18 Eylül 2011 Pazar

MEVLÂNÂ’YA ARZ-I HÂL

MEVLÂNÂ’YA ARZ-I HÂL
Yâ Mevlânâ! Etimi ve kemiğimi duygu ve düşüncemden sıyırıp kimliğim ve bedenimle bu dünyadan sıyrılıp kapına geliyorum.

Yâ Mevlânâ! Yirmi birinci yüzyılın bütün kargaşa ve karmaşasından arınıp gönül memleketimden, kûşe-i uzletimden sesleniyorum sana. Biliyorum, insanlar ölüm tarihine 1273 kaydını düşse de, senin hâlâ bir post üzerinde, ellerin dizlerinde ve başın önünde dostlarını beklediğini biliyorum. Hani ne diyordun:
“Ey birâder tû hemin endîşe-i
Mâ-bekaa tû üstuhân ü rîşe-i”
(Ey kardeş! Sen yalnızca duyuş ve düşünüşten ibaretsin! Geri kalanla sadece et ve kemiksin.) Yâ Mevlânâ! Etimi ve kemiğimi duygu ve düşüncemden sıyırıp kimliğim ve bedenimle bu dünyadan sıyrılıp kapına geliyorum. Pusulam kalp kalesini gösteriyor. Yetmiş iki millete bir gözle bakan ve ne olursa olsun gelmesi için tüm insanlığa davetiye yollayan himmetinden, hikmetinden, muhabbetinden nasiplenebilmek için düşüyorum yollarına. Yâ Mevlânâ!..Bilesin, aklıyla övünen insanların hüküm sürdüğü bu dünyada ben bir deliyim. Cinnetini cennetinde cünûn eden bir Mecnûn gibiyim. Aklımı gönlümün güllerinde kül eyledim.Ve kapına geldim Mevlânâ, sana güvendim:
“Ger der âyed âkılî gu râh nist
Ver der âyed âşıkî sad merhaba”
(Bir akıllı gelirse de ki "Yol yok sana". Bir âşık gelirse ona yüz kere merhaba!) diyen sen değil miydin?
Yâ Mevlânâ! Hâl ile kâl arasında, aklın ve aşkın ârâfındayım. Hâlimi arz etsem sana. Yüzyıllar önce bıraktığın bu dünyanın çürüyen yanlarını, bu yüzyılın insanı olarak hiç mahcup olmadan anlatsam sana. Heyhat!.. Senin döndüğün gibi aşkla, meşkle ve şevkle dönmüyor dünya. Sığınarak hoşgörüne, bağlanarak hoş gönlüne…Yâ Mevlânâ! Yana yana, kana kana anlatsam sana. “Nice elbisesiz insanların ve nice insansız elbiseler”in hâlini hâlden anlayana, sana anlatsam…
“İn aşk kemâlest ü kemâlest ü kemâl
V"in akl hayâlest ü hayâlest ü hayâl
Dîdar cemâlest ü cemâlest ü cemâl
Nûrest ü visâlest ü visâlest ü visâl”
(Bu aşk kemâldir, kemâldir kemâl/ Bu akıl hayâldir, hayâldir, hayâl/ Bu yüz cemâldir, cemâldir, cemâl/ Nurdur, visâldir, visâldir, visâl.) diyorsun ya hani…Aşkın en olgununa ulaşmak, aklı eritip bir hayâlde yok olmak ve ebedî güzelliğin nûruna kavuşmak…Ve yine “Aşk, bir davaya benzer. Cefa çekmek de şahide. Şâhidin olmadan davayı kazanamazsın ki” diyorsun ya hani…Şimdi sendeki bu aşk ummânının bir damlası da bizde olaydı. Âh olaydı…Kolaydı. Kolaydı o vakit et pazarında, şehvet mezarında can veren aşkın ellerinden tutmak. Kolaydı o vakit cânı cânân için sevenlerin, cism ü cânı değil bizzat aşkı seçenlerin ahvâlinden anlamak…“Ben”liği küçülterek kara noktalara saklamak ve süveydâda kaybolmak kolaydı. Hurûfî sevdâlar sokağında yolunu şaşıran, çıkmaza sapan Ayn, Şın ve Kaf"ların hattatı olmak o vakit çok kolaydı.
Yâ Mevlânâ!.. Kapına geliyor ve sana hâlimi arz ediyorum. İnliyorum. Bir Mesnevî"nin on sekiz beytinden ve bir neyin dokuz deliğinden sesini işitiyorum. Kelâm senin ağzından dökülüyor nefes nefes. Dinliyorum: “A şarhoş bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte dek feryâd edeceksin? Hay bülbül! Cefayı anış yeter artık, şükret, vefadan bahset. Şu iki karanlık yolda hiçbir şükrün yok ki şikâyetsiz olsun. Yok ol, yokluğa dal da arılık-duruluk aynasını anlat. Parça boşluğu bırak, tümü söyle. Dikeni bırak, gülü söyle. O"nun sıfatlarından geç, zât"a bak. Allah"tan söz aç.”
“Ey cân habâret hest ki cânânı tû kist?
Vey dîl habâret hest ki mihmânı tû kist?”
(Ey cân bilir misin cânânın kimdir? Bilir misin ey gönül misafirin kimdir?) diyorsun ya…Gözümde yaş, özümde savaş…Cânânımın, mihmânımın bir Elif"ine kurban olsun bu baş…
Yâ Mevlânâ! Ölüm ne kadar manidârdı lûgatinde. Ve hayat ne kadar dardı hakîkatinde. Aşkın ve ölümün evlendiği, seven ve sevilenin vuslata erdiği bir düğün gecesi…“Hamdım, piştim, yandım.” diyen gönlün kavrulursa…Toprak beden ölüm rüzgârına kapılır ve göklere savrulursa…İşte o vakit kırılır dizler ve dökülür dizeler:
“Bimirid bimirid ez-in aşk bimirid
Kezin aşk çü mirid heme ruh pezirid
Berayid berayid ezin hak berayid
Kezin hak çü ayid semavat bigirid”
(Ölünüz! Ölünüz! Bu aşkın yolunda ölünüz. Ta ki yeniden dirilesiniz. Kurtarın, kurtarın bu topraktan parçanızı! Ta ki göklere ersin eliniz!) Arıyorum Mevlânâ.
“Ba"d ez-vefat türbet-i mâ der-zemin mecûy
Kalbhâ-yı müminân türbet-i mezâr-ı mâst”
(Vefat ettiğimizde, türbemizi yerde arama! Bizim türbemizi inanan gönüllerde ara!) Yerde gökte değil, cilalanmış âyînelerde görüyorum seni. Aynalara yansıyan gölgeler kanat çırpıyor. Kuşlar çırpınıyor. Yolun sonu Simurg"a varıyor. Yâ Mevlânâ! Bu seyr ü sûlukta inanan gönüllere rûhun eşlik ediyor hâlâ.
Yâ Mevlânâ! Düştüm yollarına, Konya diyârına. Sana bakmak, mezarına dokunmak değil gâyem. Bilirim, seni kalbinde yatıran memlekette huzur vardır. Hani meşhur sözdür, gül sunan elde daima bir miktar gül kokusu kalır; bu mekânın da havasına, suyuna, toprağına senin adın karışmıştır. Sen her ne kadar,
“Peydâyem ü nâ-peydâ çün bu be-gülâb ender”
(Hem gizliyim, hem açık, gül suyundaki koku gibi.) desen de, kokun bile yetecektir içimdeki güllerin semâzen gibi dönmesine. Âh Mevlânâ! Seni anlatmak, sana anlatmak…Arz-ı hâlim şu koca metin değil, içli bir “âh”tır ancak…A. N. Asya diyor ki:
“Bir sofradayım azım çoğum Mevlana
Dursam yürüsem batım doğum Mevlana
Yarin sesi, yarin sözü, yarin yüzüsün,
Sen yoksan eğer ben de yoğum Mevlana.”

Senem GEZEROĞLU   
18 Şubat 2008

Hiç yorum yok:

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...