BANA
ALLAH’IM YETER
Neslihan Nur Türk
Ey kardeşim,
sana muhtaç bir garîbim iyi bil!
Ve fakat şunu da bil ki bana Allah’ım yeter!
Ve fakat şunu da bil ki bana Allah’ım yeter!
Ey Kardeşim!
Şükür ki
biz, muhabbetle “İşte evim, işte malım!” diyen Ensâr’a, teşekkürle “Malın
mülkün sana mübârek olsun, bana çarşının yolunu göster!” diye cevap veren
yıldızların aydınlığında yürümedeyiz. Müstağnî olmak îmandandır. Diğer yandan,
ikrâmına, ihsânına pek muhtâcım ve yardımlaşmak da îmandandır.
Lâkin
yardımını ancak, samîmiyyet ve iyi niyet taşıdığın, Allah ve Rasûlü’nün
ölçülerine sâdık kalarak yaşamaya çalıştığın sürece kabûl edebilirim. Sakın
beni, sana her hâl ü kârda el açacak bir zavallı sanma! Böyle bir zanna
düştüğün anda, bana Allah’ım yeter!
Kardeş
olacaksan, Allah rızâsı için ol. Zanlarından, art niyetlerinden, nefsinin
bulanıklığından kurtul da ol. Çünkü ben sana, içindeki dışında saf bir çocuk
gibi kardeş olurum. Elimdekini çekinmeden verişim, ihtiyâcım olduğunda
çekinmeden isteyişim bundandır. Senden yardım istersem, bu sadece garipliğimden
değil, aynı zamanda sana, yardım etme fırsatı vermek istediğimdendir.
Hayrın
sadece vermek olduğunu zannedenler, zamanla istemeye çekinen ve istemeyi zillet
olarak gören bir bakışa bürünmüşler. Halbuki hayır, bazen de birinin diğerinden
yardım istemesidir. Kabûl eden olmasa, veren nasıl verecektir? Ara sıra iste.
Dikkat et de hep birine yardım ede ede, hep bir muhtâca vere vere, nefsin
kendinde üstünlük vehmetmeye kalkmasın.
Evet, veren
el, alan elden üstündür.1 Bu sebeple tüm mü’minler, almaktan evvel vermeyi dilemelidir;
fakat şunu da atlamamak lâzım ki aslolan, verenin hangi niyet ve tavırla
verdiği, alanın da hangi niyet ve sebeple aldığıdır. O hâlde, vereni şartsız
üstün, isteyeni de şartsız yüzsüz îlân etmek, son derece tehlikeli ve kısır bir
yaklaşımdır. Zaten asıl üstünlük ne vermekle ne de almakla değil, takvâyladır.2
Allah,
Sevgili Habîbi Hazreti Muhammed Mustafa için dilese, dağları altın ederdi.
Şüphesiz Allah buna kâdirdi; fakat o Rasûl i Kibriyâ, bunu hiçbir zaman
istemedi. Açtığı hayır kapılarıyla, en zenginin de en fakîrin de sevâba
girebilmesi için fırsat verdi. Bütün ihtiyâcını Allah giderebilecekken,
insanlardan istedi. Bunu, nefsi için değil, mü’minler arasındaki kardeşliğin
kuvvetlenmesi için yaptı. İslâm adına zekâtı ve sadakayı, şahsı adına da ikrâmı
ve hediyeyi kabûl etti. Kendisine gökten sofralar indirilebilecekken,
arkadaşlarının fakir evlerinde yüzlerce ashâbıyle birlikte misâfir olmayı,
Allah’ın lûtfu ile bereketlenen o lokmalarla doyurup doymayı tercih etti. Yani?
Yani kardeşliğin pekişmesi için adımlar atmayı, her hususta müstağnî
olabilecekken, çoğu zaman yardımlaşmayı ve yakınlaşmayı seçti.
Sünnetteki
durum bu iken, bugün Müslümanların neden birbirine ihtiyâcını arz edemez hâle
geldiğini, ihtiyâcını arz etmenin neden zayıflık gibi algılanır olduğunu
düşünmek lâzım. Sonra, adımız ihvan, adımız kardeşken, aslımızın nasıl da
yabancı olduğunu, bu sebeple zorda kalanların nasıl fâizli bankalara, mafyalara
ya da yanlış düşünce ve davranışlara sürüklendiğini görmek lâzım.
Eğer bunu
görebilecek gözlerimiz varsa, hemen şu soruları sormamız gerektiğini
düşünüyorum:
Din
kardeşime ne kadar borç verebiliyorum, ne kadar hîbe? Yani? Yani verdiğimi ne
kadar karşılıklı verebiliyorum, ne kadar karşılıksız? Borcun karşılığı bire
bir, hîbenin karşılığı ise ihlâsa göre kimi zaman bire bin iken, ben hangisini
seçiyorum? Bu hususta Rabbime olan îtimâdım ne durumda? Bir insana, kendisine
borç verebilecek kadar güveniyorum da neden Allah’a, vaâdini yerine getireceği
husûsunda güvenmekte zorluk çekiyorum?
Neden beş
yaşındaki bir çocuğun sâfiyetiyle ihtiyâcımı isteyemiyor ve aynı sâfiyetle
ihtiyâcı olana veremiyorum? Almak zorunda kalınca, neden nefsimin tellâlları
bağrışmaya başlıyor? Neden mahcup, neden ezik, neden kötü hissediyorum? Vermek
durumunda kalınca, neden aynı tellâllar yine iş başında? Neden üstün, neden
güçlü, neden çok iyi hissediyorum? Üstünlük ancak takvâ ile değil mi? Alan da
veren de Hak değil mi? O halde alırken ve verirken kılıktan kılığa giren bu
nefse lâzım olan, okkalı bir dayak değil mi?
Neden bir
din kardeşim yardım isteyince, nefsim bulanık bir suya dönüşüyor? Neden biri
benden yardım istediğinde, nicedir aradığı delîli bulmuş olmanın aceleciliğiyle
hiç düşünmeden hüküm veren acemî bir yargıç gibi, sanki din kardeşine ihtiyaç
bildirmek suçmuşçasına, “Peygamber böyle mi yapıyordu?”, deyip ukâlâca ahkâm
kesiyorum? Neden asıl meseleye değil de tâlî mevzûlara dalıp kayboluyorum?
Kardeş olmanın sevincini yaşamak ve yaşatmak varken, neden hep nefsimin abuk
sabuk vesveselerine takılıp yolda kalıyorum?
Bana öyle
geliyor ki “Üstünlük” kelimesine yüklenen mânâ “Takvâ” olmayınca, istemek de,
var demek de, yok demek de zor. Peki, böylece yardımlaşamaz hâle gelen
toplumda, din kardeşinden yardım isteyemeyenler ne yapıyor? Kardeşten
isteyemediği için, kalleşin kapısına düşüyor. Kalleş kim? Verdiğini fâiziyle
veren, alamadığında fâiziyle geri isteyerek zûlmeden. Kardeş kim? Verdiğini
fâizsiz veren, alamadığında mühlet tanıyıp ferahlık veren. Bir de Can Kardeş var!
O kim? O, verdiğini hîbe eden, karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyerek, alana
zerrece mihnet yüklemediği gibi bir de o muhtâca, “Kabûl ettiğiniz için
teşekkür ederim”, diyebilen.
Kardeşimsen,
iyi bil ki ben bir garîbim ve her dem, yapacağın iyiliklerle sevinip ferahlamak
dilerim. Zorda kalırsam, hiç çekinmeden, saf ve temiz bir gönülle ve rahatça
senden isterim. Zorda kalırsan, sen de benden aynı rahatlıkla isteyebil
isterim. Yoksa yok de, varsa var. Kardeşsek, birbirine olmadığı gibi görünmeye
çalışmanın ne anlamı var?
Hem bilir
misin? İnsan, bir şeyleri ne kadar tek başına başarıyorsa, o kadar çok nazara
ve kıskançlığa mâruz kalıyor. O zaman gel, zorluklarımızın üstesinden
yardımlaşarak gelelim. Böylece hiçbir şeyin durduk yerde olmadığını, basit bir
dünya malını elde ederken bile ne zorluklardan geçtiğimi gör.
Unutma ki
biz birbirimize yardım etmezsek ve dost olmazsak, yeryüzünde büyük bir fitne ve
fesat olur.3 Allah, İslâm’a ve Müslümanlara yardım edene yardım eder ve onun
ayaklarını sağlamlaştırır.4
…Ben beni
bileyim. Sen de seni bil! Senden istiyor gibi görünürken, ancak Allah’tan
istediğimi de bil! İyi bil ki senin bana verebileceğin ancak, Rabbimin seni
sebep kılarak bana ikrâm etmeyi dilediği kadardır. Eğer sen, gerçek îman
ehliysen, işte bunun, yani Allah’ın hayırlara sebep kıldığı kimselerden olmanın
derdine düş. Ey kardeşim! Sana muhtaç bir garîbim iyi bil! Ve fakat şunu da bil
ki bana Allah’ım yeter!
Dipnotlar:
1) Buhârî, Zekât 18. 2) Hucûrat, 13. 3) Enfâl sûresi, 73. 4) Muhammed Sûresi, 7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder