10 Mart 2013 Pazar

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Düşüncesinde Kadın


Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Düşüncesinde Kadın
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tasavvufî düşüncesi, edebî kişiliği, asırlardır okunan eserleri, ilmî ve manevî şahsiyeti ile etki ve tesirini hâlen devam ettiren kültürümüzün yapı taşlarından biridir. Mevlânâ’nın hitap kitlesi bir bütün olarak insanlıktır. Gayesi erdemli bir toplum vücuda getirmektir. Dinin şekil, merasim ve ritüel boyutuyla yaşanmasından öte özüne inmeyi, ibadetlerin ruhunu kavramayı, taklitten uzaklaşıp tahkîkî imana ermeyi öngörmüş ve dini aşkla yaşamanın çabasını sürdürmüştür. Görevinin uyuyan ruhları uyandırmak, Hakk’ı idrakten uzak olanları hakikat deryasına daldırmak olduğunu söylemiştir. O, hitap ettiği hiçbir insan kitlesinden ümidini kesmemiş, insanlık mayasını yoğurabildikten sonra dönüşüm sağlayamayan, kıvama eremeyen hiç kimsenin bulunmayacağını belirtmiş, kötü insan yoktur, eğitilmemiş ve yetiştirilmemiş fertler vardır diyerek muhataplarına sürekli değer vermiştir.

Benimsediği aşk felsefesi, vuslat heyecanı, vahdet bilinci, hizmet sevdası, sade yaşantısı, ilmî birikimi, sanatı, estetik ruhu, sıcak nefesi ve hikmetli söylemleri ile Mevlânâ, Anadolu insanını ümitsizlikten kurtarmış ve onları güçlü medeniyetin temsilcileri konumuna getirmiştir. Şiiri, musikisi, seması, mektupları, nasihatleri ve sohbetleri ile yaşadığı toplumun sorunlarını yerinde tespit etmiş, dinin rahmet boyutu ile bir bütün olarak yaşanmasına gayret etmiştir.

Onun hitap kitlesi ne sadece öğrenci ve müritleri ne de yakın dostları idi. O renk, cins, dil, ırk, makam, mevki, yerli ve yabancı farkı gözetmeden hem kendi zamanındaki hem de gelecek kuşaklardaki sancılı ve sıkıntılı gönülleri tedavi ve teskin etmeye çalışmıştır.  Bu maksatla onun dikkat çektiği en önemli sosyal zümre, kadınlar olmuştur. Kadının geri plana atılması, ihmal edilmesi ve kaderine terk edilmesi anlayışını değil, kadınların toplumun geleceğine etki edecek özelliğe sahip olmalarını vurgulamıştır. Tasavvuf düşüncesinin bir temsilcisi gibi Mevlana da, geleneksel anlamda, Müslüman halkların kadına bakış tarzını yansıtmakla birlikte o, kadının cinsiyetinden çok kişiliğine dikkat çekmiştir.

a. Bir Bütünün İki Ayrı Parçası Olarak Erkek ve Kadın

Mevlânâ’nın yegâne hedefi Hakk’a vuslattır. Bu anlamda onun muhatabı insandır. Onun tasavvuf düşüncesinde insan, gaye varlıktır. O, insanın cinsiyetinden çok, kimliği üzerine vurgu yapmaktadır. Ona göre, kadın ve erkek bir bütünün iki ayrı parçasıdır. Dolayısıyla Mevlânâ, erkek veya kadına, önce insan olarak değer vermiştir.

Kâinatta Allah, her şeyi çift yaratmıştır. Bu çiftlerden her birinin diğerine, tüm yönleriyle eşit olduğunu söylemek mümkün değildir. Zerrelerden bitkilere, hayvanlar ve insanlar arasındaki erkeklik-dişiliğe kadar her şey, çifttir ve birbirine muhtaçtır. Gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne, erkek kadına, kadın erkeğe muhtaçtır. Bu gerçeği Mevlânâ şu şekilde dile getirmektedir: “Önüne ön olmayan buyruğun hükmünce dünyanın bütün parça buçukları, çift çifttir; her biri de kendi çiftine âşıktır. Âlemde her zerre, kendi çiftini diler; tıpkı kehlibarla saman çöpü gibiyiz. Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim. Akıl bakımından gökyüzü erkektir, yeryüzü kadın... O, buna ne attı, ne verdiyse bu, onu besler, yetiştirir. Gökyüzü, kadınını beslemek için kazanç peşine düşen erkekler gibi yeryüzünün çevresinde döner durur. Bu yeryüzü de ev hanımlığı yapar, ondan çocuklar doğurmaya, onları emzirmeye girişir. Yeryüzü olmasaydı nerden gül biterdi, erguvan boy atardı? Göğün de suyu, harareti olmasaydı yeryüzü ne doğururdu?”

Kadın ve erkeğin, maddî varlığı ile mahlûk olduğunu söyleyen Mevlânâ’ya göre, insanın ruhu, erkeklik ve dişilik vasfından uzaktır. Dolayısıyla insan, mânâ yönü ile erkeklik ve dişilikten öte bir varlıktır.

b. Kadının Yapısı ve Ruhu

Mevlânâ kadından bahsederken, öncelikle kadının yapısı ve ruhu üzerinde durmaktadır. Kadın olsun erkek olsun her insanın ruhunda bir hürriyet duygusunun varlığını dile getiren ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi tavsiye eden Mevlânâ, kadının baskıyla, zorbalık ve tehditle değil iyilik ve ikna yöntemi ile düzelebileceğini öngörmektedir. Kadınların karakterinde kötülük duygusu yoksa zaten yanlış hareketlerden kaçınacaklarını, iyi ve kötüyü ayırt edebilecek bir yapıya sahip olacaklarını belirtmektedir. Kadının veya erkeğin değil, insanın iyisinden veya kötüsünden bahsedilebileceğini şu şekilde ifade etmektedir:

“Gece ve gündüz kavga edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek istiyorsun. Onun pisliğini kendinle temizliyorsun. Kendini onunla temizlemen, onu kendinle temizlemenden daha iyidir. Sen onun vasıtasıyla iyileş, güzelleş, ona doğru git. imkânsız olsa bile onun dediği şeyi kabul et. Kıskançlık her ne kadar erkeklerin vasıflarından ise de bu huyu bırak. O başka erkeklerin sıfatlarını sana söylese de kıskanma, çünkü sende iyi vasıflardan sonra kötü vasıflar meydana gelir. Aziz ve yüce Allah, peygambere çok ince bir yol gösterdi. O yol nedir? Kadınların kaprislerine, kötülüklerine tahammül etmek ve onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri dinlemek ve ona karşı sert davranmamak suretiyle kendini iyileştirmek ve düzeltmek için evlenmektir. Senin huyun tahammülle iyi olur, onunki ise zulüm ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir. Sen ne kadar kadına “Kendini sakla, örtün” diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o nispette fazlalaşır. Halkta da gizlendiğinden dolayı o kadını görmek temayülü o kadar artar. Şu hâlde sen oturmuş iki taraftan bu görmek ve görülmek arzusunun rağbetini artırıyor ve bununla da onu ıslah ettiğini zannediyorsun. Bu yaptığın şey, fesatlığın ta kendisidir. Onda eğer kötü bir iş yapmamak cevheri varsa, sen mani olsan da olmasan da o güzel yaratılışa temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme. Hz. İsa’nın benimsediği yol, yalnızlığı tercih etmek ve arzuları körleştirmek için çalışmaktı. Hz. Muhammed’inki ise, insanlarla birlikte yaşamak, kadın olsun erkek olsun, onlardan gelecek sıkıntı ve zahmetleri göze almaktır. Bunlar arasında evliliğin yükü, kadının giyim kuşam masrafları gibi, hatıra gelen gelmeyen birçok zorluklara katlanmak da söz konusudur. Muhammed’in yoluna gidemiyorsan İsa’nın yoluna git de bir uğurdan mahrum kalma. Kadın nedir, dünya ne? İster söyle, ister söyleme, o, neyse, gene odur; yaptığını bırakmayacaktır o. Hatta söyledikçe daha beter olur. Mesela; bir somun al, koltuğunda sakla bunu kimseye vermeyeceğim, vermek şöyle dursun göstermeyeceğim bile de. Ekmek ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa, köpekler bile yemese, sen böyle görünmesine mani olmaya başlayınca, bütün insanlar onu görmek isteyecek, arkanda dolaşacaklar. “Biz, sakladığın, göstermek istemediğin o ekmeği görmek istiyoruz.” diyecekler, hatta zor kullanacaklardır. Sen, göstermemekte ısrar edersen, insanların buna karşı ilgisi o derece artar. Çünkü insanlar, menedildikleri şeylere haris olurlar. Sen ne kadar kadına gizlen diye emredersen onda kendini gösterme isteği çoğalır. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafı da kızıştırıyorsun. Sonra da bununla onu ıslah ettiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir. Kadının mayasında kötülük yoksa, yapma desen de, demesen de iyi huyunu, temiz yaratılışına uyacak ona göre hareket edecektir. Sen, işkillenme, bırak. Yapma, etme, görünme demek, isteği arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.”

Mevlânâ’ya göre gönül erleri, kadına karşı koymaya kalkışmaz ve kadına mağlup olur. Her ne kadar erkek kadından üstün gibi görünse de gerçekte kadın, erkeklere galip gelmektedir. Kadın güzel yüzü, edası, zekâsı ve ağlayışı ile erkeği kendine esir eder. Sevgi ve acıma duygusu insanlık vasfı olduğu için akıllı ve ince ruhlu erkekler, kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli davranır, onlara sertlikle muameleden çekinir, onları kırmak ve incitmek istemezler. İrfan sahibi kişilerin kadına gösterdiği sevgi, aslında Hakk’ın nuruna ve Hakk’ın güzelliğine gösterilen sevgidir. Cahiller böylesi erdemlerden yoksun oldukları için kadınlara karşı kaba, hırçın ve kırıcı davranırlar. Erkek Zaloğlu Rüstem de olsa, yiğitlikte Hz. Hamza’yı da geçse, kadının tutsağıdır. Her ne kadar su, ateşi söndürmesi bakımından ateşten üstünmüş gibi gözükse de tencereye giren suyu kaynatıp tüketen de ateştir. Mevlânâ bu durumu şu şekilde beyan etmektedir:

“Kadın kocasını sert ve öfkeli görünce ağladı. Ağlama, bizzat kadın tuzağıdır... Kadın bu türden güzellik ve tatlılıkla söz söyledi. Arada ağlaması tuttu. O ağlamadan da bizzat gönül alıcıydı. Ağlaması ve hay huyu haddi aşınca, o yağmurdan bir şimşek çaktı, o biricik adamın gönlüne bir kıvılcım düştü. Ululuğundan gönlün, tir tir titrerken o güzel, senin karşında ağlamaya koyulursa ne hale gelirsin? Nazlanışıyla gönlü de, canı da eritip kan eden, yalvarmaya koyulursa ne hal alır? Cefası bize tuzak kesilen, tutar da özür dilemeye kalkışırsa biz, ona ne özürler getirebiliriz? ‘İnsanlar için bezenmiştir.’ hükmünce Allah bezemiştir kadını; Allah’ın bezediğinden nasıl kaçılır? ‘Allah, kadını, erkek onunla yatışsın, erkeğe eş olsun diye yarattı’; Adem nasıl olur da Havva’dan ayrılabilir? Erkek Zaloğlu Rüstem olsa, yiğitlikte Hamza’yı geçse gene de kendi kadınının tutsağıdır. Dünyayı sözleriyle sarhoş eden bile, ‘(Ey Hümeyra!) a pembe beyaz kadıncağız’ benimle konuş, derdi. Heybet bakımından su, ateşten üstündür; ama su bir kaba kondu mu ateş onu fokur fokur kaynatır. İkisinin arasına, engel olarak bir tencere girdi mi ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir gider. Görünüşte kadına su gibi üstünsün ama iç yüzden ona mağlupsun, isteklisin. Böyle bir hassa, ancak insanda vardır; sevgi, hayvanda azdır, bu da onun noksan yaratılışındandır. ‘Peygamber dedi: kadın akıllılara ve gönül sahiplerine tam galip gelir. Yine de cahiller kadına üstün olur, çünkü onlar sert ve serkeş davranırlar. İncelik, letafet ve insaf onlarda az bulunur, çünkü tabiatlarında hayvanlık galiptir. Sevgi ve incelik, insanlık vasfıdır. Öfke ve şehvet, hayvanlık vasfıdır.”

Bedevî ve karısının anlatıldığı hikâyede erkek aklın, kadın da nefsin sembolü olarak sunulmaktadır. Nefis gibi kadın da, şeref, ekmek, sofra ve makam ister. Renge ve kokuya meyli vardır. Nefsin hâlini, kadının her ihtiyaca çare bulmak için bazen tevazu gösterip yüzünü toprağa sürmesine, bazen de büyüklük taslamasına benzetmiştir. Kadın, dünya hayatının geçici süslerinden, insana süslü ve çekici kılınan tutkulardandır. Ancak asıl elde edilecek güzellik, Allah katındadır. Bu yaklaşımlar kadını küçük düşürmek için değil, kadının tabiat ve temayülünü belirten ifadelerdir. Zira Mevlânâ’ya göre kadın, erkekten daha duygulu yaratılmasaydı, kalbi sevgi ve şefkatle dolu olmasaydı, dünyada insanlar çoğalmayacaktı.

c. Kadının Yaratılış Gayesi

Kadının genel yapısını bu şekilde beyan eyledikten sonra Mevlânâ, kadın ve erkeğin yaratılışı üzerine dikkatimizi çekmektedir. Ona göre kadın ve erkek, dünya hayatında huzur ve sükûna ermek için yaratılmıştır. Allah’ın kendilerine sevgi ve merhamet ihsanında bulunması ile eşler, birbirine sımsıkı bağlanmıştır. Evlilik ile eşler; cinsel arzu ve isteklerini dine uygun bir şekilde giderdikleri gibi huzur, sükûn, dayanışma ve paylaşım ihtiyaçlarını da karşılamış olurlar. Şöyle ki: “Mecnûn, kendisinin Leylâ’ya olan sevdasını yadırgayanlara şu cevabı verir: ‘Hangi sahib-i cemâl olan kadın istenmez. Güzel kadına meyletmeyen hiçbir adam olur mu? Belki kendisinde gıda ve meze bulunan aşk odur. Nitekim peder ve mâderin dîdârı ve evlâd zevki ve şehvet ve envâ-ı lezzât ondan bulunur.’”

Cenâb-ı Hak, bir taraftan nesil devam etsin diye bize mecâzî aşkı ve şehvet duygusunu vermiş, bir taraftan da nefse hâkim olmayı ve şehvetle mücadeleyi emretmiştir. Dinimizde ruhbanlık yoktur ama meşru olmayan ve vicdanı lekeleyen birleşme de en büyük günah sayılmıştır.

Yaratılış hikmetini kavrayan kadınların iman ve takvada üstün bir kişiliğe sahip olabileceklerini söyleyen Mevlânâ, iman ve insanlık değerleri açısından kadın ve erkeğin eşit seviyede olduklarını, hatta imanda kemâle erme noktasında kadının erkekleri geride bırakabileceklerine; “Kadınlara savaş farz değildir; artık bu savaşa nasıl girebilirler ki bu, en büyük savaştır. Ama pek az olmakla beraber kimi kadının yüreğinde bir Rüstem vardır hani... Meryem gibi gizlenmiştir o. Nitekim yüreksizlik yüzünden kimi erkeklerin bedeninde de kadınlar, kadınlık gizlidir. Kim erliğe hazır değilse o dişilik, o dünyada şekle bürünür. O gün adalet günüdür; adalet, her şeyi yerine koymaktır; ayakkabı ayağındır, külah başın.” sözleri ile açıklık kazandırmaktadır.

Belkıs örneğinde de o, şu sözleri ile kadının, kemale erme sürecine katılmasını istemektedir: “Ey Belkıs! Kalk. Gel ve saltanat gör. Hakk’ın denizinin kıyısında inci topla. Kız kardeşlerin senden önce dünya varlığını ayak altına almış, Hak aşıkı kadınlar yüce göklerde oturmakta, sen ise bu fani dünyanın tacını tahtını seviyor, padişahlık sevdasında bulunuyorsun. Aslında sen, pis bir leşe gönül vermişsin. O sultanın kız kardeşlerine cömert bağıştan ne verdiğini hiç biliyor musun?”

d. Kadın ve Evlilik

Mevlânâ’ya göre Allah’tan gayrı her şey eksiktir ve kendi kendine yeterli değildir. Kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu gerçekten hareketle evliliği, kadın ve erkekler için nefsin boynuna bir bağ vurma olarak gören Mevlânâ, şu sözleri ile günahtan sakınmanın temel yollarından birinin evlilik olduğunu ve evliliğin geciktirilmemesi gerektiğini söyler:

“Şu hâlde nikâh Lâhavle okumaya benzer. Oku, yani bir kadın nikâhla da şehvet, seni belâya düşürmesin. Mademki yemeye içmeye hırsın var, çabucak evlen; yoksa bil ki, kedi gelir, yağlı kuyruğu kapar gider (şehvete kul olur gidersin). Sıçrayan eşeğin (nefsin, şehvetin) sırtına taş yükünü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle. Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. Ateşe çömleği koyup pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba.”

“Zengin bir adam vardı. Bu adamın da Zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası onun dengi değildi. Kavun, karpuz olgunlaşıp sulandı mı yarmazsan telef olur gider. Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birine verdi.”

Kontrol altına alınmayan şehvet duyguları, insanı Allah’a kulluktan, mutluluk ve insanlıktan uzaklaştıracaktır. Aklı şehvetine galip olan kimse meleklerden yücedir ve şehveti aklına galip olan kimse ise hayvanlardan aşağıdır.

“Sûfî dedi: “Biz fakir, zavallı ve düşkünüz; hatunun ailesi mal sahibi ve haşmetli. Evlenmelerinde bu denklik nasıl olur? Bir kapı kanadı tahtadan, bir kapı kanadı fildişinden. Nikâhta her iki çiftin denk olması gerekir. Yoksa darlık olur, rahatlık kalmaz.” “Eş olan kişinin, eşinin huyu ile huylanması gerekir ki işler, yolunda gitsin. Eşlerin birbirine benzemesi gerek, ayakkabı ve mest gibi çift olan şeylere bak da bunu anla! Ayakkabının teki ayağa biraz dar gelse ikisi de işe yaramaz. Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü? Deve üzerinde biri boş, diğeri malla dolu çift çuval dengeli olmaz. Nikahta iki kişinin birbirine denk olması lazım. Yoksa iş bozulur, geçim kalmaz.” sözleri ile evlilik müessesesinin, eşler arasındaki denklik ve karşılıklı anlayışa dayandığını dile getiren Mevlânâ, kocalarının fakirliğinden yakınan kadınlara sabrı tavsiye eder. Yoksul bedevî ile karısının hikâyesini konu hakkında örnek olarak verir. Karısının sürekli fakirlikten şikâyet etmesi üzerine bedevînin para bulmak için yola koyulmasını ve sonunda komik hâllere düşmesini anlatır. Kadınlara eşlerini maddiyat için kötü durumlara düşürmemeleri öğüdünü verir.Kadın ve erkeğin evlilikte birbirine denk olmasına dikkat çeker.

e. Kadının Annelik Vasfı ve Yüceliği

Kadının evlilikle en büyük kazanımı annelik duygusudur. Annelik duygusu ile kadınlar, daha hisli, şefkatli, merhametli ve muhabbetli konuma yükselirler. Bunun sonucu olarak kadınlar, çocuklarının mürebbiyesi, ailenin huzur kaynağı ve kocaların sükûna erdiği isimler hâline gelirler. İffetli ve edepli annelerin elinde yetişen çocuklar da bu tür çocuklardan müteşekkil cemiyet de yozlaşmaktan kurtulur. Allah’ın kulları üzerine hassasiyetini, tövbe edenlerin tövbesini kabul etmedeki aceleci tutumunu Mevlânâ, annenin çocuğuna olan düşkünlüğü ile ifade etmektedir.

Kadının kıymet ve yüceliğine sık sık vurgu yapan Mevlânâ, “Kadın, Hak nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!” sözü ile kadını, yaratılmış mahluk değil yaratıcı olarak görmektedir. Bu tanımlama ile kadın, erkeğe oranla daha hassas, daha duygulu, daha merhametli, daha sabırlı ve daha şefkatlidir. Hatta erkeğe oranla daha farklı tecellilere mazhar olmaktadır. Kadının yaratılışındaki ilâhî tecelliler, erkeğe oranla daha fazla olduğu için, kadın, alelâde bir varlık değil, üstün bir varlıktır. Ruh ve mânâ yönünden erkekten daha güçlüdür. Çünkü kadın, hayatın devamlılığını sağlamada vazifeli, Allah’ın güzelliğinin ilâhî bir tecellisi, yaratıcı kudretinin bir yansıması ve ilâhî mukadderatın temel direğidir. Her mahlûk gibi kadın da fânîdir. Ölmeye ve çürümeye mahkûmdur. Ona âriyeten verilen güzellik, onun değildir. Kadının kendisi, maddî varlığı ile mahlûktur. Fakat ona belirli bir zaman için verilen Hakk’ın güzelliği ve manevî gücü ile o, yaratıcı sayılmaktadır. Mevlânâ’nın bu yaklaşımları, Hakk’ın güzelliklerini kendinde toplamış bir varlık olarak, kadına karşı duyduğu hayranlık ve saygının bir ifadesidir.

f. Kadınlık Zaafı

Kadının yaratıcı, üstün ve erdemli vasıfları yanında, Mevlânâ’nın kadını olumsuzlayan bazı değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Her şeyden önce kadın bir fitne unsurudur. Kimi kadınlar sayesinde kocalarının varlık kazanması, kimi kadınlar da hilesi ile erkeklerin sonunu getirmiş ve onları darlığa düşürmüştür. Erkeklerin akıllarını başlarından alan, kadının güzelliğidir. Kadın, erkek için fıtraten daha çekici olduğu, estetik olarak daha güzel ve cazip yaratıldığı için şeytan erkeğin kadına karşı zaafını bilip bunu kullanmaktadır. Bu gerçeği Mevlânâ şu şekilde ifade etmektedir:

“Şehvet, soy üretmek için olmasaydı, Âdem, utancından kendini hadım ederdi. Lanetlenmiş İblis, ey herkesin rızkını veren, dedi, şu avı avlayabilmem için bir büyük tuzak gerek, bunu isterim senden. Allah ona, altını, gümüşü ve at sürüsünü gösterdi; bunlarla yaratılmışları kapabilirsin, dedi. İblis çok güzel, dedi; dedi ama suratını da ekşitti, sıkılmış turunç gibi dudaklarını sarkıttı. Bunun üzerine Allah, altını, inciyi, güzel madenleri, o arda kalasıya, o geberesiye armağan sundu. A lanetlenmiş dedi şu tuzağı da al. İblis, a güzel yardımcı, dedi, bundan daha fazlasını ver. Yağlı ballı şeyler, değerli şaraplar verdi ona, ipek kumaşlar sundu. İblis, Yarabbi, dedi, imdat et, bundan fazla istiyorum; onları hurma lifinden örülmüş bağla bağlamak için bundan da fazlasını istiyorum. Böylece de senin er olan, yürekli olan sarhoşların, ercesine koparsınlar o ipi. Bu tuzakla, bu heves ipleriyle de senin erlerin, adam olmayanlardan ayrılsın... Şarabı, çengi getirdi, önüne koydu; İblis, yarı gülümsedi, yarı sevindi buna. Derken Allah, erkeklerin akıllarını, sabırlarını alan kadın güzelliğini İblis’e gösterince, İblis, parmaklarını şıkırdatarak oynamaya başladı; onu ver, onu, dedi. Onun yüzünden tezce muradıma kavuştum gitti. O aklı, fikri alan, kararsız bir hale getiren mahmur gözleri görünce gönül alan güzellerin o tertemiz yanaklarını, gönlü çörekotu gibi yakıp kavuran yüzlerini, yüzlerindeki benleri, kaşlarını, akik taşına benzeyen dudaklarını seyredince... O nazı, o edayı, o kıvrak kırıtışı görünce İblis, sıçradı da hemencecik oynamaya koyuldu.”

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Makale, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi XI/1 - 2007, 51-67, yayınlanmıştır.

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...