31 Aralık 2012 Pazartesi

DİKEN



Mecnun bir gün fırsat buldu, Leyla ile oturmaya muvaffak oldu. Leyla, onu sınamak için bir dilekte bulundu:

- Ey âşık! Neyin varsa getir.

- A ay yüzlü, dedi Mecnun, aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne gözümde bir nebze yaş. Aklımı yağma ettin, uykumu çaldın. Artık bir canım var, emreyle onu vereyim.

- Ben onu senden ne vakit istesem alırım, başka neyin var, sen ondan bahset.
Mecnun o vakit arandı, yakasında sakladığı bir iğnesi vardı, onu çıkarıp sevgiliye sundu.

- İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir. Bunu da neden taşıyorum bilmek istersen, çölde, ovada seni izlerken çok düşüyorum, kendimden geçiyorum; oralarda ayağıma, bedenime dikenler batıyor; bu iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.

- İşte bunu istiyordum ben senden. Eğer aşkında gerçek isen bu iğne nasıl layık oluyor sana? Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?!..

ÖLÜM YOKTUR AŞIKLARA


Ölüm yoktur aşıklara

Gerçeği bilerek ölen aşılar, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler,
Tatlı tatlı ölürler
Bir başka şive ile ölürler hasılı Elest hitabından sonsuzluk şarabı içenler…
Melekler kıskanırken güzelliklerini, adem oğulları gibi ölmezler onlar
Sen aslanlar da köpekler gibi kapının dışında mı ölürler sanırsın?
Yolculukta ölen aşıkları karşılamaya padişah çıkar
Onlar ölmezler, gaip gözlerini açarlar
Aşık olmayanlarsa kör ve sağır can verir giderler
O ay yüzlünün ayak ucunda solar aşıklar
Güneş gibi apaydın olurlar
Birbirlerinin canına can kesilenler, birbirlerinin aşkı ile ölürler.
Ciğerlerinde aşk suyu…
Su gibi ölürler
Aşıklar gökyüzüne kanat açarlar
Münkirlerse cehennemin dibinde geberip giderler
Geceleri sevgilinin derdi ile korkusu ile uyuyamayanlar
korkusuzca huzur içinde ölürler…
Burada ota tapan öküzlerse eşek gibi çürür giderler
Sevgilinin bakışına kapılanlar, güle oynaya feda ederler kendilerini o bakışa
Padişah onları kucağına alır bağrına basar
O bakışa kul köle olan, hor hakir bir halde ölmez
Mustafa’yı arayanlar Ömer gibi Ebu Bekir gibi ölürler…
Ölüm yoktur aşıklara...

Ben bu sözleri öylesine söyledim.
Ey şems! Padişahım! Seni inkar eden ölmez
Sadece gerçeği bilmeyen kapkara kalbi ile kapkara gider
HZ.MEVLÂNÂ (K.S) - DİVAN-I KEBİR

29 Aralık 2012 Cumartesi

ey â âşık

ey â âşık






Ey â tâlib,“Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki: Benim rızam için, benim aşkıma birbirini sevenlere, Benim rızam için oturup sohbet edenlere, Benim rızam için birbirlerini ziyaret edenlere ve birbirlerine harcamada bulunanlara muhabbetim haktır. [İmam Malik, İbn Hıbban]

…ve ey â âşık,Sevgilinin hasretiyle seherlerinde ah ederek göz yaşı döktüğün geceler miktarınca,aşkın sana kutlu olsun!..

Hâcemiz aşk-ı ezeldir bize andandır hitâb
Dersimiz ilham-ı Hakk’dır gönlümüz ümmü’l kitâb

Hocamız ezel aşkıdır, bize hitap ondandır. Dersimiz Hak ilhamıdır. Gönlümüz kitabın anasıdır
Hz. Gaybî Sun’ullah Efendi


Şeb-i Arûs


Şeb-i Arûs


Mevlânâ’nın ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. İkindi vaktinden sonra Kur’an okumak ve Aynü’l-Cem’ yapılmak sûretiyle icra edilen bu merasimin gecesine aynı zamanda “Leyletü’l-Arûs” da denilir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet etmektedir.

Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü” saymıştır (Hilmi Yücebaş, Edebiyatımızda Mevlânâ, (Konya İl Yıllığı), Konya 1973, 30)

Bilindiği gibi, Mevlâna (hicrî 672) miladî 17 Aralık 1273′de Pazar günü akşam üstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü gerdek gecesi “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs, fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla tamamlanır.

Mevlânâ, “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama, arif kişilerin gönlündedir. Bizim mezarımız. Burada ölüm (olarak) tezahür ediyorsa da orada doğumdur” der. Yine Rabbine, “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm” şeklinde seslenir. Böylelikle ölüme bir başka açı kazandırır (Alişan Özattila, Hak Aşığı Mevlânâ Celâleddin, 180-181).

Gerçekte iki türlü ölüm vardır. Birincisi, nefsi (egoyu) feda ederek oluşan “manevî ölüm”. Yani Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Ölmeden evvel ölünüz” emrince “Hak’ta yok olmak” anlamındadır. Bu ölüme, “ilk vuslat” adını da verebiliriz. İkinci ölüm ise, “fizikî ölüm”dür. Bugüne kadar, Şeb-i Arûs olarak kabul ettiğimiz, canın beden kafesinden kurtularak aslına döndüğü, katrenin denize, can ummanına erdiği an. Ki bu an “vuslat gecesi” olarak isimlendiriliyor (Feyzi Halıcı, Mevlânâ Sevgisi, 20).

Mevlânâ’da Vuslat Anlayışı

Mevlânâ, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Kendinin ölüm ve vuslat anlayışını, Kur’an-ı Kerim’in bir âyetinin ışığı altında tetkik edip anlamak mümkündür:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra ancak bize döndürüleceksiniz” (el-Ankebût, 29/57).

Âyette geçen “dönmek” kelimesi, Allah’a kavuşulacağını, “vuslatı” açık bir ifadeyle “müjdelemekte”dir. Bu müjdeyi benimseyen, ona sımsıkı sarılan Mevlânâ, ölümü bir ayrılık değil, bir vuslat olarak kabul eder.

Mevlânâ’nın ölüm anlayışına gelince; “Bir devir sistemi içinde hayatın anlamı, ruhun ölümsüzlüğü ve Allah’a, vuslatın yolu ölümden geçmektedir” tarifiyle zemin kazanır ve Mevlânâ’da ölüm, “Mutlak ve ölümsüz Varlık’a veya diğer ifadeyle “asla” bir rücû hareketi ile” zirveye ulaşır.

Mevlânâ, ölümü kişinin aslına dönüşü veya menşein ilâhi bir cevher olması hasebiyle “Allah’a dönüş” olarak telâkki eder.

Bir başka ifadeyle ölüm, “Cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçmasıdır.”

Mevlânâ bu hususu şöyle ifade eder:

“Bizi Elest harabatından getirdiler. Coşmuş, dağılmış ve kendinden geçmiş olarak getirdiler. Yine harabat tarafına çekecekler. (Bizi) yoktan var ettikleri için” (Mevlânâ, Rubaiyyat, 672/1 14).

“Hele ölümden bir kurtulsun, kurtuluşa ulaşın; çünkü sevgiliyi görmek âb-ı hayattır.” (Mevlânâ, Mesnevî, Terc., A. Gölpınarlı, III, Beyit 4607).

“Çünkü tiksinmek, kötü gelmek ortadan kalkarsa o ölüm, ölüm değildir ki. Görünüşte ölümdür, gerçekteyse göçüş” (Mevlânâ, Mesnevî Terc., A. Gölpınarlı, III, 4613).

Abdülmelik ERDOGAN

22 Aralık 2012 Cumartesi

HOŞGÖRÜ MUALLİM VE MÜRŞİDİ: MEVLÂNÂ

 
 
 

HOŞGÖRÜ MUALLİM VE MÜRŞİDİ: MEVLÂNÂ
 
 
Hoşgörü, bizim kültürümüzün ve değerlerimizin bir parçasıdır. Beraber yaşama, başkalarına tahammül etme anlayışının en iyi motifi hoşgörüdür. Hoşgörü bir gönül işidir. İnsan gönlünün Yaradandan ötürü yaradılanı hoş görmesi yüksek bir karakterdir. Söz olarak hoşgörüden bahsetmek kolaydır. Ama öz olarak hoşgörüyü yaşamak ve yaşatmak ayrı bir fedâkarlık, ferâgat ve gönül terbiyesi ister.
İnsanlar ahlâkî erdemleri nazarî ve teorik olarak kitaplardan değil fazîlet ve erdem sahibi insanlardan öğrenirler. Hoşgörü bu türden kitaptan öğrenilen bir fazîlet ve erdem değil, bizzat yaşanılan erdemdir. Mevlânâ’nın büyüklüğü belki de buradadır. Sevgiyi, aşkı, hoşgörüyü ve gönül îmârını eserlerinin temel motifi kılan bir insan olarak o, hayâtında bu vasıfların en güzel örneklerini sergilemiştir.
Türkçede güzel bir söz var: “Salâh olmadan ıslâh olmaz, reşâd olmadan irşâd olmaz” derler. Yâni başkalarını ıslâh çabasına girecek olanın önce kendisinin salâh bulması, başkalarını irşâd edecek olanın da önce kendisinin doğru yolda bulunması gerekir. Uyuyanın uyuyanı uyandırması nasıl mümkün değilse gönlü aydınlanmamış insanın bir başka gönlü aydınlatması düşünülemez. Aynı şey bütün ahlâkî erdemler ve hoşgörü için de geçerlidir. Nitekim ayın dünyaya ışık vermesi bile güneşten aldığı ziyâya bağlıdır.
Mevlânâ hoşgörü ve sevgi muallimliğini Allah Rasûlü’nden tevârüs etmiştir. Onun şefkat mektebinin sâdık bir talebesidir. Allah Rasûlü âlem-şümûl mânâda yüksek bir hoşgörüye sahipti. Onun anlayışına göre hoşgörü ve iyilik herkesi kuşatmalıydı. Nitekim Allah Rasûlü buyururdu:
Size iyilik yapana iyilik yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet kötülük yapana da iyilik yapabilmektir.”[1]
Merhametiniz bütün mahlûkata şamil olmadıkça cennete giremezsiniz.[2]
Allah Rasûlü insanlara karşı “kavl-i leyin/yumuşak söz” ile konuşurdu. Çünkü Kur’an onun bu özelliği sebebiyle insanların dağılmayıp etrafında toplandığını haber vermektedir.[3] Allah Teâlâ Firavun’a gönderdiği Mûsa ve Hârun’a da şöyle buyurmuştu:
Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona kavl-i leyin/yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya çekinir.”[4]
Mevlânâ bu nebevî anlayışla kime ve nasıl tepki verileceğini bilen, eliyle, diliyle kimseyi incitmeyendi. Nitekim Yûnus da aynı yolun yolcusuydu. O derdi ki:

Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.
 
Mevlânâ hoşgörü ve hilm dünyasının insanıydı. İnanan inanmayan herkese hoşgörü nazarıyla bakardı. İnsanların birbirlerini hoş görmesini; kavgasız, güzellik içinde yaşamasını isterdi. Bunun için de aşkı, hoşgörüyü ve hilmi hayâtın merkezine yerleştirmişti. Çünkü temelinde aşk ve sevgi olan bir insanlık anlayışı bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları ışıtır, uzakları yakın eder, duyguları derinleştirir, sözleri anlamlı kılar, varlık âlemindeki her varlığa şefkat, merhamet ve ibret nazarıyla bakmayı sağlardı. Nitekim bu konu ile ilgili Hz. Mevlânâ derki:
 
Aşkının uğrunda yırtsan gömleği,
Hırsta kalmaz bil ki gönlün isteği.

Şâd olup kal! Sevdamız hoş aşkımız,
Derde dermân, senle bitmiş kaygımız!
 
Hem azamet, kibrimiz, nâmusumuz;
Sensin Eflâtun’u Calinus’umuz.

Toprak insan, aşkla göklerden geçer,
Aşk yüzünden, Tûr ki coşmuş raks eder.

Tûr’a baskın aşktı, elbet aşktı nûr,
Düştü Mûsa, mest olup geçti Tûr.[5]

Cümle mâşuktur ve âşık örtüsü,
Canlı canandır ve âşıktır ölü.

Aşkta sabrı bulmamış sersem kişi,
Bir kanatsız kuştur artık, vâh işi!
[6]
Âşık/seven derdli insandır. Onun gönlünde kendi derdi değil başkalarının derdi vardır. Mümin, yüreğinde derd taşıyan, başkalarının derdiyle derdlenen ve Rabb’ının nimetlerini başkalarıyla paylaşandır.
Mevlânâ’ya göre insan olmanın yolu önce Hakk’a kul olmak ve nefsin kulluğundan kurtulmaktır. Çünkü nefs ve hevânın kulluğunu aşamamış insanın Hakk’a gerçek mânâda kul olması mümkün değildir. İnsan, gönlü itibâriyle Hakk’a kul olduktan sonra her insanı potansiyel Müslüman olarak görür ve ona asla hor bakmaz. Nitekim Mevlânâ der ki:

Hiçbir kâfire hor bakmayın
Çünkü Müslüman olarak ölebilir
.[7]
 
Onun bu anlayışı Nebevî telakkîye uygundu. Nitekim Tâif’te kendisini taşlayan müşriklerin helâk edilmeleri için dağlar meleğinin emir beklediğini söyleyen Cebrâil’e Allah Rasûlü de şöyle demişti:
“–Hayır ben onların helâk olmasını değil, onların soyundan inanan bir neslin gelmesini arzu ederim.”[8]
Mevlânâ’nın yaşadığı zaman zor bir zamandı. Haçlı seferlerinde sayısız Müslüman kanı döküldü. Şehirler yakıp yıkıldı. Evler, hanlar yağmalandı. İnsanlar haçlıların bu davranışları karşısında hristiyanlara ve hristiyanlığa karşı kinlendi. Fakat Hz. Mevlânâ buna rağmen hristiyan papazlarına karşı büyük bir hoşgörü ile davranmaktaydı. Fanatik haçlıların yaktıkları câmilerin henüz ateşi sönmemişti ki Hz. Mevlânâ olan her şeyi Hakk’ın tecellîsi ve hikmeti gereği görerek, hristiyanlara karşı öfke ve intikâm ateşi taşımıyordu. Hatta onun cenâzesinde Müslümanlar kadar diğer din mensûplarının varlığı da onun bu tavrını teyid etmektedir.
Doğudan gelen Moğul istîlâsına karşı da Mevlânâ’nın büyük bir hoşgörü ile davrandığını; onları geleceğin potansiyel Müslümanları olarak gördüğünü müşâhede ediyoruz.[9]
Hz. Mevlânâ insan olarak herkesin ve her insanın dostuydu. Hatta o: “Ben yetmiş iki millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz. Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi. Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü söylediğini kabul ederse ona hakâret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakâret etmeye başladı. Hz. Mevlânâ:
“–Bütün bu söylediğin hakâretlere rağmen ben seninle de beraberim” dedi.
Mevlânâ’nın talebeleri arasında işçi, hamal, esnaf pek çok halktan ve toplumun aşağı tabakalarından insanlar vardı. Bazıları onun talebelerinin böyle vasıfsız, hatta bir takım kusur ve günahlara bulaşmış insanlardan olmasını dedikodu konusu yapmışlardı. O ise onlara şu cevabı veriyordu:

“–Eğer talebelerim bana ihtiyâcı olan kimseler olmasalardı, benim onlara talebe olmam gerekirdi. Bana ihtiyaçları olduğu için talebeliğe kabul ettim. İstedim ki değişsinler, dönüşsünler ve iyi insanlar olsunlar.
Mekke müşrikleri de Allah Rasûlü’nün etrafında bulunan fakîr, vasıfsız ashâb-ı suffayı küçümseyerek Allah Rasûlü’nün onlarla kendilerinden daha fazla meşgûl olmasından rahatsız olmuşlardı da Allah, Rasûlü’nün dikkatini şöyle çekmişti: “Sabah akşam rızâsını dileyerek Rablarına duâ ve ibâdette bulunanları yanından kovma!”[10]
Mevlânâ bütün yaratılmışları özellikle insanları insan olarak eşit görür, statüleri sebebiyle farklı muâmele yapılmasından hoşlanmaz, insanlara bugünkü anlamıyla “empati” ile yaklaşılmasını isterdi. Nitekim bir gün evine vardığında kızını hizmetçisini azarlarken gördü. Ona şu sözlerle çıkıştı: “Bu kızcağızı niye azarlayıp incitiyorsun? O hanım, sen hizmetçi olsaydın, böyle muâmele yapılmasını ister miydin? O senin kardeşindir.” Mevlânâ’nın kızı hatasını anlayıp hizmetçisinden afv diledi.[11]
Peygamber Efendimiz de insânî ilişkilerde: “Kendin için istediğini başkaları için de istemedikçe kâmil mümin olamazsın”[12] buyurarak empatiyi emretmiştir.
Mevlânâ günaha batmış insanların günahları sebebiyle rencide edilmelerinden hoşlanmazdı. Nitekim bir gün semâ meclisinde bir sarhoş kendinden geçmiş bir halde semâa katıldı. Semâ esnâsında sarhoşluğun tesiriyle yalpa yapıyor, sağa sola çarpıyordu. Semâ edenler onu itip kakarak azarlayınca Mevlânâ incindi ve onlara şunları söyledi:
“–A dostlar, şarabı o içmiş siz sarhoş olmuşsunuz. Adamı ne diye azarlayıp duruyorsunuz?
Asr-ı Saâdette de içki yasağına rağmen onu terk edemeyen biri vardı. Hakkında birkaç defa had cezâsı tatbîk edilince bazıları: “Allah belâsını versin, uslanmayacak!” türü sözler sarf ettiler. Allah Rasûlü buyurdu ki:
“–Öyle lânet etmeyin. Ben biliyorum ki o, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor.”[13]
Mevlânâ çocuk, kadın, yaşlı, genç herkese sevgi gösterir, hoşgörü ve şefkatle davranırdı. Konya’da bir mahalleden geçerken çocuklar yanına geldiler. Ona saygı gösterdiler. Mevlânâ da onlarla selamlaştı. Uzakta kalan bir çocuk “ben de geliyorum” diye bağırınca Hz. Mevlânâ o yavrucak gelinceye kadar bekledi. Onu da selamlayıp başını okşadı. Çünkü bu davranış Nebevî bir tavırdı. Allah Rasulü de çocukları böyle sever, şefkatle kucaklar, onlarla konuşurken çömelerek göz hizalarına gelmeye özen gösterir, onları öper ve şakalaşırdı.[14]
Mevlânâ’nın şefkat ve merhameti bütün canlılara şâmildi. Nitekim Sivaslı Nefîsüddîn şöyle anlatıyor: Mevlânâ bana iki dirhemlik çörek aldırdı. Bunları bir mendile sararak, bir harâbe içinde yavrulamış köpeğe ve yavrularına götürdü: “Yedi gün yedi gecedir bu zavallı köpek bir şey yememiş, yavruları sebebiyle buradan ayrılamamıştır” dedi. Allah Rasûlü de Mekke fethi sırasında yolda yavrularıyla gördüğü bir köpeği, asker ve hayvanlar zarar vermesin diye koruma altına aldırmıştı.[15]
Mevlânâ hayvanlara kötü muâmele edilmesinden hoşlanmazdı. Nitekim bindiği merkebin anırmasına kızan Şihâbeddin Gûyende’nin hayvanına şiddetle vurduğunu gören Mevlânâ dedi ki:
“–Bu hayvan seni taşımaktadır. Sen binici o taşıyıcı olduğu için onu sevip okşayacağına dövüyorsun. Allah göstermesin tersi olsaydı ne yapacaktın?” Allah Rasûlü de bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin iniltisi kesildi. Sonra Rasûlullah bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”[16]
Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ Hz. Peygamberin yolundan giderek insanca yaşamanın, insana yaraşır davranışlardan geçtiğini, kusurları ve kasıtsız yanlışları affetmekle birlikte ham ve hoyrat tavırların düzeltilmesi gerektiğini tâlim eden vâris-i nebî bir mürşid tavrındadır.
Hoşgörünün temeli sevgi, sevginin temeli merhamet, onun temeli de güçlü bir îmândır. Gerek Peygamberimiz’in hayâtından gerekse Mevlânâ’nın hayâtından sunduğumuz kısa kesitler bu gerçeği ortaya koymaktadır.


[1] Tirmizi, Birr, 63.

[2] Hâkim, Müstedrek, IV, 185.
[3] Âl-i İmrân, 3/159.
[4] Tâhâ, 20/43-44.
[5] Mesnevî, Nazmen tercüme: Ahmet Metin Şahin, c. I, b. 22-26.
[6] Aynı eser, c. I, b. 30-31.
[7] Şefik Can, Mevlânâ, s. 109.
[8] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 353.
[9] Bkz. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr, V, 180, b. 2040-41.
[10] el-En’am, 6/52.
[11] Menâkıbu’l-ârifîn, I, 438.
[12] Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn Mâce, Zühd, 24.
[13] Buhârî, Hudûd, 5.
[14] Bkz. Buhârî, İsti’zân 15, Edeb, 22; Müslîm, Selâm, 15.
[15] Vâkıdî, II, 804.
[16] Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.
 
 


20 Aralık 2012 Perşembe

KUBBE-İ HADRÂ

 
 
 
KUBBE-İ HADRÂ
 Ârif Nihat ASYA
 
TEVAZU timsali, tabiatta topraksa yapıda ve mimaride eşikti:
Yalnız tekkenin değil: evin, odanın, sofanın da eşiğine basılmazdı. Bu âdet Anadolu’nun birçok yerlerinde vardır.
Huzura ve dergâha ise, eşik öpülerek girilirdi ve Kubbe-i Hadrâ’ya sadece ziyaret veya görmek için girenler bile, geleneğe aykırı hareket etmezlerdi.
Bu ayın on günü, belki, Mevlânâ eşiğinin en çok öpüldüğü günler olacak. Kubbe-i Hadrâ konusuna, biz de, Kubbe i Hadrâ’nın eşiğini öperek girmekteyiz.
Hazret-i Mevlânâ, âyîn başlangıçlarında okunan meşhur (Na’t)ının üçüncü beytinde Hazret-i Peygambere hitaben (Mirâc gecesi) Cebrâil rikâbında olduğu halde, dokuz kat künbed-i hadrâ’nın “yeşil kubbenin” üstüne ayak basan sensin.)
Zannediyorum ki mevlevilikte (kubbe-i hadrâ) tâbiri ilk defa olarak burda ve (künbed-i hadrâ) olarak geçmektedir.
Görüldüğü gibi, Mevlânâ, gökyüzünün katlarını yeşil olarak ifade ediyor. Ölümünden sonra üzerine yapılmış çadır Kubbe de eskiyen çinileri bazan mavileriyle değiştrilmesine veya solarak mavileşmesine rağmen daha çok yeşil kalmıştır ve düğün sofrasının kurulduğu murada (Kubbe-i Hadrâ: Yeşil Kubbe) diye anılan bir murat âbidesi sevimliliğiyle Mevlânâ’ya da, Konya’ya da yakışmıştır.
Sonraları yanıbaşına bir mescit eklenerek türbeyle birleştirildi. Böylece şeriatla tarikat mevlevi mürakabesi halinde, birbirlerinin maneviyetlerini içlerinde buldular. Abide, bir yuvarlak kubbeyle ve bir zarif minareyle tamamlanmış oldu. Minarenin külâhı, türbenin mahrutuna uymayı bildi.
(Kubbe-i Hadrâ) dan, once, yalnız türbe kasdedilirken, sonra türbe, mescit, hücreler, mutfak v.s bütün olarak, toptan kasdedilir oldu.
Bugün sema’zenin, şerefe sağ eli gibi göklere açılır, Kubbe-i Hadrâ, sol eli gibi aldıklarını yere devreder.
Bugün Kubbe-I Hadrâ- mahiyetini bilenler için de, bilmeyenler için de- Konya ovasının ortalarında, ulu bir çam gibi, nirengi olarak durur.
Zamanla solması, çil çil olmasi; rüzgârların, mevsimlerin, güneşlerin ve mini-mini gagaların, sık sık, gelerek Mevlâna yeşilinin tadına bakmasından, ondan nasibini almasındandır. Bu sebeple çinilerinin sekiz on senede bir yenilenmesi icabeder. Fakat yaklaşıp dikkatle, hayranlıkla bakanlar, her mevsiminde ve her hâlinde, onun eteklerinden yeşil damladığını görürler.
Büyük bir yaprağa da benzer… Damarları da vardır.
Kökü yukarda, dalları aşağıda bir Tûbâ ağacı olarak düşünülebilir ve Arapça’da (Tûbâ) nın bir mânası da (Ne mutlu!) dur. Ne mutlu ondan damlıyan yeşil incileri avucunda bulanlara!
Çevreden kar kalktığı zaman Konya ovasına, Meram vadisine yeşil buradan taşar.
Ârif Nihat ASYA
(17 Aralık 1962 tarihli Yeni İstanbul Gazetesi’nden)

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...