Ankâzâde
Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu
mürşîdâne mektupların yirmibirincisidir.
Kullarının kalbi kudret
elinde olan, kalbleri ruhları ve akılları
tasarrufuyla halden hale çeviren, cümle halleri dilerse iyi hale tahvil eden,
kendisini inkâr edene dahî rahmaniyetiyle ikram ve ihsanda bulunmakta olup
kelime-i tevhidine sığınanları emin kılan, sonsuz rahmetin sahibi ve kulunun
dâimâ Muini, Celîl ve Cemil, el- Vâhid, el-Ehâd, el-Ferd, es-Samed, Allah
Teâlâ’ya hamd ü senâ olsun.
Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin
mahtelef-el-melavân ve te’âkab-el-asarân ve kerrara’l cedîdân
v’estakbel-el-ferkadân ve belliğ rûhahû ve
ervâha ehl-i beytihî minnet-tahıyyete
v’es-selâm ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.
Esselâmu aleyküm ve ralımetullahî ve berakâtuhû muhterem
İhsan Efendi,
Gözümün nuru İhsan Efendi oğlum, tasavvuf kal ilmi ve yolu
değildir. Tasavvuf hal yoludur. Tabiî ki her sahanın ister kavli olsun ister
halî olsun, kendine mahsus bir ilmi, zahirî şekli, belli umdeleri vardır.
Tarikatın da aynı şekilde zahirinde olması ve bilinmesi îcab eden birçok âdâbı erkânı vardır. Ancak bunlar “hal
olarak” neticelenmezse ve takallüb(değişerek) ederek hal olmazsa kişi bu erkânı
bilmekle sofi olamaz. Aslında her işin hali ve zevki zâhirin ötesinde,
ilerisindedir. Meselâ bir bahçevan düşün. Bu işi görerek ve ustasından tâlim
ederek öğrenmiştir. İlk önce basit işlerde
ustasını taklid ederek ona çırak olur. İyi
yapınca takdir, kötü yapınca tekdir görür. Bu safhada tüm derdi ustasını memnun etmek ve çırak yevmiyesini almaktır. Eğer
kabiliyeti varsa işi öğrenmekle kalmaz ayrıca
kolayca yaptığı işlerin neticesinden de zevkyâb olur. Nihayet usta olur. Şimdi
sen bunları bilmeden bahçevana baktığında ne
onun evvelce çektiği zahmeti bilirsin ne de onun uğraşırken çektiği meşakkatin
içindeki zevki görürsün. Ustasının onu nasıl yetiştirdiğim, nebatata nasıl bir
nazarla baktığını idrak edebilirsin. Pekâlâ bu böyle iken tasavvufu zahirî
ahkâmdan, tarikatı şekilden ibaret zannetmek hiç akıl ve insaf kârı mıdır?
Bunun üzerine belki şöyle sorulabilir: “Efendim, mademki her iş içinde hal
saklıdır, niçün hal yoludur, tâbirini tasavvufa hasrediyorsunuz?” Cevaben deriz
ki: “Tasavvuf; ilmiyle, zâhiriyle, şekliyle, her şeyiyle “hal” neticesine ve
müşahedeye götürür de ondan öyle deriz.” İrşad; bilmek, bildirmek değil bulmak,
buldurmak demektir. Mürşidlik, hocalık mesleği değildir. Veyahut mürşid
vasfında olan aynı zamanda kemâl ilminin hocasıdır amma her hoca mürşid
değildir. Çünkü mürşid hale uyandırır. Kişiyi oldurur. Bildiklerini buldurur.
Hal üzre hallendirir.
Tarikat müşahede ve görmektir. Bilen ile bilmeyen müsavi
olmadığı gibi görenle görmeyen de müsavi olamaz. Hoca olmak için görmek şart
değildir. Lâkin mürşid olabilmek için müşahede, en azından irşad sahasında
lâzım olan nisbetle görmek esastır. Derviş görülmeyeni görmez. Zaten hep
gösterilen ve irşada vesile olsun diye hep var olanı görür. Bu görüş duyuşla, dinlemeyle başlar. Dervişe lâzım
olan ille önce nutuk haklamak, yani söz tutmaktır. Kişi her zaman gözünün
önünde olan bir şeyi bile idrak edemez veya farketmeyebilir. Ancak dinlerse
görür ve gördüğünü öğrenir. Meselâ çocuk görür. Gördüklerini dinleyerek
farkeder, isimlerini öğrenir. Henüz görmediklerini de gene dinleyerek,
hayalinde canlandırarak öğrenir. Bunun gibi insan intisabla(biat etmekle) âhiret âlemine, bu âlemde iken doğar, derviş olur, görme hali
başlar. Amma unutma, bu doğum, intisabındaki duyuşla, dinleyişle olmuştur.
Sonra gördüklerinin isimlerini, hallerini ve tefsirlerini öğrenir. Gördüğünü
idrak dahî söz dinlemeyle mümkün olur. Daha sonra bu idrak ve müşahede hale
dönüşür. Bu buluş onu oluşa yükseltmek içindir. Kâmil menziline vâsıl olunca
görmekle kalmaz, Allah Teâlâ’nın inayeti ve izniyle gösterir ve buldurur.
Tâlib-i Hakk ve hakîkî olanları menzile eriştirecek hal üzre âmil ve mezun
olur. Cenâb-ı İbrahim’in Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir kıssasını hatırlatmakta ve
âyetlerin hikmetini bu meyânda zikretmekte fayda mülahaza ediyorum.
Meâlen şöyle geçer: Hz. İbrahim(as) “Yâ Rabbî, sen ölüleri
nasıl diriltirsin?” diye Cenâb-ı Hakk’tan suâl eder. Cenâb-ı zü’l- Celâl
ve’l-Kemâl “İnanmıyor musun ya İbrahim?” buyurunca Hz. İbrahim “İnandım ve îmân
ettim Yâ Rabbî, lâkin kalbim mutmain olsun, lütfeyle, göster.” diyerek niyâzda
bulunur. Bunun üzerine Cenâb-ı mutlak-ı âlem Allah Teâlâ “Ya İbrahim, dört
farklı cins kuşu al, onları kesip cüzleri yani
parçalanmış olan vücûdları birbirine karıştır,
sonra birbirine geçmiş bulamacı dörde taksim edip her birini bir dağın başına
koy, sonra bu kuşları tek tek çağır.” buyurur.
Söylenenleri eksiksiz yerine getiren Hz. İbrahim(as) daha sonra bu kuşların
aynı ilk halleri gibi diriltilip eksiksiz, kendilerine uçarak geldiğini görür.
Şimdi bu âyetler üzerinde iyice tefekkür et, Tûtîzâde İhsan Efendi oğlum.
İlk önce yakîn mertebelerine işaret ediyor ki;
ilme’l-yakîn; bilmek; ayne’l-yakîn; görmek; hakke’l- yakîn; bulmak ve olmaktır.
Cenâb-ı İbrahim (as) gibi bir zâtın îmânında eksiklik olması mümkün olabilir
mi? Hâşâ, tabiî ki olamaz. O halde burada neye işaret vardır? Âlimler, bu
âyetin tefsirinde “Mürşid-i âgâh olanların haline veya mürşidde olması gereken
hale işaret vardır.” buyurmuşlar ve şöyle îzah etmişlerdir: Kişi ilmiyle
bildirebilir amma irşad edemez, hale kavuşturamaz. Bu zâtların ilminden
istifade edip bazıları yol katetseler de, mürşid olmayanlar gene de bu kişilere
âgâh olup onların hallerini bilmeye ve bildirmeye muktedir olamazlar. Hal üzre irşad
için, kişiye müşahede ve bu müşahedenin kalbi mutmain kılacak derecede idraki
lâzımdır. Bu sırrı fehmedemeyenler velîlerin ve hal sahiplerinin sözlerine ve
fiiline bakarak “Bunu biz de yaparız.” deyu iddiaya kalkışırlar. Zâhirdeki
benzerlik veya ayrılık onları kıyasa sevkeder, bu nev’î irşadı inkâr ederler.
Sırr-ı Muhammedi’nin sırıyla irşadın te’sirini
bilemezler. Fakat bir yandan da mürîdanın
edebine de hayran kalırlar. Ma’rifet neticeleri zuhûr edince, yakıştıramaz ve
taaccüb ederler. Aynı, henüz toprak nedir bilmeyip bahçevanın halinden dem vuranlar gibi. Kibir ve cehaletlerinden
dolayı mahrum kalırlar. Halbuki birazcık meyletseler, azıcık hürmet ve insaf
etseler bu kapılar herkese açıktır, vesselâm.
Âyetlerdeki bir lâtife de şudur demişler: “Kişi Hz. İbrahim
gibi halîliyyet haline bürünmeden, Nemrud ateşi gibi olan nefsin yakıcı ateşini
söndürüp kendine gülşen etmeden, Cenâb-ı Hakk’tan ma’rifet ve kerâmet taleb
edemez. Evvel Hâlık’ına teslimiyetini gösterecek, sonra ma’rifet nuruyla
müşahede makamına yükselecek. Ancak bundan sonra
teslimiyeti kullara tâlime muvaffak ve irşada mezun olacak.
Muhterem İhsan Efendi oğlum, irşad mevzu’u açılmışken zamanın
sahte mürşidlerinden söz etmeden geçemeyeceğim. Bir kardeşimiz fakire geldi,
uzun uzun bazı şâhid olduğu hâdiseleri nakletti. Kendini mürşid olarak ilan
eden herifin biri kasaba kasaba, memleket memleket dolaşıyormuş. Dolaşsa iyi,
bir de milletin ayağına, yoluna dolaşıyormuş. Şimdi diyeceksin ki, Halil Efendi
de dedikoduya başladı. İşin lâtifesi. Tabiî ki böyle bir şeyi düşünmezsin. Bu
nev’î zâtların ismini vermeden konuşmak bile câiz değildir. Aslına bakarsan
ismini de söyleyeceksin ki bu habisleri cümle âlem tanısın ve bilsin. Neyse, bu
adam tekkelere, zâviyelere, mescidlere uğrar, “Zamanın mehdisi benim, bana
kutbiyet verildi, her nerde bir şeyh var gelip bana intisab etsin, necât
bulsun, âhir zaman velîsi ve mehdisi benim.” diye biat toplarmış. Evet evlâdım,
yanlış yazmadım. Biatlarınızı toplayacağım,
diye sözler sarfedermiş. Diyorum ya, insan yaşadıkça daha neler görecek.
Cenâb-ı Hakk hayatın da mematın da hayırlısını versin. Bana bunu anlatan
kardeşime sordum. Hangi tariktenmiş? O da,
“Vallahi şeyh baba, hepsinden varmış.” dedi. “Fesübhânallah, kardeşim
kıyafetine bakmadın mı? Bu herif şeyh müsveddesi de olsa ille birini taklid
ediyordur, ya külâhı ya hırkası bir yerden aşırmadır, onu bari söylesen.”
dedim. Ne dese beğenirsin? “Ya hû şeyh baba, ben de anlamadım. Koskocaman sarık
sarmış, zannedersin ki yorgan, sarığın içinde bir külâh var amma ne Rûm’da
gördüm ne Acem’de, böyle acayip bir şey. Âsâsını uzatıyor, ‘Cübbemden tutun.’
diyor, ‘Kim bana dokunursa yahut elini havaya kaldırıp işaret ederse biatini
aldım, kabul ettim.’ diyor.” demez mi? Yâ hû, mecâlim yok, şöyle bir yirmi sene
evvel olsaydı, hemen kalkıp bu adamın izini sürer, ondan sonra da tozunu attırırdım. Keşiş gibi uzattığı sakalından tutar, ibret-i âlem
olsun diye yerlerde sürüklerdim. İhsan Efendi oğlum, biat eden derviş nikâhlı
kadın gibidir. Nikâhlı kadına nikâh teklif etmek nasıl isimlendirilir? İffetli
bir kadına tövbe estağfirullah zinayı teklif etmek gibidir. Hani adamın şeyhi
göçmüştür de, ortada kalmıştır, başka bir şeyhe gönlü akmış feyiz almıştır, bak
onu anlarım. Emr-i manevî olmadan gene olmaz amma hiç olmazsa bir derece
ehven-i şer kabilinden sineye çekilir. Amma, bu utamnaz herif hangi selahiyetle
böyle bir ahlâksızlığa ve iz’ansızlığa cesaret eder. Tarihte ve bazı devirlerde
zamanın imamları zuhûr etmiş ve başka
tarîklerin tasarrufatı kendisine verilmiştir. Bu durum mevcuttur. Lâkin, o
zâtın imam olduğunu diğer meşayih muhakkak emr-i manevî ile bilmiş ve öylece
yollarının emanetini ve seyr u sülûkunu bu imama havale eylemiştir. Burada öyle
bir şey de yok, şeyhin kerâmeti kendinden menkul(Yani şeyh kerâmetini anlatıyor
amma kendinden başkası görmemiş, benim şöyle kerametlerim var diye elâleme
anlatıyor.)
Tasavvuf ehli “Aldatandan daha alçak aldanandır.” demişler.
Aldatan zaten haindir, peki derviş kardeşim, sen bu yolda hiç mi mânevi zevk
tatmadın, hiç mi rahmani koku duymadın da, sana yutturulan bu herzeleri ağzım
şapırdata şapırtada yutuyorsun? Gözün bu yola hiç mi nurlanmadı? Kulağından İliç mi Hak sözü girmedi? Ferasetsiz ve
gaflet pamuğu kulağında bu sözlere kanıyor,
aldanıyorsun. Körlük ayrı şey, nankörlük ayrı şey. Nankörlüğün cezası kat be
kat olur. Zaten bu cihetten düşününce fakîr kendi kendime şöyle diyorum: “Demek
ki Hz. Allah, kalbi arada derede olan, şek ve şüphe içinde bulunanları böylece
bir habis etrafında topluyor. Allahu a’lem, bu çıban iyice cerahat dolduktan
sonra İlâhî kılıcıyla bu yarayı toptan temizleyecek, bunun yolunu hazırlıyor. Hani bu şuna benzer: Avâm arasında
kocakarılar vardır, “Ölmek üzre olan kişinin yanında su vermek için bekleyin,
yoksa o hâlet-i nez’ide hararet basar, şeytan gelir, ‘Sana su vereyim de sen de
imânından dön.’ diye teklifte bulunur, o kişi de bir bardak suya imânını verir. Kâfir olarak gider.” diye insanlara akıl verirler.
Yâ hû, îmân denilen cevherin sahibi Hz. Allah’tır. Kişinin kalbine inmeye
görsün. Bir daha onu oradan çıkartmak mümkün değildir. Lâkin insan inanmamış,
îmân etmemişse ancak îmân ettiğim vehmetmişse durum farklı. Zaten ona îmân
denmez ki. O, bir bardak suya da gider, bir bakışta da kaybolur, üfürükten bir
sebeble de heva ve heba olur. Demek ki bu nev’î soytarılara mürşidleri
hayattayken ve bir yola bağlanmışken ahmakça gidip tâbi olan kişilerin evvelce
yaptığı fiiller beyhudeymiş. Velhâsıl, fevkalâde üzüldüm. Somadan da “Sahibi
bilir, Cenâb-ı Hakk ıslah eylesin.” diye Hak Teâlâ’ya havale kıldım. Hakîm ve
zarif birine Nas sûresi mütalaa edilirken sormuşlar, “Şeytanın şerri mi yoksa
insanın şerri mi daha fenadır?” diye. Hazret bir müddet tevakkuf
eylemiş(durmuş, beklemiş), sonra mütebessim bir çehre ile “Bakın şöyle
anlatayım.” demiş. “Eûzü besmele çekip Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okursunuz,
şeytan hemen o meclisten kaçar. Ama insan sûretinde bazı şeytanlar vardır ki
meclisinize gelir, Kur’ân’ı alıp kaçırır. Artık hangisi daha fena siz düşünün.”
Evet, hakîkaten üzerinde düşünmek lâzım.
İhsan Efendi oğlum, velhâsıl Cenâb-ı Hakk, kâinatı, hakla
bâtılın birbirinden ayrılması için imtihanhâne olarak tanzim eylemiştir. Tüm
tezgâhlar Hak Teâlâ’ya çalışır. Tezgâh tezgâh üstüne, neticede herkes bir gün
layığım bulacak bir şekilde kıyamet sabahına kavuşacaktır. Hiçbir hakîkî mürşid
kendisine adam çağırmaz. Kendisine çağırmadığı gibi hakîkî şeyhlerden hiçbiri
tekkesine dergâhına da adam çağırmaz. Dergâhlarda bir cemiyet olacağı vakit
“Efendim, falanca gün dergâhımızda şöyle şöyle merasim olacaktır, yahut dua
yapılacaktır, arzolunur.” diye söylenir. Yoksa “Siz de gelin, bekliyoruz.” gibi
lüzumsuz lakırdılar konuşulmaz. Dergâha adam çağırmak yahut “Bize gel.” demek
büyük terbiyesizliktir. Bir adam kendisine çağırıyor, Hak ve hakikatten
bahsettikten soma kendisini işaret ediyor ve öne çıkartıyorsa bil ki o adam
sahtekârdır. Mürşid vasıflı zarifler ve ârifler Hak ve hakikati konuşur. Tâbi
olanları Allah ve Resûlü’ne vesile kılar. Hatta kendisine müştak olarak
gelenleri bile üzerine yapıştırmaz. “Sen madem beni seviyorsun ben de seni
aldım, kabul ettim.” demez. Bunu ancak ahmaklar yapar. Ahmaklık ne mürşide ne
müride ne de mü’mine yakışır. Cenâb-ı Hakk, velî sûretindeki iblislerden, şeyh
kisvesindeki habislerden muhafaza eylesin.
Velhâsıl, hal ehli olanı hal ehliyeti olan anlar. Hatta
“hale” istidâdı olanı ehl-i hal anlar ve hal üzre irşad eder. Yoksa iki üç
risâle okumakla; ârifleri, şeyhleri taklidle bırak tasavvufun halini, kâlini
bile anlayamaz. Zât-ı âliniz kemâlinizdeki hal ve tebdilatınızdan ne demek
istediğimi gayet iyi anlamışsınızdır. Evvelce Efendimiz’i bilmenizle,
tanımanızla şimdiki bilişiniz ve idrakiniz aynı mı? Tabiî ki bir değil... İşte
dervişlik ağızdaki balın bıraktığı tad gibidir. Hayat boyu bu zevk u lezzetle
dil ağızda dolanıp duruyor vesselâm...
İhsan Efendi oğlum, satırlarda anlatmaya çalıştıklarımı
Cenâb-ı Hakk sadrına indirerek anlatsın. Zevk-i mânevisi ağzım dilini
tadlandırsın. Râzı olduğu hallerde en güzel ahvâl üzre eylesin. Hem kendisi
nurlanan hem de etrafını nurlandıran gönül ehli zâtlardan olmam nasîb eylesin.
Kelâmını ve kelâm-ı Resûlullah’ı sende müessir eylesin. Böyle senin dahî rızaya
muvafık olan sözlerim te’sirli eylesin.
Esselâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l evveline ve’l ahirin
vel- hamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder