(Mesneviye
göre) İNCİTMEMEK ve İNCİNMEMEK
Mesnevî: “Bu gönül evinin içinde kimin
bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz
terbiyesizlik nedendir?”
“Ahmaklar,
insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bîgâne kalarak
onların gönüllerini kırarlar.” (c.2, 3108-3109)
Gönül,
Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Nefsin en büyük cinâyeti bir gönül kırmaktır.
Bundan dolayı Mevlânâ hazretleri başka bir beytinde:
“Kâ’be
bünyâd-ı Halîl-i Âzer est
Dil,
nazargâh-ı Celîl-i Ekber est” buyurmaktadır.
Yani Kâ’be,
Âzer’in oğlu Halil İbrâhîm’in inşâ ettiği bir yapıdır. Gönülse o yücelerin
yücesi olan Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Binâenaleyh nazargâh-ı ilâhî olan
gönlü yıkmak, Kâ’be’yi yıkmaktan daha büyük bir cürüm olarak görülmüştür.
Yûnus Emre
hazretleri de:
Ak sakallı
pîr hoca
Bilemez hâli
nice
Emek yimesün
hacca
Bir gönül
yıkar ise
buyurarak,
aynı gerçeğe işaret etmişlerdir.
İnsan,
eşref-i mahlûkât, yani yaratılmışların en mükemmelidir. Onun kalbi ise
nazargâh-ı ilâhîdir. Hadîs-i kudsî olarak nakledilen bir rivâyette, “Ben
yere göğe sığmam. Bir mü’min kulumun kalbine sığarım.” (Aclûnî,
Keşfu’l-Hafâ, II, 195) buyrulmaktadır. Bütün bunlar, insanın muhterem mevkiini
ifâde etmekte ve onun hatırını veya kalbini kırmanın, ne derece ağır bir cürüm
olduğunu ifâde etmektedir.
Kalbi kırık
insanların, Cenâb-ı Hak nezdindeki îtibar ve mevkileri yüksektir. Rızâ-yı
ilâhîye kavuşmak isteyenler, böyle mahzûn gönülleri sevindirmelidirler. Nitekim
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- birgün:
“–Yâ Rab!
Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allâh Teâlâ da:
“–Beni kalbi
kırıkların yanında ara!..” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) buyurdu.
Ebû
Hureyre’den nakledilen bir hadis-i kudsîde de Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyâmet
günü aziz ve celil olan Allâh şöyle buyuracaktır:
“–Ey
âdemoğlu! Ben hasta oldum, Beni ziyâret etmedin!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim,
Sen Rabbü’l-âlemîn iken, ben Seni nasıl ziyâret ederim?”
Cenâb-ı Hak
buyuracak:
“–Bilmedin
mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyâret etmedin. Bilmiyor musun, eğer
onu ziyâret etseydin, yanında Beni bulacaktın!..”
Allâh Teâlâ
buyuracak:
“–Ey
âdemoğlu!.. Ben senden yiyecek istedim, ama sen Beni doyurmadın!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim,
ben Seni nasıl doyururum?! Sen ki, âlemlerin Rabbisin!”
Cenâb-ı Hak
buyuracak:
“–Benim
falan kulum, senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer
sen ona yiyecek verseydin, onu, ben yanımda bulacaktım.”
Rabbimiz
buyuracak:
“–Ey
âdemoğlu! Ben senden su istedim, Bana su vermedin!”
Kul:
“–Ey Rabbim,
ben Sana nasıl su içirebilirim? Sen ki, âlemlerin Rabbisin!” diyecek. Bunun
üzerine Allâh Teâlâ:
“–Falan
kulum senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş
olsaydın, bunu Benim yanımda bulacaktın!” buyurur. (Müslim, Birr, 43)
Zulme mâruz
kalmış, gönlü incinmiş her kulun duâsı, imân veya küfür ehli olduğuna
bakılmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a arzolunur ve en kısa zamanda kabul olunur. Zîrâ
mazlûmun duâsı ile Cenâb-ı Hak arasında perde yoktur. Peygamber Efendimiz,
ashâb-ı kirâma böyle makbul olan mazlûmların duâsından sakınmalarını şöyle
öğütlemişlerdir:
“Mazlûmun
duâsından sakınınız. Zîrâ onun duasıyla Allâh Teâla arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân, 29)
“Üç kişi
vardır ki, Allâh onların duâlarını reddetmez:
1- İftar
edinceye kadar oruçlunun duâsı,
2- Mazlûmun
duâsı,
3- Adâletli
devlet reîsinin duâsı.” (Tirmîzî, Deavât, 48; İbn Mâce, Duâ, 2)
Cenâb-ı
Hakk’ın, kullarının istihkar edilmesine râzı olmadığını, şu hadîs-i şerîf ne
güzel ifâde eder:
Rasulullâh
-sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“–Bir adam:
«Vallâhi, Allâh falancayı mağfiret etmeyecek!» diye kestirip attı.
Allâh Teâlâ
Hazretleri de:
«Falancayı
mağfiret etmeyeceğim husûsunda, yemin eden de kim? Ben onu mağfiret ettim,
senin amelini de iptal ettim!..» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)
Mesnevî: “Bir Hak dostunun, yani bir
peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allâh, hiç bir kavmi rezil ve
rüsvây etmemiştir.” (c.2, 3112)
Bu beyit,
kavimlerin zillete sürüklenmelerinin belli başlı sebeplerinden birinin,
peygamber veya bir Allâh dostunu incitmek olduğunu ifâde etmektedir. Allâh
katında makbûl olan bir kula ihtiram eden, onun değerini bilip takdir eden
şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla
mükâfâtlandırılırlar, demektir.
Kudsî bir
hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Her kim
Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum,
kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık
sağlayamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de
durmadan yaklaşır; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben (âdeta) onun
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse,
mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Buna
tarihten bir misal vermek gerekirse, Firavun’un sihirbazları Hazret-i Mûsâ’nın
ulviyet ve rûhâniyetteki kudretini fark ederek:
“–Ey Mûsâ,
önce sen mi âsânı atarsın, yoksa biz mi atalım?” diye sordular.
Böylece bir
Hak dostuna rüçhâniyet tanıyarak yapılan bu iltifatın bereketiyle hidâyete
erdiler. Buna rağmen, bir peygamberle müsâbakaya cür’et etmenin bedeli olarak
da cezaya çarptırıldılar, âdeta mânevî kısasa uğradılar. Mâlum olduğu üzere
onlar, Firavun’un emriyle, önce işkenceye mâruz kalmış ve sonra da kolları,
bacakları çaprazlama olarak kesilerek şehid edilmişlerdi.
Aynı gün
içerisinde, bir peygamberle müsâbakaya çıkmak gibi küfrün zirvesinden,
Firavun’a meydan okumaya kadar iki zıt kutba erişen sihirbazlar, nihâyet öyle
bir îmân vecdine sahip oldular ki, Firavun’un zulüm ve tehdidlerine karşı,
bâkîyi (ebedî nîmeti), fânîye (geçici olan dünyaya) tercîh ettiler de:
“(Sihirbazlar) dediler ki: «–Bize
gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla
sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!»” (Tâhâ,
72)
Diğer bir
âyet-i kerîmede de:
“–Zararı
yok! dediler: (Nasıl olsa)
hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!” (eş-Şuarâ, 50)
Firavun,
ellerini ve ayaklarını kesmek sûretiyle sihirbazları ağır bir işkenceye
uğratırken onlar, îmânlarının zaafa uğramasından endişe ederek, Cenâb-ı Hak’dan
canhıraş bir şekilde sabır ve îmânda sebât niyâz ettiler:
“…Rabbimiz!
Bize bol bol sabır ver (üzerimize sabır yağdır) ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf,
126)
Mevlânâ
-kuddîse sirruh- bu hâdisenin derûnî veçhesini de şu şekilde tahlil eder:
“Mel’ûn ve
zâlim Firavun, sihirbazları, îmânlarından dolayı ölümle tehdîd ederek:
«–Elinizi ve
ayağınızı çaprazlama olarak kestireceğim.. Sonra da sizi afvetmeyip
astıracağım!» demişti.”
“Firavun, o
anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun
eğeceklerini sanmıştı.”
“Ama Firavun
bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrar ve
hakîkate vâkıf olmuşlardı.”
“Onlar,
felek havanında yüz kerre dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini
kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
Yâni, ruhun
asıl, cesedin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi feda
edip “fenafillâh” makamına ulaşmışlardı.<
“Ey insan,
bu dünyâ bir uyku ve rüyâdan ibarettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın
aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücûdun lime lime doğransa bile korkma!
Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Bu dünyâ,
bir rüyâdan ibarettir.» buyurmuştur.”
Mesnevî: “Bazıları peygamberlerle cenk etmeye
kalkıştılar. Onların bedenlerini gördüler; onları basit insan sandılar.” (c.2, 3113)
Peygamberleri
sadece hemcinsleri olan insanlardan bir fert olarak telakkî edip onlardaki
ilâhî tecellî, hikmet ve nasibi görmeyenler, nefislerini edebsizlik ve
saygısızlığa sürüklenmekten kurtaramazlar. Bu, tarihte de daima böyle olmuştur.
Peygamberleri, ilâhî memuriyetleri ve bunun netîcesi olan mânevî dünyâları
îtibariyle kavrayamayanlar, itaat ve teslîmiyet noktasına ulaşamayıp
küstahlıkları sebebiyle zelîl olmuşlardır. Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Hazret-i
Peygamberi kendileri gibi etten bir kalıp zannettiler de bu idrâk noksanlığının
kurbanı olarak helâk edildiler.
Peygamber
Efendimizi yakından tanıyan sahâbîler ise, O’nu hayranlıkla seyrettiler. Bu
hâlin zirvelerinden biri olan Hazret-i Ebû Bekir ise O’nun (s.a.v.) yanındayken
bile O’na hasret içinde kalır ve O iki cihan güneşini hayranlıkla seyrederdi.
Rasûlullâh’ın
baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın
hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü dünyâyı terkedince sanki dilini yuttu,
ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.
Halîfe
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Bilâl’e ezan okuması için defâlarca
yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl, şu cevâbı verdi:
“–Yâ Ebâ
Bekir! Benim arzumu sorarsan, Rasûlullâh’tan sonra ezan okumaya tâkatim
kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak!..”
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh- ise, Rasûlullâh hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin
ezânını ısrarla istiyor:
“–Ümmet,
Rasûlullâh’tan sonra, bir de O’nun müezzininden de mi mahrûm olsun?” diyordu.
Israrlara
dayanamayan Bilâl, nihâyet sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye
çıktıysa da boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû
Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.
Bilâl -radıyallâhu
anh-, Allâh Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de daha fazla duramadı, o
sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel
Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde
muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî gereği, her defâsında gâzî
oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti.
Bir gece,
rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Rasûl-i
Ekrem şöyle buyuruyordu:
“–Yâ Bilâl!
Bu cefâ nedir? Beni ziyâret edecek vakit hâlâ gelmedi mi?”
Hazret-i
Bilâl telaşla uyandı. Derhal devesine atlayıp engin çöllere daldı. Yalnız
başına günlerce yol aldıktan sonra, nihâyet nûrlu Medîne’ye geldi. Hiç kimseye
görünmeden derhal Rasûlullâh’ın kabrine koştu. Mezârın üzerine kapandı. Yüzünü
gözünü mezarın toprağına sürerek, gözyaşları içinde:
“–Geldim Yâ
Rasûlallâh, geldim işte!” dedi.
Tam bu
esnâda, Rasûl-i Ekrem’in torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin
çıkageldi. Onları gören Bilâl, mezarın üzerinden kalkarak:
“–Aah!
Rasûlün nûr-i dîdeleri (göz nûrları)!” dedi ve hasretle onları kucakladı.
Hazret-i
Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Bilâl!
Senden bir şey ricâ etmek istiyorum, yapar mısın?” dedi. Hazret-i Bilâl
-radıyallâhu anh-:
“–Söyle
cânımın cânı, söyle!” deyince:
Hasan
-radıyallâhu anh-:
“–Rasûlullâh’a
Mescid-i Şerîf’te okuduğun ezana hasretiz. Onu işitmek istiyoruz. Okur musun?”
dedi.
Bilâl
-radıyallâhu anh- da:
“–Sizin için
okurum.” dedi.
Öğle vakti
Hazret-i Bilâl, Mescid-i Nebevî’de eskiden ezan okuduğu yere çıktı.
Dertli ve
yanık bağrından öyle bir “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!” dedi ki, koca Medîne
Allâh Rasûlü’nün tedâisinden zangır zangır titredi. Dağlar taşlar bu yanık sadâ
ile inledi.
“Eşhedü en
lâ ilâhe illâllâh”a gelince Medîne çalkalandı.
“Eşhedü enne
Muhammeden Rasûlullâh!” da ise artık bütün halk sokaklara dökülmüştü.
“–Ne oldu,
Rasûlullâh dünyayı yeniden mi teşrîf etti.” diye birbirine soranlar,
ağlayanlar, hıçkıranlar…
Hazret-i
Bilâl ise, boğazına saplanan hıçkırıkları zaptetmeye ve ezân-ı Muhammedî’yi
tamamlamaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün… Neredeyse hıçkırıktan boğulacak.
Kendisini tutamadı, bitkin ve gözü yaşlı bir hâlde, olduğu yere bir külçe gibi
yığıldı kaldı.
Yine cennet
hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin
fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:
“–Fahr-i
kâinâtın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle bir musîbet geldi ki,
karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi.” buyurdular.
Rabbimiz,
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen
evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi nurlandırsın! Peygamber Efendimizi
yakînen tanımayı, ahlâk ve şahsiyetinden lâyıkıyla istifâdeyi nasîb eylesin.
Onun ulvî muhabbetini kalbimize hiç tükenmeyen, durmadan ziyâdeleşen bir azık
eylesin!.. Âmin…
Mesnevî: “Sen hiddete kapılıp, gönüller
kırmış, onlara ateş düşürmüş isen, o ateş senin için cehennem ateşinin mayası
olur.”
“Senin öfke
ateşin bu dünyada bile seni yakar, yani zillete düşürür. Ondan doğan cehennem
ateşi ise bu zilletin netîcesi olarak seni âhirette de ebedî olarak yakar.”
“Senin
hiddet ateşin, burada, insanlara kasteder. Bu kasdının eseri olarak doğan
cehennem ateşi ise sana âhirette ve ebedî olarak saldıracaktır.” (c.3, 3472-3474)
Kâmil insan,
o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabiata sahip olmuştur ki, -Allâh için müstesnâ-
hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz. O:
“O takvâ
sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini
yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bütün hâl ve ibâdetlerinde bu şekilde) ihsân
sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) sırrına ermiştir.
Rivâyete
göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın
hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi,
kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer
Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.
Bunun
üzerine köle:
“–Efendim!
Kur’ân’da: « وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ » -öfkelerini yenenler- takdîr
buyuruluyor!” dedi.
O zaman
Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi
yendim!” dedi.
Bu sefer
köle:
“–Kur’ân’da
aynı yerde: « وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ » -insanların kusurlarını
bağışlayanlar- da takdîr buyuruluyor!” dedi.
Câfer
Hazretleri:
“–Haydi
bağışladım seni!..” dedi.
Bu defâ da
köle:
“–Âyetin
sonunda: « وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ » -Allâh ihsânda bulunan, iyilik
eden kimseleri sever!- buyruluyor!” dedi.
Bunun
üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi git,
hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.
Hayat
kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi,
bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak,
muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir.
Ebû Derdâ
-radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana
cennete götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öfkelenme!”
(Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Yine aynı
şekilde bir kişi, Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ
Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, saâdetime mûcib olacak kısa bir
şey buyur!” deyince, ona da:
“–Öfkelenme!”
(Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Diğer
hadîs-i şerîflerde de:
“Allâh
Teâlâ, öfkesini tutanın ayıbını örter!” (İhyâ, III, 372)
“Allâh
indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı
bir yudum olmaz!” (İhyâ, III, 392)
“Güçlü ve
kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi,
öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
buyrulmaktadır.
Mesnevî: “Yeryüzünde bir zayıf, bir zavallı
emân diyecek, Hakk’tan yardım isteyecek olursa, gökyüzü ordusuna (meleklere)
bir gürültü düşer.” (c.1, 1315)
“Ey insan,
başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan
aksetmesidir, görünmesidir.” (c.1, 1318)
Hadîs-i
şerîfte, mazlûmun âhından korkulması tavsiye edilmiş, mazlumun bedduâsının
bâr-gâhı ulûhiyete vâsıl olmasına hiçbir şeyin engel teşkil edemeyeceği
bildirilmiştir. Bu sebeple zulümden içtinâp etmek lâzım gelir. Buna rağmen
mazlum da, mâruz kaldığı zulüm ve kötülüklerin kendi kötü huyunun bir
başkasında akis ve tecellisi ile karşılaştığını düşünmelidir. Nitekim Mevlânâ,
insanın iç ve dış dünyasındaki huzur ve huzursuzluğu diğer beyitlerinde şöyle
ifâde etmektedir:
“Eğer sana
bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şâyet yumuşak ve latîf
kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!”
“Sen, kendi
huyunun, tabiatının derinliklerine inseydin, kötülüğün, ahlâksızlığın senden,
kendinden olduğunu anlardın.
Eğer sen,
Allâh nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının
kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?”
Gerçi bir
insanın mâruz kalacağı ibtilâlar ve sû-i muâmeleler, her zaman onun vâkî bir
hatasının netîcesi değildir. Öyle olsaydı, ma’sumiyet sıfatı olan enbiyâ,
hiçbir kötü muâmeleye mâruz kalmazdı. Bu ibtilâlar, kimi zaman imtihân âlemi
olan dünya hayatının iktizâsı, kimi zaman da kişinin mânevî tekâmülüne yardımcı
olmak gayesine mâtuftur.
Lâkin
karşılaşılan kötülüklerin bir kısmı da, yukarıda zikredildiği gibi muhâtabın
istihkâkı ile gerçekleştiğinden böyle hâdiselerde nefsi yoklayıp kendini hesaba
çekmek lâzımdır. Bu sebeple konuşmadan evvel ağzımızdan çıkacak lafızlara
dikkat etmelidir. Zîrâ maksad, kalplere hançeremizden dökülen dikenler saplamak
değil; kalpleri kalbimizin içinde saklamak olmalıdır. Davranışlarımız da
sözlerimizi te’kîd etmeli ve her hâlimizden çevremize güzellikler yansımalıdır.
Mesnevî: “İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı
incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki, bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu
ile birleşmiştir.” (c.1, 2520)
Allâh’ın bir
mahlûkunu rencide eden bir muâmelenin, o mahlûktan önce Cenâb-ı Hakk’ın
gadabını tevlîd edeceğini düşünmek gerekir. Çünkü Allâh, mahlûkâtına muhabbette
harîstir. Bundan dolayıdır ki, günahkâr, yani Rabbine âsî olan bir kulun bile
günah ve kusurunun zikredilip şüyû bulmasını menetmiş ve bunu “gıybet”
nâmıyla, ağır günahlardan biri olarak ilân buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak,
“…Ona rûhumdan (kudretimden) üfledim…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72)
buyurarak kendisine yaklaşmak için insana istidât vermiş ve onu en güzel
şekilde “ahsen-i takvîm” sırrıyla yaratmıştır. Bu yüzden Rabbimiz,
kulunun istihkar edilmesinden, küçük görülüp incitilmesinden bile râzı olmaz.
Rivâyet edilir ki, Muhyiddin-i Arabî hazretleri bir sahilden geçerken, testiyi
başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir
kadına taşkınlık ediyordu. Muhyiddin-i Arabî içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan,
mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzî olmalı; ama ben herhalde
şu günahkâr gençten daha üstünüm. Şarap da içmiyorum, laubâli hareketler ve
ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada
denizden bir feryad duyuldu:
“–Batıyoruz,
İmdâd!..”
Bu sesi
duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize fırladı ve birkaç
dakika içinde boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sahile taşıdı. Sonra
da olan biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî hazretleri, biraz önce
aklından geçen tereddütlerine cevap buldu ve:
“–Bak, o
küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya
sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..”
Bu kıssada
da anlatıldığı üzere, zâhirî davranışlarını gördüğümüz birtakım kişilerde,
göremediğimiz bazı kabiliyet ve cevherler olabilir. Peygamberlerin dışında, hiç
bir kimsenin son nefes garantisi yoktur. Bu bakımdan tasavvuf ehli, Allâh’ın
kullarını istihkarı, kalbin cinâyeti olarak kabul etmişlerdir.
Mesnevî: “Her zahmete kızmada, öfkelenmede,
her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?” (c.1, 2980)
İnsanı
olgunlaştıran, meşakkatler ve mahrûmiyetlerdir. Her külfetten kaçınmak
tembellik, bencillik ve irâdesizliktir. Doğru olan, katlanılan külfetle elde
edilecek netîce arasında bir muvâzenenin mevcut olup olmadığına dikkat
etmektir.
Bu ölçüyle
layık olmadığı bir muâmeleye mâruz kalan insan, hemen öfkelenmek ve mukabelede
bulunmak yoluna gitmeden, kendisine yönelen tarize müstahak olup olmadığını
idrak edebilmek için nefsini hesaba çekmelidir. Eğer mâruz kaldığı kötü
muâmele, ona müstahak olmadığı hâlde vâkî oluyorsa, bu yolda sabretmek
olgunlukta bir basamaksa, şükredip bu haksız muâmelenin fâiline acımak son
merhaledir. Bu ise kolay olmadığından, böylesi pehlivanlar nâdirdir.
Zayıfa,
fakire, sefile, yalnıza acımak ve onlara yaklaşmak, merhamet muktezâsıdır.
Lâkin;
-Zulüm
pençesi altında mazlumları inim inim inleten “zâlimin vicdânına”,
-Geniş
imkânlarını, “fânî ve taşkın zevk saltanatına esir eden
sefil
rûhlara”,
-Hakkın ve
hukûkun yok olduğu bir düzende, “merhamet fukarası
hodgâmların
rezil ruhuna” daha çok
acımalıdır. Zîrâ onlar, âkıbette, yani ebedî âhiret âleminde en büyük
kaybedenler olacaktır.
Yasin-i
Şerif’in ikinci sayfasının sonunda (13-27. âyet-i kerîmelerde) belirtilen
Habîb-i Neccâr hâdisesi, bu hâlin kahramanlığını ifâde eden ne güzel bir
misaldir. Habib-i Neccar, halkına hakkı tavsiye etmesinden dolayı taşlanarak
şehid edildi. Kur’ânî ifâdeyle hayata vedâ ederken ilâhî perdeler açıldı:
“–Âh, keşke
kavmim, Rabbimin beni bağışlayıp ikramlara garkettiğini bilseydi!” dedi. (Yâsîn, 26-27)
Hak
dostluğunun bir nişânesi olarak, kendini şehid eden kavminin gafletine ve
zavallığına acıdı.
Mesnevî: “Önemli olan gül tabiatlı
olabilmektir. Yâni bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip
dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle
kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.” (c.3, 3259)
İnsanın gül
olması, “mahz-ı hayır” ile hâllenmesi demektir. Böyle olanlar yılana
bile baksa onu uysallaştırabilirler.7 Çünkü Hak dostları, Allâh’ın
hiçbir mahlûkuna kin ve nefretle nazar etmezler. Kötülüklere karşı tabiî olarak
vâkî olan buğzları bile muhâtabı aşan bir sırrîliğe mazhardır. Böylesine, “buğz-ı
fillah” yani “Allâh için kızmak” denilir.
Fakat bu
âlemde olup biten hâdiseler karşısında, bu kadar hayırhâh bir nazara ve
hissiyâta mâlik olmak kolay değildir. Bunun için, “nefs-i emmâre”den
başlayan yolculukta, zirve olan “nefs-i kâmile”ye doğru bir hayli yol
katetmek lâzımdır.
Mevlânâ
hazretleri, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder:
“Gül, o
güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkatı gülden de işit.
Bak, o ne diyor:
Dikenle
beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben
ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim.
Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…”
Bir mü’min,
muhatabına tesir edebilmek için hâliyle, lisânıyla bir olgunluk kazanmalıdır
ki, karşısındakinin yaptığı hatadan kendisini mes’ûl addetsin. Bir doktorun
vazifesi, hastaya kızmak değil, hastalığın tedâvî çarelerini bularak onun
şifaya kavuşmasına yardım etmek olduğu gibi; ehl-i tasavvuf, günahkâra kızmak
yerine onu kanadı kırık bir kuş gibi telakkî eder, onları gönül saraylarına
alırlar ve günaha olan nefretlerini günahkâra taşırmazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder