği yani az kaldı ki muradımı anlayalar ve saklanması üzerime farz olan ilmi onlara keşfetmiş (ifşa etmiş) olam diye korktum. Zira rububiyet (İlahi terbiye ve varlıkları geliştirme) sırrını keşfetmek (açıklamak) küfürdür. Tefsir-i Kadi’de; "Ya eyyüherresulü beliğ ma ünzile ileyke min Rabbike" ayetinin tefsirinde der ki "Esrar-ı İlahiden bazı sır vardır ki ifşası haramdır."

Ve ihya-i ulûm’da Zeynel Abidin’den nakledip buyururlar ki; "Bazı ilim cevherleri vardır ki ben onları ifşa etmiş olsaydım bana 'sen puta tapanlardansın' denirdi." Bu beytin manasını beyan etmek lazım değil, ehline malumdur.

Niyazi Mısri



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Balık kavağa çıkmış, zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş, bak a şunun sözüne



“Balık” ilham tariki ile gönle varid olan ALLAH’ı bilmektir ki balık, denizinde olur. O derya dahi Arifin gönlü fezasında olur.

Gâh dalgalanıp balık gibi derya arasından taşra (kıyıya, kenara) gelen arif, sahilde olanlara dağıtır. Lezzetinden can-ü dil (ruh ve kalb) gıda-i ruhaniler (manevi lezzetler) bulur.

“Kavak" meyvesiz boyu güzel bir ağaçtır. (Kavaktan) Murad marifet davası eden softadır ki eseri riyasettir (baş olma davasıdır). Büyük velilerin düşünce ve sohbetlerinden bazı kelimeler ezberleyip yanına gelen bazı gözü bağlılara, ol hakikatleri kendi hali olmak üzere satar, maksudu dünyayı yutmaktır.

“Zift turşusu" dediği oldur ki; ne kendi hazzeder ve ne dinleyenler hazzeder. Kendi hazzetmez, zira bilir ki kendi hali değildir. Ve dinleyenler dahi hazzetmezler, zira candan gelmeyen marifet, lezzetsizdir.

Bunların misilleri kâmillerden birisi şöyle vasf-u beyan etmiştir.

“Emel hıyamü feinna kehıyamihim ve era nisael hayyı gayre nisaiha."

"Çadırlar aynı bildik çadırlar fakat obanın kadınları başka kadınlar."

(Tefsiri: Kalıp başka, ruh başkadır. Yani "göründüğü" gibi "olmuş" değildir.)

Yani "marifet sözünü" cahil diline alır, dünyayı yemek için. Arif onu görür, bilmezlikten gelir. Maarif (arif olmayan) sözlerini kor, turşu sözlere başlar ki sakladığını kâmiller bilir. Zira leylek koduk doğurmuş gibi olur.

“Leylek”ten murad ALLAH’ın büyük kullarıdır. Zira leylek yemek, içmek ve tenasül (üreme) yüzünden olan halini halka gösterir. Ama bir seferi vardır, onu kimse bilemez ki ol sefer neredir. Kezalik (bunun gibi) Arif-i Billâh olan kâmilin de dış görünüşü halkladır. Ama iç dünyasını kimse bilemez ki nedir? Ve Arifin gönlü ne makamda ve ne haldedir? Yedi kat gökleri, Arş’ı ve Kürsi’yi arasalar Arif-i Billâh nerde idiğün bilemezler.

“Leylek koduk doğurmuş” dediği ekseriya ALLAH’ın büyük velileri tesettür (gizlenmiş) hal ile bağlıdırlar. Hususiyle balığın kavağa çıktığını gördükçe ziyade tesettür ile belki gayb kubbelerinin altına gizlenirler. Hallerini gizlemek için cahilane sözler söylerler. Nitekim kavak cahil, arifane sözler söyler ki itibar ederler; daima yüksekte ola. Leylek ise cahilane hareket edip kendini öyle gösterir, halk bana iltifat etmesinler, seferimden geri kalmayayım diye. Halk ise kavağın sözüne inanırlar, leyleğin sözüne ta’nedip (kötüleyip) “bak a şunun sözüne” diye ayıplarlar. Ama ehli olanlar ikisinin sözüne de itimat etmeyip “bak a şunun sözüne” diye taaccüp ederler.


Niyazi Mısri


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez.
Erenler meclisinde bürür mana yüzünü



Haddizatında (esasen, gerçekten) Yunus Emre’nin bu sözü gibi bir söz, gelip geçmiş Şeyhler tarafından söylenmemiştir. Gerçi görünüşte alay ve istihzaya ve çocuk eğlencelerine benzer ama, batınen ALLAH gelinleri olan, İlahi sırlar ve hakikat manası olan bakirelerin namahremden (yabancılardan) çekilmiş duvak ve nikap (örtüsü) gibidir. Ta ki namahrem (bu sırlardan uzak kimseler) gözü görmeye ve eli ermeye. Yunus Emre’ye bu beyit sahih olur:


Her bir âşık bu yolda bir türlü nişan vermiş.
Biri nişan vermedi nişanımdan ileri


Bu kasidenin bir misali de buna benzer ki buzağının burnuna kirpi derisi burunsalık bağlarlar. Ta ki anası emzirmesin diye. İmdi namahrem olanlar bu beyitin sütünü emmek istedikçe her beyit hakiki sütün vermez, reddeder.

Niyazi Mısri

3 Ocak 2012 Salı

ÇINAR’IN SESİNE KULAK VERDİM


A.Selahaddin HİDAYETOĞLU ÇELEBİ efendime......

ÇINAR’IN SESİNE KULAK VERDİM
Açık berrak bir havada, güneşin tam tepeden beni seyrettiği anda, yeşillikler ortasında ulu bir çınar… Sanki beni çağırıyor, gölgesi ise cezb edici. Dayanamadım vardım yanına, yaprakları ve dalları sanki beni kucaklıyordu.
İçime bir ürperti girdi, tepeden aşağıya titrediğimi hissettim. Daha önce yaşamadığım bir duygu idi bu kucaklama, ilk defa bu derece sevildiğimi ve insan olduğumu anladım.
Ne idi bu etkisi altına alan güzellik, düşünmemek elde değil ki, en nihayetinde insan olduğunu sana hissettiren bir çınar ağacı. Belki etrafımda çok kereler bu duygu seline kapılmam gereken olaylar olmuştur ama bakıpta görememek var, belki de benden kaynaklanan bir körlük diye düşündüm.
Aslında benim görmemi sağlayan o andaki tefekkürdü, çınarın buraya nasıl geldiğini düşünmek, bodur yeşillikler arasında nasıl oldu da bu boyutlara gelebildi? Hadi çınar bu hale erişti diğerleri neden bodur kaldı? Allah’ın nizamına hayran olmamak elde mi ki, titrememin sebebi de bu idi sanırım, “Sübhane Rabbiyel âlâ” demek için, Allah’a secde etmek geldi içimden, hemen ettim de, şükrümü bir şekilde göstermek ve kendimi, O’nun yanında ne kadar aciz olduğumu nefsime anlatmamın en güzel yolu idi, secde etmenin hazzını duymak ne güzel bir duygu, kendin ile buluşuyorsun, toprak anaya, geldiğim yere sığınmak, iki hasretin buluştukları anı, gönülde hissetmek… Cüzî iradenin Küllî iradeye teslimiyeti gibi, kelimelerin kifayetsiz kaldığı o an…
Ey ulu çınar ne kadar da güzelsin, seni yaradana kurban olayım dedim, beni anlamış gibi dalları yaprakları bir ahenk tutturmuş salına salına benim ile konuşuyor sanki.
Ey insanoğlu; Alemlerin Rabb-ı olan Allah (c.c) beni ufacık bir tohum iken yapmam gerekenleri anlattı. Bende kabul edip bu gördüğün yerde dünya yaşamına başladım. Benim görevim; parçası olduğum bir bütünü temsil ile beraber, yaratılmış olanların ihtiyaçlarının, bana düşen kısmına cevap vermek, onlar benim gövdeme, dallarıma, yapraklarıma, ne kadar zarar verirlerse versinler ben yılmadan, asıl olan görevi edaya kendimi adamış olarak bu yaşamı tamamlama hedefi içindeyim. İnşallah sende benim ile aynı amel içindesindir. Sen yaratılmışların en üstünü olan insansın, Allah c.c. üstün kıldığı insandan kendini tanımasını bilmesini ve aynı realite doğrultusunda görevini yerine getirmesini sabır ile beklemektedir.
Yaratılmış her eşyayı gördüğümde sanki çınarın bana anlattığı ile karşı karşıya kaldığımı hissediyorum. Allah C.C. sabrına bir rahmet olarak görüp, mesajın mahiyetine cevap vermek, insanlık görevim olduğunu nefsime haykırıyorum.                
Sevgi ile baktığım bir ağacın, gönlüme verdiği mesajda, nefs ile kirlenmemiş sevginin büyüklüğünü bir kez daha anladım, karşımda ki ne olursa olsun, vermesini bilebildiğin sevgiyi, alamayan hiçbir canlı yok, yeter ki sen gönülden ver, riyadan uzak olsun, menfaat ile kirlenmemiş bir sevginin açamayacağı kapı, çözemeyeceği dil, yumuşatamayacağı kalp yok.
O kapı da, dil de, kalp de Allah’ın değil mi zaten, O’ daima aktif olan, her an üreten, her an bizimle birlikte olandır.
Kul olunacak ve sığınılacak sadece Allah’dır.
Allah yar ve yardımcımız olsun..!

Vefa nedir, bilir misin?


Vefa nedir, bilir misin? 
Vefa tam, mükemmel, içten, sağlam ve sarsılmaz kalp bağlılığıdır. Samimi inanan insan vefalıdır, sadıktır. Rabb'inin rızasını kazanma yolundaki engel ve zorlukları aşmak için çalışır.
"Vefa nedir, bilir misin? Vefa arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır." (Mevlana)
Vefa, sözünü yerine getirme, sözünde durma, sevgi, dostluk ve bağlılıkta kararlılık ve dini sorumluluklarını yerine getirme anlamlarına gelir.
Gerçek vefa, Allah'a verilen sözlere sadık kalmaktır. Örneğin, 'Ben Allah'ın kuluyum... Ben yalnızca Allah'a kulluk ederim... Dinim İslam'dır" ifadeleri söz verme anlamındadır. Vefalı olmak, bu sözleri fiili olarak da doğrulayarak, sadakatle Allah'ın sınırlarını korumak, kulluk sorumluluğunun bilincinde olmak ve Allah'ı derin bir aşkla sevmektir.
Vefa tam, mükemmel, içten, sağlam ve sarsılmaz kalp bağlılığıdır. Samimi inanan insan vefalıdır, sadıktır. Rabb'inin rızasını kazanma yolundaki engel ve zorlukları aşmak için azimle çaba harcar, yapması gerekenleri titizlikle yerine getirir. Bu anlamda vefa ve sadakat, müminlerin yaşamları süresince ihtiyaç duydukları ve kendilerine Allah'ın hoşnutluğunu kazandıracak olan üstün ahlak özellikleridir. Sevgi, şefkat, merhamet, hamiyet, yiğitlik ve vefa gibi duygular müminlerin silahıdır. Bu duygular, Kur'an ahlakını yaşama yolunda diğer insanların da şevklerini tetikler, coşkularını artırır.
Kur'an, gerçek iyileri, "ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler" ifadesiyle tarif eder. Vefa, bir mümin özelliği, vefasızlık ise münafık özelliğidir. Peygamberimiz (sav), münafıkların özelliklerinden söz ederken onların üç özelliğini şöyle sıralar: "Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Emanete ihanet eder.
Allah'ın tarif ettiği müminler ise doğru sözlü, dürüst, güvenilir, sadık, vefalı ve sorumluluk sahibidirler. Küçük dünyevi çıkarlar ardında koşmazlar. "Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir. (Mearic Suresi, 32) Bu yüzden, bir ahdi yerine getirme ya da bir emanete en güzel şekilde uyma konusunda güven duyulan insanlardır.
Ahitleşme ve emanet konusu oldukça önemlidir. İnsan, eğer kaldırabiliyorsa ahitleşmeli ve emaneti üstlenme sorumluluğunu almalıdır. Ahdi tutmamanın ve emanete ihanet etmenin önemine Kur'an'da dikkat şöyle çekilir:
... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. (İsra Suresi, 34)
Ey iman edenler, Allah'a ve resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin. (Enfal Suresi, 27)
Ancak kişinin yapabileceği halde, üşengeçlik ya da başaramama endişesiyle bu sorumluluklardan kaçması da yanılgıdır. Hayırlı bir işi bahanelerle yapmamak da insan üzerinde vebal olur. Allah yolundaki mücadeleden bu geçersiz bahanelerle kaçmak itaatsizliktir. İnsan samimi niyet, çaba ve dua ile sorumluluğunu üstlenmelidir. Sadık ve vefalı olduğunda insan, emrolunduğunu büyük bir teslimiyetle yerine getiren melekler gibi olabilir.
Vefa şeytanı müthiş kızdırır. "Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır." (İsra Suresi, 53) ifadesiyle dikkat çekildiği gibi müminler, şeytanın planlayıp uygulamaya koyduğu sinsi tuzaklarına düşmemek için birbirlerine hatırlatmalarda ve uyarılarda bulunurlar. Kendi hatalarını düzeltmeye çalışır, mümin kardeşleri bir hata yaptığında bırakıp gitmez, ona destek olur, yardım ederler.
İşte gerçek sevgi de budur. Bir mümin ahirette yalnızca kendi vereceği hesabı düşünmez. O, kardeşlerinin de sonsuz kurtuluşuna vesile olabilmeyi ister. Bu sevgi herhangi bir dünyevi çıkar kaygısı ile bozulmamış sevgidir; Rabb’lerinin müminlerin kalplerinde kıldığı bir nimettir.
Sevgi, Allah rızası için olmalı, insan sevdiğini Allah’ın tecellisi olarak sevmelidir. Bu sevgide şefkat ve koruma hisleri hakim olmalıdır. İnsan sevdiği kişiyi sağlığında da hastayken de sevmeli hatta hastayken ya da yaşlandığında daha fazla sevgi duymalıdır. Sevgi Allah rızası için olmadığında ise bir hastalık ya da bir kaza durumunda kişinin dostları birer birer yaşamından çıkar.
Örneğin önemli bir hastalığa yakalanan kişi, tedavisi için gerekli olan parayı karşılamak amacıyla önce malını mülkünü satar. Maddi varlığının ardından eşini, dostunu, çevresini ve sağlığında gördüğü sevgi ve saygıyı yitirir. Sevgi, Allah rızası temeli üzerinde değilse kişi sonunda bu vefasızlıkla, bu acı gerçekle karşılaşacaktır. İnsan, Allah'ın hoşnutluğunu asıl amaç haline getirirse, o zaman mutlu olur. Allah ona huzur ve güzellik verir. Aksinde ise canı çok yanar; vefasızlık çok can yakıcıdır. İnsanın, parası, toplumdaki yeri ya da güzelliği için sevilmesi ya da sevmesi oldukça aşağılayıcıdır; sonu ise ürkütücüdür.
İman sahipleri, müminlerin sayılarının azlığını ve her bir mümini Allah’ın seçtiğini düşünerek, O’nun seçtiği kulu beğenmemenin hata olacağını bilirler. Birbirlerini koruyup kollar, her koşulda birbirlerine destek olur, birbirlerinin hatalarını bağışlar, birbirleri için dua ederler. Yüce Allah müminlerin, Allah yolunda "birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak" inkarcı görüş ve felsefelere karşı mücadele ettiklerini bildirir.
Allah, sadakat ve vefa konusunda imtihan eder. Güzel tavırlar sergileyip, güzel söz söylemek önemlidir. Kötü söze ya da kötü davranışa güzellikle karşılık vermek de imtihanın bir parçasıdır. Vefalı insan, hata yaptığında dostunu yalnız bırakmaz, bağışlayıcı olur. Son kez affetme" düşüncesi müminin sözlüğünde olmaz; o, Allah için bağışlar.
Vefalı insan, beklentisi olmayan, çıkar gözetmeyen kimsedir. Müminin özverisi ve vefası; onun, Allah'ı kendi nefsinden, yaşamından ve sahip olduğu maddi manevi herşeyden daha çok sevdiğinin açık göstergesidir. O, Allah'ın sevgisini kazanabilmek için, içinde asla burkuntu olmadan herşeyini yolunda feda edebilir. Canı, malı ve herşeyi ile Rabb'ine teslim olmuştur.
Zorluk zamanlarında insanın aşkı, sadakati ve vefası daha ortaya çıkar. Bediüzzaman’ın da söz ettiği gibi, elmasla kömür burada ayrılır; bu, insanın ateşle imtihanıdır. Ham altın ateşe konulduğunda işe yaramayan, kötü kısım üste çıkar. O kısım atıldığında saf/tertemiz altın kalır. Allah da insanları böyle zorlukla imtihan eder. Ancak imtihanda hep iyi olanlar, hep güzel ahlaklı olanlar kazanır. Kaliteli, aklı başında, yiğit, dürüst, samimi müminler zorluklardan asla etkilenmez, her zaman sadakatlerini devam ettirirler.
Allah’a bir kez iman edilir. Bir kez dost olunur. Bir kez aşık olunur ve bir daha sonsuza kadar asla bırakılmaz. Sadık ve vefalı mümin, başına her ne gelirse gelsin, hep aşkla “Allah” der. Gerçek iman, gerçek Allah sevgisi, gerçek vefa ve sadakat budur.
Bugün, büyüklerine sevgi ve saygı duyan, sadık, vefalı, şefkatli, merhametli, derin düşünen, Allah’tan başka kimseden korkmayan, birisi çirkin bir söz söylediğinde, söyleyeni uyaran, sevdiklerini koruyan insanların sayısının artmasına ihtiyaç vardır.
Allah, az sayıda da olsalar müminleri bulundukları yerden alır, bir araya getirir, onları birlikte kılar ve cennete hazırlar. Müminler arasındaki kardeşlik, derin sevgi, vefa ve muhabbet, cennet halkının özelliklerindendir. Allah’ın dünyadaki tecellileri olan müminlerle beraberse insan, umulur ki Rabb'i onu ahirette de ahdine vefa gösteren müminlerle birlikte kılar.
Peygamberimiz (sav)'in, kulun Allah ile olan ahdi konusundaki duası bizlerin de duası olsun:
– Allâhım! Ben Sen'in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va'dine sadâkat gösteriyorum!" (Buhârî, Deavât, 16)


1 Ocak 2012 Pazar

Elif gibi olmak



Elif gibi olmak. Şu yuvarlak dünyaya inat dimdik durmak. Doğru olmak ve dosdoğru yürümek patika yollarda. Bir başak gibi salınmak nazlı nazlı rüzgârla. Minareyi andırır suretiyle her daim şahadeti vurgulamak.
        Elif olmak; kar tanesi kadar soğuk, bir o kadar narin olmak.
        Elif olmak; Hırçın dalgalar kadar asi, durgun sular kadar mağrur olmak.
        Elif olmak; Güneş kadar yakıcı, bir o kadar aydınlık olmak.
        Elif olmak; Başı çekmektir. Zorluklara, sıkıntılara dur deyip her yerde her suretle ve her daim “işte buradayım” diyebilmektir.
        Ve işte buradayım diyerek varlığını zirveye ulaştırıp ALLAH lafzına yaşam vücudunu giydirebilmektir.
        Tırtıl olarak halk olmak ve tırtıl olarak düşmek yollara. Ufuklara ulaşmak için, yaradılışın özündeki gayeye ulaşmak için ve bir gün kelebek olarak aydınlık geleceğe ulaşmak için. Dedik ya elif gibi olmak diye, sürünerek dahi olsa hedefine dosdoğru yürümek. Güneşli güzel günlere kanat açmak.
        Elif olmak, beklide zıtlıklardaki ahengi yakalayıp karşıtlıklar kamusuna hayatın anlamına dair imgeler bırakmak.
        Zümrüdüanka gibi yaşamak ve hayata gözlerini kapamak. Sonsuza ulaşmak. Ölmek, ölümde doğumla buluşmak. Kendi külünden yeniden kendini yaratmaktır. Elif olmak.
        Elif olmak; bilinmez diyarların bilinmez yollarından geçerek Kafdağı’na ulaşmak. Dahası Kafdağı’nı da aşıp arkasındaki bilinmezliklere ulaşmak.
       Tüm yoklukları içine çekmek, acıyı, derdi, tasayı silmek ve hayata mutluluk serpmektir elif olmak.
       İçine giren bir kum tanesinin verdiği ızdırapla kavrulmak ve istiridye olmanın verdiği çaresizlikle göğüs germek ve savaşmak. Gitgide büyüyen acılara karşı dayanmak. Dayanmak ve acıları güzelliklere çevirmek.
       Ve bir inci var edebilmek, kum tanesini inciye dönüştürebilmek. Lüzumsuzken ona paha biçilemez bir değeri yükleyebilmektir elif olmak.
       Elif olmak; Sarp kayalarla örtülü uçurumların kenarında açan bir çiçek olabilmek ve hayatı enginlerden seyretmek.
       Elif olmak; Bir arı gibi her çiçeğe konabilmek ve her çiçekten bir pay alabilmektir.
       Elif olmak; Karanlıklara kamer gibi parlayabilmektir.
       Elif olmak; Akıntıya karşı kürek çekebilmektir.
       Elif olmak; Kuru topraklarda yeşerebilmektir.
       Elif olmak; Baharla coşabilmektir.
       Elif olmak; Hayata anlam verebilmektir.
       Elif olmak; Elif olarak var olabilmek, elif olarak öle bilmektir. Elif olarak yaşayabilmek ve her daim ELİF olarak kalabilmektir.

İncecikten bir kar yağar
Tozar elif elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer elif elif diye

 ****
 “Elif” olmak zordur
Çünkü “Elif” olmak,
Yuvarlak bir dünyada dik durmanın
Dik ve önde belki acıyla
Ama vazgeçmeden durmanın
Dünya ne kadar dönerse dönsün,
Olduğu yerde kalmanın adıdır “Elif” olmak.
……
Dostum, bilir misin, “Elif” bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…
Sadece kendinden önceki harfe bağlanır;
En önceki’ne belki de;
Sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “Elif” olmaz adın
Sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak;
Ama herkes yüklenir üzerine
Yardımsız yar’lar doluşur dünyana
“yardımıyla gelen yar” gitti diye…

Mevlânâ

Allahım Bu Vuslatı Hicran Etme

Allahım Bu Vuslatı Hicran Etme


 Allahım bu vuslatı hicran etme
Aşkın sarhoşlarını nalan etme

Sevgi bahçesini yemyeşil bırak
Bu mestlere bahçelere kasdetme

Dalı yaprağı vurma hazan gibi
Halkını başı dönmüş zelil etme

Kuşunun yuvasının ağacını
Yıkma da kuşlarını perran etme

Kumunu ve mumunu karıştırma
Düşmanları kör et de şadan etme

Hırsızlar aydınlığın düşmanıdır
Onların işlerini asan etme

İkbal kıblesi yalnız bu halkadır
Umut kabesin öyle viran etme
 


Bu çadır iplerini öyle katma
Çadır senindir eya sultan etme

Yok dünyada hicrandan daha acı
Ne istiyorsan et de onu etme

Mevlana Celaleddin Rumi

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...