13 Eylül 2013 Cuma

AŞK"IN KOKUSU



“Sevgili” ile “vuslat” istiyordu. Ya da “Sevgili”nin göndereceği bir tek “selam” istiyordu. Ve o selâmı getirene “kurban” olmaya hazırdı.
AŞK"IN KOKUSU  
Mevlâna okyanus, Tebriz"li güneş idi…  Güneş Okyanus"a düştü ve bir aşk efsânesi doğdu  Allah O"nu kendisi için seçmişti. O"nu kendisine sırıl sıklam âşık olması için yaratmıştı. Kalbine aşkın ilk tohumları serpildi ve “aşk kervânı” Afganistan"ın Belh beldesinden Anadolu"ya doğru yola çıktı. Yıllar süren yolculuktan sonra, baba Âlimler Sultanı Bahaaddin Veled, ailesi ve geleceğin Âşıklar Sultanı Celâleddin Konya"ya ulaştı.  Celâleddin yirmili yaşlardadır. Bebekliğinden itibaren en çok duyduğu isim “sevgili”nin ismi “Allah” olmuştur. Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mektepte, medresede hep “sevgili”nin ismi zikredilmektedir. O"nun ismi ile uyanmakta, O"nun ismi ile güne başlamakta ve O"nun ismi ile günü kapayıp uyumaktadır.  Üç yaşında başlamıştır “sevgili”sini tanımaya. Daha doğrusu üç yaşında başlamışlardır Celâleddin"e “sevgili”sini tanıtmaya. Cemâlini görmeden âşık olmuştur. Varlığını görmeden tüm özelliklerini ve güzelliklerini ezberlemiştir.  Neleri sever?.. Neleri sevmez?.. Kimleri sever?.. Kimleri sevmez?  “Ölümsüz Sevgili” kendisinden önce hangi “ölümlüler” ile aşk destânı yaratmıştır? Ve içlerinden en çok hangisini sevmiştir? Hepsinin yaşamlarını, özlerini ve sözlerini de en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştir.  “Özünde mevcûd olan Sevgili”yi tanıma ilmini tamamlamış ve tanıtma aşamasına ulaşmıştır. Sultanlar, âlimler, dervişler dünyanın her yanından O"na gelmektedir. O"nun önünde diz çökmekte ve “Sevgili”yi tanıma ilmini tahsil etmektedirler. Dört yüz talebesi, on bin dervişi ve bir dünya dolusu hayrânı vardır. Herkes O"nun özündeki O"nu aramaktadır.  Celâleddin otuz sekizli yaşlardadır. O"na “Efendimiz” anlamındaki “Mevlâna” diye hitâp olunmaktadır. Selçuklu Sultanı da O"na “Efendimiz” demektedir, çıkmaz sokaklardaki dilenciler de O"na“Efendimiz” demektedir. O “Allah”ı arayanların “Efendisi”dir “Mevlânası”dır. Fakat…  Hiç kimse O"na: “Sevgilin ile aranız nasıl? O"nunla görüşüyor musunuz? O"nunla konuşuyor musunuz?” diye sormuyordu. Sormazlardı… çünkü O “Sevgili” ile zâten beraberdi. Sevgili O"nda her türlü güzellikleriyle, sınırsız ilmiyle tecelli ediyordu. Ve Mevlâna da “Sevgili”yi tüm insanlara her yönüyle anlatıyordu. O"nun huzurunda hep beraber muhabbet ve haşyetle secdeye kapanıyorlardı. O"nun cemâlini sissiz ve bulutsuz bir halde göstermesi için O"na cân-ı gönülden duâlar ediyorlar, her gece yarısı ilâhilerle serenâdlara katılıyorlardı.  Fakat O"nu içten içe yakan bir derdi vardı. Derdine de dermân bulamıyordu. Bulamazdı. Çünkü derdini hiç kimseye açmıyordu. Derdini söylemeyen ve aramayan dermân bulamazmış ya! O da içten içe eriyip akıyordu. Dışı neşeliydi. Dışı nurluydu. Dışı halk ile doluydu. Ya içi? Ya gönlü? Ya aklı?... Boştu. Bomboş bir kalbe sâhipti. “Sevgili” O"nun içinde değildi. Dışında da değildi.  “Sevgili” ile “vuslat” istiyordu. Ya da “Sevgili”nin göndereceği bir tek “selam” istiyordu. Ve o selâmı getirene “kurban” olmaya hazırdı.  Hiç kimseye söyleyemediği “buluşma”yı istiyordu. O"nu istiyorum dese; “Zâten O"nunla değil misin?” diyeceklerdi. Hatta O"na; “O"nunla değilsen O"nu bize niçin anlatıyorsun?” diyerek suçlayacaklardı. Haklı olarak O"nu içi başkalıkla dışı başkalıkla yargılayacaklardı.  Suskundu. Konuşmuyordu. Hep O"nu anlatmayı, O"nu tanıtmayı ve O"nun ezber ilim haline gelmiş özelliklerini mollalara, dervişlere ve hayranlara anlatmayı ise “konuşmak”tan saymıyordu.  Mecnûn, Leylâ"sının cemâline bakarak bir tek harf söyleyemezse; elâlem ile gırtlağı çatlayıncaya kadar lakırtı etse ne değeri var?  Mevlâna da “Sevgilisi”nin özelliklerini anlatıyordu. Mevlâna"ya da doğdu doğalı “Sevgili”nin özellikleri anlatılıyordu.  O İstiyordu ki…  birisi O"na  “Sevgili”nin özelliklerini değil,  “Sevgili”yi anlatsın.  O"nun resmini göstersin.  O"nun sesini duyursun.  O"nun gözleriyle baksın.  O"nun elleriyle tutsun.  O"nun ayaklarıyla yürüsün.  Yada  ikili oynamayı ve ikili konuşmayı terk ederek  dobra dobra  “Ben geldim”desin istiyordu.  O"nu içinde ya da ötelerde istemiyordu. O"nu tam önünde “perdesiz, örtüsüz ve peçesiz” istiyordu.  O"nun kelâmını meleklerin “ilham zarfıyla” getirip kalb şeklindeki posta kutusuna atmalarını istemiyordu.  O"nun sesini çan ya da çıngırak sesi gibi duymak istemiyordu.  O"nun kelâmını O"nun ruhundan çıkan ses olarak duymak istiyordu.  O"nun yerlere ve göklere sığmayan bir endâmda olmasını istemiyordu. O"nun da kendisi gibi minik ve “sıfır” kadar bir “varlık” olmasını istiyordu…  Kendisi konuşsun O dinlesin, O konuşsun kendisi dinlesin istiyordu.  Aşkın yasası vardı.  Doğduğu zaman neşe çığlıkları atılmış olanlar… Öldüğü zaman da hüzün gözyaşları akıtılacak olanlar… biribirlerini “gerçek aşk” ile sevebilirlerdi.  Hiç doğmamış ve ölmeyecek sonsuz bir “Sevgili” ile doğmuş ve bir gün ölecek olan “sonlu” birbirlerini gerçekten sevebilirler miydi? Zeus ile Helen birbirine ne kadar âşık olabilirdi? Bu aşkın yasasıyla çelişmez miydi?  Evet çelişirdi. Ve Mevlâna"yı da “aşk”tan soğutan bu yasa idi.  Ümitsiz, aşksız, kalbi kırık ve gönlü bomboş bir okyanus olmuş Konya meydanlarında dolaşıyordu. Gözü O"nu arıyordu. Kulağını hep O"nun sesini işitmeye ayarlıyordu. Çevresinde Mollalar, dervişler ve sultanlar pervâne olmuş dolanırken O bulutların ardına gizlenmiş güneşi gözlüyordu. Kalabalıklar içinde yalnızdı… yapayalnızdı... garîb idi.  Âniden bulutlar dağıldı. Semâlarda “Uçan Güneş” Konya çanağına sığamayan Okyanus"un içine düştü.  Mevlâna"nın atı ürktü. Dervişler ve mollaların yüzü ekşidi. Adına Tebrizli Şems ya da Şems-i Perende yâni “Uçan Güneş” dedikleri bir hırpâni… bir divâne… bir garîb “Efendimiz Mevlâna”nın önüne gerilerek atının yularına yapıştı. Ayaklarında tahta sandalet, elinde “sürekli su sızdıran bir testi”, başında solmuş bir peşkir (havlu) sarılıydı. Saçı ve sakalı karma karışık bir tuhaf insan…  Koruma görevlileri hemen üzerine atılıp kenara fırlatıp atmak için müdahale etmek istediler, durduruldular. Çünkü “Okyanus”… içine düşen “Uçan Güneş”in “ateşi” ile fokurdamaya başlamıştı bile. İki “ölümlü” göz göze tûş olmuşlardı. Ve ölümlülerin ölümsüz yüreklerinden doğan “doğmamış ve ölmeyecek olan aşk”ın buharı gözleri buğulandırarak enfûse ve âfaka yükselmeye başlamıştı.  Gökte melekler yeryüzündeki manzaraya bakarak aralarında fısıldaşmaya başladılar. Diyorlardı ki;  “Yaratılmamış ve yok olmayacak olan "sonsuz aşk" ezelden ebede kadar yalnız kalacağını anlayınca tam ortadan ikiye ayrılıp en yüksekten en aşağıya düştü. Hilâfeti Âdem ve Havvâ"ya kaptırmıştık şimdi de "aşk"ı kanatlarımızın arasından kaçırdık. Eyvâhlar olsun bize!..”  “Aşk”… tam ortadan ikiye bölünmüştü ve bir bahar cemresi gibi toprağa düşmüştü. Düştüğü toprakta, iki ayrı “nokta”da “Ete kemiğe büründü” ve Mevlâna ve Tebrizli Şems olarak göründü.  Su sızdıran gözenekli eski toprak testi Mevlâna"nın hâne-i saadetlerinde idi artık. Mevlâna altınoluklu ibriklerden şerbet içmeyi terk etmişti. Kristal bardaklardan kaynatılmış, arıtılmış ve dinlendirilmiş su da içmiyordu. “Uçan Güneş”in toprak testisinden toprak kokulu “hiç bulanmamış” doğal kaynak suyunu avuçlarıyla avuç avuç içiyordu. İçtikçe susuyor ve susadıkça içiyordu.  Hâne efrâdının çoğu, dervîşanın tamamı ve hayranların elebaşları “Efendimiz Mevlâna”nın toprak testiden içtiği duru sularla hazminin bozulacağına, dilinin tutuklaşacağına, aklının bulanacağına karar vererek bir konsey topladılar. Ve toprak testiyi hırpâni sahibiyle birlikte sürgün etme teorisi geliştirdiler.  Ve teori deneye dönüştü…  Mevlâna bir gün sabah baktı ki ortalıkta ne “Sâkî var ne de aşk şarabı içtiği testi”. İkisi de yok. Çevresini sarmalayan “kalabalıklara” O"nu sordu, nerede dedi. O gitti, geldiği gibi kirli testisini eline alıp gitti dediler. Onlara inanmadı. Hz. Hâcer gibi iki yana koştu. O"nun kokusunu Irak ve Sûriye taraflarından aldı. Can parçası Sultan Veled"i gönderdi ve O"nu geri getirtti.  Onlar bir kuşun iki kanadı idi. Onlar bir merdivenin iki ayağı idi. Tek kanadı kopmuş olan kuş sonsuz boyutlarda nasıl süzülecekti? Tek ayaklı merdivenle Mirâca nasıl çıkılacaktı? Olmazdı. Yarım halde yaşayamazdı. Şems binitte, Can parçası yaya olarak geri geldi. Ve kendisini tekrar bütünledi.  Sâkî dönmüştü, ilâhî aşkın çilingir sofrası tekrar kurulmuştu. Bir daha ayılmamak üzere içmek ve “ebedî serhôş” olmak istiyordu. Mevlâna dolduruyor “Uçan Güneş” içiyordu. “Uçan Güneş” dolduruyor Mevlâna içiyordu. Bu sefer “meyhâne”nin kapısını daha sıkı kilitledi.  Meyhâne"de (ilâhî aşkın konuşulduğu odada) neş"e-i muhabbet vardı. Melekler def ve kudüm çalıyordu. Cinler cura, periler arp çalıyordu. Hûriler “zil, şal ve gül” eşliğinde “Konya akşamlarında” raks ediyordu.  Muhabbet ortamına sadece Can parçası “Sultan Veled”in girmesine izin vardı. Ve Sultan Veled içeri girdiğinde ne cümbüş görüyordu ne de şarab kokusu duyuyordu. İçeride sadece “tek gönül”den çıkan sözler ve “tek gönül”den işitilen ilim ve irfan senfonisi vardı. Ve su sızdıran testi zahirde “iki” bâtında “bir” olan dostların tam ortalarındaydı.  Dışarılarda…  Kıskançlık konseyi tekrar toplandı. Bu sefer “Efendimiz Mevlâna”nın kapalı odalarda ışıksızlıktan ve havasızlıktan boğulacağı teşhisini koydular. Çözüm; meyhâneyi (gönül Kâbe"sini) yıkmak, sızdıran testiyi kırmak (Ahad"ı parçalamak) ve Sâki"yi (Tebriz"liyi) kuyuya atmaktı (öldürmekti).  Operasyon başarı ile sonuçlandı.  Ve…  “Aşk”ın kanatları ve ayakları bir birinden koparıldı. Geriye sadece “aşk” kaldı.  Tebrizli"nin atıldığı kör kuyu Celâleddin"in göz yaşı yağmurlarıyla doldu ve taştı. Konya ovalarını kuyudan taşan seller bastı. Çukurluklarda göller oluştu. “Uçan Güneş”in bedeni zerre zerre ayrıldı ve sularla birlikte göllere ulaştı. Her zerreden bir kamış fidanı doğdu. Kamışlıklar oluştu.  “Uçan Güneş” kamışlıklarda tekrar doğmuştu. Uçan meleklerin kanatlarından savrulan rüzgârlarla nazlı nazlı salınıyordu. Celâleddin, “aşk”ın kokusunu bu sefer de “kamışlıklar”dan duyuyordu.  Tebriz"linin zerrelerinden doğan en olgun kamışı aradı buldu. Suyun içinde boy atmış, boğumlu ve yapraklı hâliyle de tanıdı onu. O"nu kamışlıklardan kestirdi. Boğumlarını kızgın demirle dağladı, üzerinde delikler açtı ve “Ney” olarak O"nu bir zamanlar “sızdıran testi”nin durduğu boşluğa koydu.  Ve…  İçinde sıkışan nefesleri “Ney”e üfledi… Ney, en derin notalarıyla inlemeye başladı.  Derin notalar, derin sözlere bürünüp “Mesnevî” olarak gönül kütüphânelerindeki raflara dizildi.  ***  Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:  Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi.  Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım  Aslından uzak düşen kişi,yine vuslat zamanını arar.  Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.  Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.  Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.  Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.  Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!  Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğundur ki şarabın içine düşmüştür.  Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.  Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemden, hem bir müştak kim gördü?  Ney kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.  Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.  Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.  Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nazirı olmayan, hemen sen kal!  Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.  Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.
 
Nice Âşıkları ve Garîbleri bizlere bağışlayan Allah"a şükrümüzü edâ etmekte mutlak acîziz. Ancak O"nları doğuran annelerin ellerinden öpüp ruhlarına ve ruhâniyetlerine Fâtihalar armağan ediyoruz.

12 Eylül 2013 Perşembe




(Mesneviye göre) İNCİTMEMEK ve İNCİNMEMEK
Mesnevî: “Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bîgâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.” (c.2, 3108-3109)
Gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Nefsin en büyük cinâyeti bir gönül kırmaktır. Bundan dolayı Mevlânâ hazretleri başka bir beytinde:
“Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzer est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est” buyurmaktadır.
Yani Kâ’be, Âzer’in oğlu Halil İbrâhîm’in inşâ ettiği bir yapıdır. Gönülse o yücelerin yücesi olan Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Binâenaleyh nazargâh-ı ilâhî olan gönlü yıkmak, Kâ’be’yi yıkmaktan daha büyük bir cürüm olarak görülmüştür.
Yûnus Emre hazretleri de:
Ak sakallı pîr hoca
Bilemez hâli nice
Emek yimesün hacca
Bir gönül yıkar ise
buyurarak, aynı gerçeğe işaret etmişlerdir.
İnsan, eşref-i mahlûkât, yani yaratılmışların en mükemmelidir. Onun kalbi ise nazargâh-ı ilâhîdir. Hadîs-i kudsî olarak nakledilen bir rivâyette, “Ben yere göğe sığmam. Bir mü’min kulumun kalbine sığarım.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 195) buyrulmaktadır. Bütün bunlar, insanın muhterem mevkiini ifâde etmekte ve onun hatırını veya kalbini kırmanın, ne derece ağır bir cürüm olduğunu ifâde etmektedir.
Kalbi kırık insanların, Cenâb-ı Hak nezdindeki îtibar ve mevkileri yüksektir. Rızâ-yı ilâhîye kavuşmak isteyenler, böyle mahzûn gönülleri sevindirmelidirler. Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- birgün:
“–Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allâh Teâlâ da:
“–Beni kalbi kırıkların yanında ara!..” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) buyurdu.
Ebû Hureyre’den nakledilen bir hadis-i kudsîde de Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kıyâmet günü aziz ve celil olan Allâh şöyle buyuracaktır:
“–Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum, Beni ziyâret etmedin!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, Sen Rabbü’l-âlemîn iken, ben Seni nasıl ziyâret ederim?”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyâret etmedin. Bilmiyor musun, eğer onu ziyâret etseydin, yanında Beni bulacaktın!..”
Allâh Teâlâ buyuracak:
“–Ey âdemoğlu!.. Ben senden yiyecek istedim, ama sen Beni doyurmadın!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, ben Seni nasıl doyururum?! Sen ki, âlemlerin Rabbisin!”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Benim falan kulum, senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin, onu, ben yanımda bulacaktım.”
Rabbimiz buyuracak:
“–Ey âdemoğlu! Ben senden su istedim, Bana su vermedin!”
Kul:
“–Ey Rabbim, ben Sana nasıl su içirebilirim? Sen ki, âlemlerin Rabbisin!” diyecek. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“–Falan kulum senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın, bunu Benim yanımda bulacaktın!” buyurur. (Müslim, Birr, 43)
Zulme mâruz kalmış, gönlü incinmiş her kulun duâsı, imân veya küfür ehli olduğuna bakılmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a arzolunur ve en kısa zamanda kabul olunur. Zîrâ mazlûmun duâsı ile Cenâb-ı Hak arasında perde yoktur. Peygamber Efendimiz, ashâb-ı kirâma böyle makbul olan mazlûmların duâsından sakınmalarını şöyle öğütlemişlerdir:
“Mazlûmun duâsından sakınınız. Zîrâ onun duasıyla Allâh Teâla arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân, 29)
“Üç kişi vardır ki, Allâh onların duâlarını reddetmez:
1- İftar edinceye kadar oruçlunun duâsı,
2- Mazlûmun duâsı,
3- Adâletli devlet reîsinin duâsı.” (Tirmîzî, Deavât, 48; İbn Mâce, Duâ, 2)
Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının istihkar edilmesine râzı olmadığını, şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde eder:
Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“–Bir adam: «Vallâhi, Allâh falancayı mağfiret etmeyecek!» diye kestirip attı.
Allâh Teâlâ Hazretleri de:
«Falancayı mağfiret etmeyeceğim husûsunda, yemin eden de kim? Ben onu mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!..» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)
Mesnevî: “Bir Hak dostunun, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allâh, hiç bir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.” (c.2, 3112)
Bu beyit, kavimlerin zillete sürüklenmelerinin belli başlı sebeplerinden birinin, peygamber veya bir Allâh dostunu incitmek olduğunu ifâde etmektedir. Allâh katında makbûl olan bir kula ihtiram eden, onun değerini bilip takdir eden şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla mükâfâtlandırılırlar, demektir.
Kudsî bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Her kim Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben (âdeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Buna tarihten bir misal vermek gerekirse, Firavun’un sihirbazları Hazret-i Mûsâ’nın ulviyet ve rûhâniyetteki kudretini fark ederek:
“–Ey Mûsâ, önce sen mi âsânı atarsın, yoksa biz mi atalım?” diye sordular.
Böylece bir Hak dostuna rüçhâniyet tanıyarak yapılan bu iltifatın bereketiyle hidâyete erdiler. Buna rağmen, bir peygamberle müsâbakaya cür’et etmenin bedeli olarak da cezaya çarptırıldılar, âdeta mânevî kısasa uğradılar. Mâlum olduğu üzere onlar, Firavun’un emriyle, önce işkenceye mâruz kalmış ve sonra da kolları, bacakları çaprazlama olarak kesilerek şehid edilmişlerdi.
Aynı gün içerisinde, bir peygamberle müsâbakaya çıkmak gibi küfrün zirvesinden, Firavun’a meydan okumaya kadar iki zıt kutba erişen sihirbazlar, nihâyet öyle bir îmân vecdine sahip oldular ki, Firavun’un zulüm ve tehdidlerine karşı, bâkîyi (ebedî nîmeti), fânîye (geçici olan dünyaya) tercîh ettiler de:
(Sihirbazlar) dediler ki: «–Bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!»” (Tâhâ, 72)
Diğer bir âyet-i kerîmede de:
“–Zararı yok! dediler: (Nasıl olsa) hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!” (eş-Şuarâ, 50)
Firavun, ellerini ve ayaklarını kesmek sûretiyle sihirbazları ağır bir işkenceye uğratırken onlar, îmânlarının zaafa uğramasından endişe ederek, Cenâb-ı Hak’dan canhıraş bir şekilde sabır ve îmânda sebât niyâz ettiler:
“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver (üzerimize sabır yağdır) ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126)
Mevlânâ -kuddîse sirruh- bu hâdisenin derûnî veçhesini de şu şekilde tahlil eder:
“Mel’ûn ve zâlim Firavun, sihirbazları, îmânlarından dolayı ölümle tehdîd ederek:
«–Elinizi ve ayağınızı çaprazlama olarak kestireceğim.. Sonra da sizi afvetmeyip astıracağım!» demişti.”
“Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini sanmıştı.”
“Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrar ve hakîkate vâkıf olmuşlardı.”
“Onlar, felek havanında yüz kerre dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
Yâni, ruhun asıl, cesedin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi feda edip “fenafillâh” makamına ulaşmışlardı.<
“Ey insan, bu dünyâ bir uyku ve rüyâdan ibarettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücûdun lime lime doğransa bile korkma! Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Bu dünyâ, bir rüyâdan ibarettir.» buyurmuştur.”
Mesnevî: “Bazıları peygamberlerle cenk etmeye kalkıştılar. Onların bedenlerini gördüler; onları basit insan sandılar.” (c.2, 3113)
Peygamberleri sadece hemcinsleri olan insanlardan bir fert olarak telakkî edip onlardaki ilâhî tecellî, hikmet ve nasibi görmeyenler, nefislerini edebsizlik ve saygısızlığa sürüklenmekten kurtaramazlar. Bu, tarihte de daima böyle olmuştur. Peygamberleri, ilâhî memuriyetleri ve bunun netîcesi olan mânevî dünyâları îtibariyle kavrayamayanlar, itaat ve teslîmiyet noktasına ulaşamayıp küstahlıkları sebebiyle zelîl olmuşlardır. Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Hazret-i Peygamberi kendileri gibi etten bir kalıp zannettiler de bu idrâk noksanlığının kurbanı olarak helâk edildiler.
Peygamber Efendimizi yakından tanıyan sahâbîler ise, O’nu hayranlıkla seyrettiler. Bu hâlin zirvelerinden biri olan Hazret-i Ebû Bekir ise O’nun (s.a.v.) yanındayken bile O’na hasret içinde kalır ve O iki cihan güneşini hayranlıkla seyrederdi.
Rasûlullâh’ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü dünyâyı terkedince sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.
Halîfe Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Bilâl’e ezan okuması için defâlarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl, şu cevâbı verdi:
“–Yâ Ebâ Bekir! Benim arzumu sorarsan, Rasûlullâh’tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak!..”
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, Rasûlullâh hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:
“–Ümmet, Rasûlullâh’tan sonra, bir de O’nun müezzininden de mi mahrûm olsun?” diyordu.
Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.
Bilâl -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de daha fazla duramadı, o sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî gereği, her defâsında gâzî oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti.
Bir gece, rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyordu:
“–Yâ Bilâl! Bu cefâ nedir? Beni ziyâret edecek vakit hâlâ gelmedi mi?”
Hazret-i Bilâl telaşla uyandı. Derhal devesine atlayıp engin çöllere daldı. Yalnız başına günlerce yol aldıktan sonra, nihâyet nûrlu Medîne’ye geldi. Hiç kimseye görünmeden derhal Rasûlullâh’ın kabrine koştu. Mezârın üzerine kapandı. Yüzünü gözünü mezarın toprağına sürerek, gözyaşları içinde:
“–Geldim Yâ Rasûlallâh, geldim işte!” dedi.
Tam bu esnâda, Rasûl-i Ekrem’in torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin çıkageldi. Onları gören Bilâl, mezarın üzerinden kalkarak:
“–Aah! Rasûlün nûr-i dîdeleri (göz nûrları)!” dedi ve hasretle onları kucakladı.
Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Bilâl! Senden bir şey ricâ etmek istiyorum, yapar mısın?” dedi. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-:
“–Söyle cânımın cânı, söyle!” deyince:
Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Rasûlullâh’a Mescid-i Şerîf’te okuduğun ezana hasretiz. Onu işitmek istiyoruz. Okur musun?” dedi.
Bilâl -radıyallâhu anh- da:
“–Sizin için okurum.” dedi.
Öğle vakti Hazret-i Bilâl, Mescid-i Nebevî’de eskiden ezan okuduğu yere çıktı.
Dertli ve yanık bağrından öyle bir “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!” dedi ki, koca Medîne Allâh Rasûlü’nün tedâisinden zangır zangır titredi. Dağlar taşlar bu yanık sadâ ile inledi.
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh”a gelince Medîne çalkalandı.
“Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullâh!” da ise artık bütün halk sokaklara dökülmüştü.
“–Ne oldu, Rasûlullâh dünyayı yeniden mi teşrîf etti.” diye birbirine soranlar, ağlayanlar, hıçkıranlar…
Hazret-i Bilâl ise, boğazına saplanan hıçkırıkları zaptetmeye ve ezân-ı Muhammedî’yi tamamlamaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün… Neredeyse hıçkırıktan boğulacak. Kendisini tutamadı, bitkin ve gözü yaşlı bir hâlde, olduğu yere bir külçe gibi yığıldı kaldı.
Yine cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:
“–Fahr-i kâinâtın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle bir musîbet geldi ki, karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi.” buyurdular.
Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi nurlandırsın! Peygamber Efendimizi yakînen tanımayı, ahlâk ve şahsiyetinden lâyıkıyla istifâdeyi nasîb eylesin. Onun ulvî muhabbetini kalbimize hiç tükenmeyen, durmadan ziyâdeleşen bir azık eylesin!.. Âmin…
Mesnevî: “Sen hiddete kapılıp, gönüller kırmış, onlara ateş düşürmüş isen, o ateş senin için cehennem ateşinin mayası olur.”
“Senin öfke ateşin bu dünyada bile seni yakar, yani zillete düşürür. Ondan doğan cehennem ateşi ise bu zilletin netîcesi olarak seni âhirette de ebedî olarak yakar.”
“Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kasteder. Bu kasdının eseri olarak doğan cehennem ateşi ise sana âhirette ve ebedî olarak saldıracaktır.” (c.3, 3472-3474)
Kâmil insan, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabiata sahip olmuştur ki, -Allâh için müstesnâ- hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz. O:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bütün hâl ve ibâdetlerinde bu şekilde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) sırrına ermiştir.
Rivâyete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi, kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.
Bunun üzerine köle:
“–Efendim! Kur’ân’da: « وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ » -öfkelerini yenenler- takdîr buyuruluyor!” dedi.
O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yendim!” dedi.
Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da aynı yerde: « وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ » -insanların kusurlarını bağışlayanlar- da takdîr buyuruluyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi bağışladım seni!..” dedi.
Bu defâ da köle:
“–Âyetin sonunda: « وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ » -Allâh ihsânda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!- buyruluyor!” dedi.
Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.
Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir.
Ebû Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana cennete götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Yine aynı şekilde bir kişi, Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, saâdetime mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Diğer hadîs-i şerîflerde de:
“Allâh Teâlâ, öfkesini tutanın ayıbını örter!” (İhyâ, III, 372)
“Allâh indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!” (İhyâ, III, 392)
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108) buyrulmaktadır.
Mesnevî: “Yeryüzünde bir zayıf, bir zavallı emân diyecek, Hakk’tan yardım isteyecek olursa, gökyüzü ordusuna (meleklere) bir gürültü düşer.” (c.1, 1315)
“Ey insan, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir, görünmesidir.” (c.1, 1318)
Hadîs-i şerîfte, mazlûmun âhından korkulması tavsiye edilmiş, mazlumun bedduâsının bâr-gâhı ulûhiyete vâsıl olmasına hiçbir şeyin engel teşkil edemeyeceği bildirilmiştir. Bu sebeple zulümden içtinâp etmek lâzım gelir. Buna rağmen mazlum da, mâruz kaldığı zulüm ve kötülüklerin kendi kötü huyunun bir başkasında akis ve tecellisi ile karşılaştığını düşünmelidir. Nitekim Mevlânâ, insanın iç ve dış dünyasındaki huzur ve huzursuzluğu diğer beyitlerinde şöyle ifâde etmektedir:
“Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şâyet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!”
“Sen, kendi huyunun, tabiatının derinliklerine inseydin, kötülüğün, ahlâksızlığın senden, kendinden olduğunu anlardın.
Eğer sen, Allâh nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?”
Gerçi bir insanın mâruz kalacağı ibtilâlar ve sû-i muâmeleler, her zaman onun vâkî bir hatasının netîcesi değildir. Öyle olsaydı, ma’sumiyet sıfatı olan enbiyâ, hiçbir kötü muâmeleye mâruz kalmazdı. Bu ibtilâlar, kimi zaman imtihân âlemi olan dünya hayatının iktizâsı, kimi zaman da kişinin mânevî tekâmülüne yardımcı olmak gayesine mâtuftur.
Lâkin karşılaşılan kötülüklerin bir kısmı da, yukarıda zikredildiği gibi muhâtabın istihkâkı ile gerçekleştiğinden böyle hâdiselerde nefsi yoklayıp kendini hesaba çekmek lâzımdır. Bu sebeple konuşmadan evvel ağzımızdan çıkacak lafızlara dikkat etmelidir. Zîrâ maksad, kalplere hançeremizden dökülen dikenler saplamak değil; kalpleri kalbimizin içinde saklamak olmalıdır. Davranışlarımız da sözlerimizi te’kîd etmeli ve her hâlimizden çevremize güzellikler yansımalıdır.
Mesnevî: “İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki, bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu ile birleşmiştir.” (c.1, 2520)
Allâh’ın bir mahlûkunu rencide eden bir muâmelenin, o mahlûktan önce Cenâb-ı Hakk’ın gadabını tevlîd edeceğini düşünmek gerekir. Çünkü Allâh, mahlûkâtına muhabbette harîstir. Bundan dolayıdır ki, günahkâr, yani Rabbine âsî olan bir kulun bile günah ve kusurunun zikredilip şüyû bulmasını menetmiş ve bunu “gıybet” nâmıyla, ağır günahlardan biri olarak ilân buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, “…Ona rûhumdan (kudretimden) üfledim…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72) buyurarak kendisine yaklaşmak için insana istidât vermiş ve onu en güzel şekilde “ahsen-i takvîm” sırrıyla yaratmıştır. Bu yüzden Rabbimiz, kulunun istihkar edilmesinden, küçük görülüp incitilmesinden bile râzı olmaz. Rivâyet edilir ki, Muhyiddin-i Arabî hazretleri bir sahilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Muhyiddin-i Arabî içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzî olmalı; ama ben herhalde şu günahkâr gençten daha üstünüm. Şarap da içmiyorum, laubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada denizden bir feryad duyuldu:
“–Batıyoruz, İmdâd!..”
Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize fırladı ve birkaç dakika içinde boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sahile taşıdı. Sonra da olan biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî hazretleri, biraz önce aklından geçen tereddütlerine cevap buldu ve:
“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..”
Bu kıssada da anlatıldığı üzere, zâhirî davranışlarını gördüğümüz birtakım kişilerde, göremediğimiz bazı kabiliyet ve cevherler olabilir. Peygamberlerin dışında, hiç bir kimsenin son nefes garantisi yoktur. Bu bakımdan tasavvuf ehli, Allâh’ın kullarını istihkarı, kalbin cinâyeti olarak kabul etmişlerdir.
Mesnevî: “Her zahmete kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?” (c.1, 2980)
İnsanı olgunlaştıran, meşakkatler ve mahrûmiyetlerdir. Her külfetten kaçınmak tembellik, bencillik ve irâdesizliktir. Doğru olan, katlanılan külfetle elde edilecek netîce arasında bir muvâzenenin mevcut olup olmadığına dikkat etmektir.
Bu ölçüyle layık olmadığı bir muâmeleye mâruz kalan insan, hemen öfkelenmek ve mukabelede bulunmak yoluna gitmeden, kendisine yönelen tarize müstahak olup olmadığını idrak edebilmek için nefsini hesaba çekmelidir. Eğer mâruz kaldığı kötü muâmele, ona müstahak olmadığı hâlde vâkî oluyorsa, bu yolda sabretmek olgunlukta bir basamaksa, şükredip bu haksız muâmelenin fâiline acımak son merhaledir. Bu ise kolay olmadığından, böylesi pehlivanlar nâdirdir.
Zayıfa, fakire, sefile, yalnıza acımak ve onlara yaklaşmak, merhamet muktezâsıdır. Lâkin;
-Zulüm pençesi altında mazlumları inim inim inleten “zâlimin vicdânına”,
-Geniş imkânlarını, “fânî ve taşkın zevk saltanatına esir eden
sefil rûhlara”,
-Hakkın ve hukûkun yok olduğu bir düzende, “merhamet fukarası
hodgâmların rezil ruhuna” daha çok acımalıdır. Zîrâ onlar, âkıbette, yani ebedî âhiret âleminde en büyük kaybedenler olacaktır.
Yasin-i Şerif’in ikinci sayfasının sonunda (13-27. âyet-i kerîmelerde) belirtilen Habîb-i Neccâr hâdisesi, bu hâlin kahramanlığını ifâde eden ne güzel bir misaldir. Habib-i Neccar, halkına hakkı tavsiye etmesinden dolayı taşlanarak şehid edildi. Kur’ânî ifâdeyle hayata vedâ ederken ilâhî perdeler açıldı:
“–Âh, keşke kavmim, Rabbimin beni bağışlayıp ikramlara garkettiğini bilseydi!” dedi. (Yâsîn, 26-27)
Hak dostluğunun bir nişânesi olarak, kendini şehid eden kavminin gafletine ve zavallığına acıdı.
Mesnevî: “Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yâni bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.” (c.3, 3259)
İnsanın gül olması, “mahz-ı hayır” ile hâllenmesi demektir. Böyle olanlar yılana bile baksa onu uysallaştırabilirler.7 Çünkü Hak dostları, Allâh’ın hiçbir mahlûkuna kin ve nefretle nazar etmezler. Kötülüklere karşı tabiî olarak vâkî olan buğzları bile muhâtabı aşan bir sırrîliğe mazhardır. Böylesine, “buğz-ı fillah” yani “Allâh için kızmak” denilir.
Fakat bu âlemde olup biten hâdiseler karşısında, bu kadar hayırhâh bir nazara ve hissiyâta mâlik olmak kolay değildir. Bunun için, “nefs-i emmâre”den başlayan yolculukta, zirve olan “nefs-i kâmile”ye doğru bir hayli yol katetmek lâzımdır.
Mevlânâ hazretleri, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkatı gülden de işit. Bak, o ne diyor:
Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…”
Bir mü’min, muhatabına tesir edebilmek için hâliyle, lisânıyla bir olgunluk kazanmalıdır ki, karşısındakinin yaptığı hatadan kendisini mes’ûl addetsin. Bir doktorun vazifesi, hastaya kızmak değil, hastalığın tedâvî çarelerini bularak onun şifaya kavuşmasına yardım etmek olduğu gibi; ehl-i tasavvuf, günahkâra kızmak yerine onu kanadı kırık bir kuş gibi telakkî eder, onları gönül saraylarına alırlar ve günaha olan nefretlerini günahkâra taşırmazlar.
 


Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...