İslam Toplumunun Kemirgenleri:
Münafıklar
Münafık, inanmadığı halde kendisini inanmış gibi gösteren kimsedir. Münafık
kelimesi tükenmek, alış verişin artması, yaranın kabuk bağlaması, ölmek ve yok
olmak, tarla faresinin yuvasının deliği gibi anlamlara gelen n-f-k kökünün
türemiştir. Nifakın durumu, kelimenin etimolojisine ve anlam yapısına işaretle
tarla faresinin gizlenmekle ilgili aldığı tedbirlere benzetilmiştir. Nitekim
tarla faresinin yeraltında yuvasına inen iki yolu vardır. Bu yuvanın
deliklerinden biri tamamen yeryüzüne açıktır. Hayvan bu açık delikten girip
çıkar. Diğeri ise gizli ve kolay açılacak şekilde kapalı bir kapıdır. İhtiyaç
duyduğunda tarla faresi bu kapalı deliği kafasıyla vurarak açabilir. Tarla
faresini belirgin olan delikten avlamak isteyen biri olduğunda fare diğer gizli
delikten kaçarak kurtulur. Bu sebeple münafık “dinin bir kapısından girip
diğerinden kaçan çifte şahsiyetli kimse” olarak da tanımlanmıştır.
Münafığın bu isimle adlandırılmasının sebebi kendinde gizlenmesi gereken
saklı bir kimlik taşıması ve bu kimliğin hedef olduğunu düşünmesidir. Bu
sebeple tarla faresinin kovuğunda yaşaması gibi münafık da inancını itikadî bir
kovukta besler. Oysaki Kur'ân’ın “İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve
ahiret gününe inandık” diyenler de vardır.”
âyetiyle işaret ettiği gibi kalp ve dil arasındaki zıtlığı yaşarlar. İçi
dışına muhalefet eder.
İkinci benzerlik tarla faresinin iki deliği olduğu gibi münafığında iki
güzergâhı vardır. Yani münafık devamlı girişli ve çıkışlıdır. İmanın doğası ise
sadece girişi olan ve çıkışı asla bulundurmayan bir yapıdadır. Münafık, zahir
ve batında ayrı yolları takip eder. Zahiri görünen yüzeydeki yüzü iken, içinin
derinleri, kovukları, delikleri vardır.
Üçüncüsü ise münafığın hile ve tuzak kurma becerisi tarla faresininkine
benzetilebilir. Tarla faresinin kaçış deliğinin dışı düz toprak iken ve kapalı
gibi gözükmekteyken, iç tarafı kazılmış topraktır. Zorluk anında konumunu
değiştirmek için hileyi önceden hazırlamıştır. Kaçış deliği de girdiği deliğin
tam tersi istikamete çıkmaktadır. Münafığın da dışı Müslüman, içi ise kâfirdir.
Münafık İslam’ı açığa vururken, küfrünü gizlemektedir. Hem Allah ile
ilişkisinde hem de insanlarla iletişiminde ikircikli bir yapıya sahiptir. Demek
ki nifak, İslam’a bir kapıdan girip diğerinden çıkmaktır. Bu aşağılık kişilik
yapısı sebebiyle de haklarında “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en
aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın” buyrulmuştur.
Dördüncüsü de münafık ürünlere zarar veren tarla faresine benzetilmiştir.
Gizlenerek ve kovuklarda saklanarak zararını icra eder. Bu anlamda ifade etmek
gerekir ki münafık Müslüman tarlasında ürer, ambarlarında gezer. Tarlaya ve
ürüne zarar verir ve tarla sahiplerinden gizlenmeye yönelik de tedbirler alır.
Bir anlamda yuvasını Müslüman tarlasına kurmuş bir varlıktır münafık. Ne
direnebilecek gücü vardır, ne de kişiliği ile rolü aynı olabilir. Münafık ancak
haşere bir tavırla, sinik bir metot izler. Dışarıda nasıl görünürlerse
görünsünler sinsi ve korkaktırlar. Mücadeleden, hesaplaşmaktan ve savaştan
endişe duyan bir karakterdedirler. Bir kısmının da korkudan kaynaklı psikolojik
zayıflığı, onları tereddüt içerisinde bırakmıştır. Şaşırmışlardır.
İmanla küfür arasında kalan münafığın psikolojik durumunu Efendimiz (sas)
iki sürünün ortasında durup nereye katılacağını bilemeyen koyuna benzetmiştir.
Diğer bir hadiste ise münafığın kararsızlığı Efendimiz (sas)’ın verdiği bir
temsille anlatılmıştır. Bir nehir kenarında üç kişi vardır ve bunlar mümin,
münafık ve kâfir karakterlerini temsil eder. Önce mümin suya atlar ve karşıya
geçerken münafığı “bu tarafa gel” diye davet eder. Suya atlayan münafık ortaya
kadar gelmişken bu seferde kâfir onu kendine çağırır. İki nida arasında duran
ve bocalayan münafık dalgalar arasında boğulur gider.Kimlik tercihinde net
olmak, gerçekçi olmak ve hayatla yüzleşmek bir şekilde ayakları karaya basmak
iken, asıl risk inancı konusunda tereddüt içerisinde olanındır. Dünya ve ahiret
arasında kalıp ikisini de kaybetme ile sonuçlanan bir akıbet münafığı bekler.
Hakkın Gücünde İman, Batılın Zayıflığında Nifak Yetişir
Zıtlık eşyanın doğasında vardır. Zıt kutuplar olan mümin ve kâfir, inanç
konusunda temel tarihsel iki karakterdir. İman ve küfür, gerçekçi iki tavırdır.
Mekke’de yeşeren iman, karşısında durduğu küfre bir meydan okuma şeklinde
büyümekte idi. İman, ödenmiş bedellerle, seçilmiş zorluklarla, tercih edilmiş
mücadele biçimleriyle ve iradî tavırlarla örgü örgü işlenmiş kesin inançtı.
Hesapsız ve pazarlıksız bir kabuldü. Küfrün iktidarı, imanı ateşlendirmekten
başka bir işe yaramadı. Oysa İslam gücü ele geçirince işler değişecekti. İmanın
iktidarı ile değişen sosyolojik durum sebebiyle küfrün yanına yeni bir karakter
daha eklenecekti.
Sosyolojiden psikolojiye ve psikolojiden de sosyolojiye bir tesir vardır.
Kültürel değişimin hızlı olduğu dönemlerde inancın psikolojik motivasyonunu
yakalayamamış kimselerin ve inanç merkezli yeni yapılanmaya tam uyum
sağlayamayan insanların yüreklerinde kritik bir hastalık baş gösterir. Bu kalp
hastalığının belirtisi tereddüt, sonucu kin ve hınç ateşi ile yanıvermektir.
“Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah’ın kinlerini ortaya
çıkarmayacağını mı sanmaktadırlar. Biz dileseydik, onları sana gösterirdir;
böylece sen de onları yüzlerinden ve konuşma tarzlarından tanımış olurdun.
Allah, gerçekten de eylemlerinizi bilmektedir.”
Bu hastalık, tereddütle, benimseyememe illeti ile başlar, ikiyüzlülük, hınç
ve düşmanlıkla ilerler. Türedi bir kimlik veya temeli menfaat olan bir kişilik
problemi oluşturur. Çünkü imanın iktidarı öyle kesin bir tercihte bırakır ki
insanı, Hakk gelir ve batıl zail olur. Batılın zail oluşu onun tamamen yok
olması değil, artık toplumsal ve siyasî alanda icra gücünü kaybetmesi, itibar
gövdesinin devrilmesidir. Yoksa küfrün kökleri toprak altında her zaman
gizliden yaşamaya devam eder. Münafıklar açısından ise imanın iktidarında
inkârları sadece görünen alandan çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat bu bir geri
çekilmeden ibarettir aslında. Yani zahirde ki durumunu koruma adına, görüntüyü
değiştirme ve batınında ise gizli kimliğe geri çekilme. Çünkü imanın
iktidarında hüküm zahire göredir. Müminler bilirler ki işler kullardan
gizlenebilir ama Allahtan asla saklanamaz. O, kalpleri bilir. Ve bu karakteri
bize onu en iyi tanıyan ve gören Allah bildirmiştir.
“Hem etrafındaki bedeviler hem de Medine halkı arasında ikiyüzlülüğü huy
edinenler bulunmaktadır. Sen onları bilmezsin; ama Biz biliriz. Bu yüzden biz
onları iki kere cezalandıracağız. Onlar, sonra da çok büyük bir azaba
götürüleceklerdir.”Bu karakterin adı münafıktır.
Münafık inancını bile temsil etmekten aciz bir varlıktır. İradesindeki bu
acziyet, yaşamı yalancı bir sahneye, kendilerini de rol yapmak zorunda kalan
oyunculara çevirir. Gerçi rol yapmayı bilmek ve düzen kurmayı sevmekle
sonuçlanan bu tehlikeli kişiliksizleşme sürecinin potansiyel tehditler taşıdığını da vurgulamak
gerekir. İşte tam bu noktada Allah, münafıkların acziyetinin nasıl sinsi bir
hınç kültürüne ve adi ihanet biçimlerine evrileceği konusunda müminleri uyarmış
ve Kur’ân, bunların içyüzlerini deşifre ederek zihniyetlerini analiz etmiştir.
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini
dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi
aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını
alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?”
Efendimiz (sas)’in asr-ı saadetlerinde örgütlü nifak hareketleri Medine
döneminde ortaya çıkmaya başlamıştı. Nifakın Medine’de ortaya çıktığının
nedenleri açıktır. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz (sas) ve ilk müslümanlar
Mekke’de bir kuvvet ve otorite sahibi olmadıkları gibi yurtlarından dahi
çıkarılmışlardı. Bu durumun sosyal, ekonomik ve siyasî menfaat veya korku
üretmesi tabi ki düşünülemezdi. İslam’ın iradesi henüz toplumda bağımsız bir
aktör olarak ortaya çıkmamış bir nitelikte idi. Böyle bir durumda güce göre
konum alan tıynetteki insanların yalakalık yapması, yakınlık kurması ve bu konuda ikiyüzlü
tavırlar içine girilmesi düşünülemezdi.
Küfür güçlü bir aktör iken hakaret, işkence, tehcir ve öldürme gibi
yöntemleri zaten tercih ediyordu. İki kutuplu bir inanç düzleminde ortaya konan
zulümler müminlerde herhangi bir geri çekilmeye de neden olmuyordu. Fakat
Medine Müslümanlaşınca, Evs ve Hazrec muhacirlere destek olunca, Ensar’daki
sıfat ve potansiyel, muhacirlerde temsil edilen zata, zatî hakikate kuvvet vermişti.
Böylece İslam’a alenen düşmanlık ve fiili zarar verme imkânı ortadan kalkmış,
itibar ibresi imandan yana dönmüştü. Artık İslam davasına ve nüfuzuna karşı
çıkanların inançlarını ve düşmanlıklarını açıkça ortaya koymaları mümkün
değildi. Artık kinlerini yutmak, hınçlarını saklamak zorunda olan bir topluluk
olarak kalmak zorundaydılar. İşte bu durum, münafıkların büyük bir şahsiyet
zaafı içinde olduklarını, öte yandan da tehlike oluşturacak kompleks imkânlara
sahip oldukları anlamına gelmekteydi. Çünkü acizdiler fakat önlerinde Müslüman
suretinde gözükme, plan ve tuzaklarını gizli gerçekleştirme, oyun ve
komplolarını sinikçe yürürlüğe koymak gibi yollar vardı. Hesap edilemeyen sinsi
bir düşman doğmakta ve varlığını her devirde devam ettirecek hain bir zekâ inşa
edilmekteydi.
Küfre de Hınca da Perde: Nifak
Hz. Peygamber (sas)’in Medine’de İslam iradesinin iktidarını inşa etmesi
ile birlikte münafıkların üreyecekleri iklim oluşmuştu. Hz. Peygamber (sas)’in
inşa ettiği toplumsal organizasyon siyasî güç dengelerini değiştirmiş,
meşruiyet sistemlerinde yapılan değişiklikle birlikte birçok güç odağı etkisini
ve iktidar nüfuzunu kaybetmişlerdir. Yeni siyasal gücün yükseldiği ve birlik
inşasının ikame edildiği her yerde bir takım muhalefet türleri de oluşur. Etnik,
kültürel ve dini muhalefet türleri en bilinen ve aşikâr olan farklılaşma
biçimleridir. Bir de gizli olan bir muhalefet türü vardır ki siyasal gücün
yanında yer almayı sadece siyaseten ve maddi sebeplerden dolayı tercih eden ve
bunu yaparken de ayrılmaya sebep olacak gizli inanç ve kimlik tanımlarını
saklamak şeklinde tezahür eder. Bu sebeple İslâm tarihinde nifak hareketlerinin
ortaya çıkışı, Medine devrine rastlar. Medine’nin İslam iradesi ile
şekillenmeye başlaması ile henüz inanç sistemlerinden vazgeçmeyen ve İslam’ın
teklifine mesafeli olan Medinelilerden ve çevre bedevî kabilelerden bazı kimse
ve gruplar derûnu değiştirmeyi, görüntüyü değiştirmeye tercih ederek zahiren
Müslümanlığı kabul ettiklerini belirtmişlerdi.
Yaşadıkları muhitin itibar hiyerarşisi Araplar için çok büyük önem arz
etmekteydi. Böyle bir ortamda münafık tavrı örgütleyen de itikadî bir akıl
değil pragmatik bir akıldır ve nifak sistematiği maddî, ekonomik ve siyasî
itibarlarını yönetmeye yönelik bir fonksiyon olarak gözükmektedir. Bugün de
böyle değil midir zaten? İtibar ve menfaat yönetimi her zaman ahlak ve inancın
önüne geçebilir. Özellikle zayıf ruhlarda. Çünkü onlar sadece şahıstırlar. Asla
şahsiyet olmayı başaramamışlardır. Bu bakış açısındakiler gücün temerküz
etmesini ve itibarlar dağıtmasını beklerler. Ancak güç aşikar olursa ona tabi
olurlar veya tabi olmuş gibi gözükürler. Nitekim Bedir zaferinden sonra Evs ve
Hazrec kabilelerinden İslam’a girme konusunda tereddüdü olanlar hızlı bir
değişimle Müslüman olmuşlardı. Yeni gücü görünce onu hemen itikadî ve siyasi
olarak benimsemeyenler her zaman var olacaklardır.
Medine’de nifak hareketlerini körükleyenler arasında Abdullah b. Übeyy b.
Selûl ve Ebû Âmir olmak üzere iki sembol isim vardı. Abdullah b. Übeyy b.
Selûlün hicretten önce Medine’de siyasi kariyeri parlamıştı ve Hazrec
tarafından kral seçilmeye hazırlanıyordu. Müslümanların Medine’ye gelmesi ile
siyasî nüfuzunu yitirmişti. Diğer bir münafık ise Hz. Peygamber (sas)’ın
Medine’ye gelmesinden önce peygamberliğini ilan etmeye hazırlanan Ebû Âmir’dir.
Elde etmeye çalıştığı dini kariyeri Abdullah b. Übeyy b. Selûl‘ünki gibi Hz.
Peygamber (sas)’in hicreti ile başlamadan bitmiştir. Evs kabilesine mensuptu ve
“Ebu Âmir er-Râhib” adı ile anılıyordu. Kendisinin peygamber olacağını zannediyor
ve bu yüzden de Peygamberimize karşı aşırı bir kıskançlık besliyordu. Nitekim
Hz. Peygamber “ona rahip demeyiniz ancak fasık deyiniz” buyurmuştur. Her ikisi
de Kureyş müşrikleri ve Medine Yahudileriyle Hz. Peygambere karşı ihanet
planları içerisinde oldular.
Abdullah b. Übeyy ve münafıkların Uhud ve Hendek savaşlarında birçok
ihanetleri açığa çıkmıştı. Benî Kurayza ile Benî Nadîr’i Resûl-i Ekrem’e karşı
savaşa teşvik ettiler. Özellikle Ebû Âmir ile Hıristiyanları Hz. Peygamber’e
karşı kışkırtmaya çalıştılar. Hatta Ebu Âmir Medine’yi terk ederken buradaki
münafıklara, Kubâ mescidinin karşısına ayrı bir mescit yapmaları ve burada
ibadete devam etmelerini söyleyerek onları İslam’a karşı harekete geçirmeye
çalışıyordu. Abdullah b. Übey, Benî Mustaliķ Gazvesi sırasında ensar ve
muhacirleri birbirine düşürmeyi denemiş, İfk Hadisesi’nin tezgâhlanmasında yer
almış ve fitneyi körüklemiş, Mescid-i Dırâr organizasyonu ile Müslümanları
bölmek istemiş, Tebük Seferi’nde gövde gösterisi yapmak amacıyla Hz. Peygamber’in
ordugâhından ayrı bir ordugâh kurmuş, münafık ekiplerle Tebük dönüşünde Resûl-i
Ekrem’e suikast girişimini organize etmişlerdi.
Münafık Dinini Saklambaca Çevirendir
Denilebilir ki nifak güç karşısındaki zayıflıkla ortaya çıkan bir tavırdır.
Nifakın iklimi güçtür. Öte yandan nifak sadece itikadî bir durum da değildir.
Dünyaya ve izlenilen dünya resmine göre bir pozisyon alıştır. Bazen insanların
sosyal konumları inançlarını belirler. İnsanlar toplumsal olarak güçlüler ve
zayıflar olarak ikiye ayrılırlar. Hem hayatın toplamında hem de bireyler arası
ilişkilerde belirgin kriterlerden biri de güç ilişkileridir. Bazen inancın ve
ahlakın mahiyetini belirleyen şey de bireylerin ya da toplumsal sınıfların
güçlü veya zayıf olmasıdır. Güç fikri, inancı ifsat edebilir. Hakka göre değil
güce göre pozisyon alma, nifakın asıl sebebidir. Münafığın bir yanında inandığı
bir inanç, bir yanında da terk etmek istemediği konum ve ilişkiler ağı vardır.
Takiyye ve nifak ile dolu karakterlerin en büyük problemi budur. Bunlar zayıf
ve güçsüz karakterli insanların teşekkül ettirdiği inanç ve ahlak düzenleridir.
Nifak korkunun programıdır. Tereddüdün inşasıdır. Endişeler denizinde tercih
yapamamak, ayaklarını bir türlü yere basamamaktır.
İman tavırdır. Nifakın kontrastında ise iyi ve kötü ayrımından ziyade güç
ve zayıflık belirleyicidir. Münafığın imanı ve tavrı taşıyacak bir cesareti
yoktur. Cesaret, fizikî ve zihnî kudretle birebir ilişkilidir. Nifak ise
yoksunlukla ilişkili aşağı bir ruhsal duruma tekabül eder. Nifak, gücü bulamamış
olmanın tereddüdü ile saklanma, dünyevi mutluluk güç ve başarıyı riske edecek
inanç bütününü gizleme teşebbüsüdür. Oysa İslam programında ve İbrahimî iman
arayışında “Ben batanları (uful) sevmem” ilkesinde ifadesini bulduğu gibi,
kaybolmak, gizlenmek, saklanmak ve ortaya çıkamamaya karşı sevgi asla oluşmaz.
İbrahimî iman programı pazarlıksızdır ve meydan yerinde olmayı tercihtir.
Batanlardan, kaybolanlardan nefret etmektir. Bu iman anlayışı güce prim vermez.
Bilir ki güç yıkanın gücünden çok, yıkılanın zayıflığındandır. O vakit öyle bir
değer yargısı seçmelisin ki çökmen mümkün olmasın. Güçlü olduğunda da zayıf
olduğunda da asla çökmesin, çökertilemesin. Gevşeme ve üzülmeyi bile telafi
edebilsin ve üstünlük hep sende kalsın.Bu âlemlerin Rabbine imandan başka bir
tercih olamaz. Oysa münafığın kalbi de aklı gibi zayıftır.
Münafığın tavrı ile yaşama içgüdüsü arasında sıkı bir ilişki vardır. Onun
için hayatın kendisi, hayatın anlamından değerlidir. Saklanma içgüdüsünün
doğası, gizlenmenin psikolojisi bunun üzerine inşa edilir. Gizemi olan bir
gizlenme değildir bu. Kaba ve doğrudan acizlikten kaynaklanan bir gizlenmedir.
Münafık dinini saklambaca çevirendir. Bilmez ki sağında da ve solunda da
“saklanmayan” vardır. Her şeyi gören, işiten vardır. Ve münafık bilmez ki
saklansa de her saklanışında sobelenmektedir.
İnancını izhar eden mümin veya kâfir aktif güç ile karakterize olurken,
münafığa ise reaktif güç vücut verir. Münafığın varlığı kendini inşa eden ve
olumlayan bir güç olarak ortaya çıkmaz. Münafıklık başka bir güç karşısında
kendini yok sayan bir geri çekilmedir. Ötekinin gücünden ürkmedir. Münafık
kendi varlığını ötekini olumlama ile garanti altına alan, ama kendi olmayı
riske eden bir aklın sahibidir. Oysa yaşam dediğimiz serüvenin bedelini yalnız
aktif güçler öder. Tarih aktif güçlerin çıktığı bir sahnedir. Reaktif güç ise
aksülamellerin, karşı güçlerin tesiri altında kendini inşa edecek alanlar arar.
Bu alanları bulduklarında yaşarlar, bulamadıklarında gizlenirler. Bu anlamda
karanlık, dehliz ve delikler onların yaşam alanıdır. Reaktif güç aslında güç
bile değildir. Her güce itaat eder. Kendi inanç ve ahlakını güç ilişkileri
dışında inşa etmez. Çünkü gücün ışığından gözleri büyülenir ve münafık kör
tarla fareleri gibi güneş karşısında kalakalır. Değişimine mani olan zayıflık
ve tereddüt çekirdeğini terk etmek istemez.
Münafık sahip olduğu negatif karakterden dolayı tanınamaz, gizlediği inancı
yaşaya bilmek için kendine bir erdem öğretisi uydurur. Gizlenmenin ikliminde bu
öğretiye göre yaşar. Devamlı gizli bir
kimlik taşır. Bu sebeple tavrı bulanıklaşır. Eveti evet demek değildir. Hayırı
ise asla olumsuzlama olmaz. İtirazı itiraz, itaati itaat değildir. Münafığın
eylemi dış bir gücün ve uyarıcının etkisiyledir. Aslında münafık tepkisi
kendine çarpan, gücü kendine yetendir. O varlığının teminatı olarak özgür
iradeyi değil, müessire ve muktedire göre şekillenmeyi, inanmanın riskinden ve
bedelinden kaçmayı seçer. Bu, münafığın hem zaafı hem de en tehlikeli yönüdür.
Çünkü en acımasız düşmanlar sinik karakter tiplerinden çıkarlar. Dişleri taş
kırmaz, çünkü onu ayıklarsın. Oysa pirinç rengindeki beyaz taş kırar. O
seçilemeyendir. Münafık zaafından dolayı gizlenir ama onun tehlikeli tarafı da
gizlediği sadece inancı değil aynı zamanda öç ve öfkesidir.
Münafık tutumun tanımlayıcı özelliği hınç tutumudur. Münafık ahlakının
temeli hınç duygusudur. Münafıklık nefret duygusunun inanç ve ahlaka hâkim
olduğu bir duruma denk gelir. Münafık bu yönü ile acıtabilir ama asla galip
olamaz. Çünkü güçsüz ruhlar zafer kazanamazlar. Gizli bir öç alma hevesi ile
zehirlerini akıtacak imkân kollarlar sadece. Oysaki aktif güçler kendi
kaderlerini yaşayarak tarihte bir ivme yaşamlarında da bir tavır oluştururlar.
Çünkü tavır almak aktif olmaktır, taraf olmaktır, tarafı açık olmaktır, inandığını
tasdiktir, inancı meydan yerinde olmakla ilişkilendirmektir. İlan, imanın
göndere çekilmesidir çünkü. Mümin ve kâfir kendi inancını tanımlarken ve bunu
aktif bir güç sistematiği içinde ortaya koymakta iken, münafık sadece
güçsüzlüğün inşa ettiği bir sonuç olma durumundadır. Maske ile yaşamanın
ağırlığı altında ezilmektir. Müminler münafığın zahirine bakarlar, belki
onların cüsseleri sevimli gözükebilir. Allah ise örtülerin, zırhların ve
göğüslerin altındakileri dahi görür. Ve orada aşağılık bir hınçtan başka bir
şey yoktur.
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz; onlar ise, bütün
kitaplara iman ettiğiniz hâlde, sizi sevmezler. Onlar sizinle karşılaştıkları
zaman “inandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı
kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün!” Şüphesiz
Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.”
bkz. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nfķ” md.;İbnü’l-Esîr, en-Nihâye,
“nfķ” md.; Lisânü’l-Arab, “nfķ” md.
el-Bakara 2/8.
en-Nisâ, 4/145.
bkz. et-Tevbe 9/56-57; Muhammed 47/20-21; el-Haşr 59/11-13; el-Münâfikūn
63/4.
Müsned, II, 88; Müslim, “Śıfâtü’l-münâfıķīn”, 17.
Taberî, IV, 334; İbnKesîr, II, 325.
Muhammed, 47/29-30.
et-Tevbe, 9/101.
el-Münâfikûn, 63/4. Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/204-206.;Âl-i İmrân,
3/166-167.
İbnHişâm, Sîre, II, 66.
el-En’âm, 6/76.
el- Âl-i İmrân, 3/139.
Âl-i İmrân 3/119.