HOŞGÖRÜ
MUALLİM VE MÜRŞİDİ: MEVLÂNÂ
Hoşgörü, bizim kültürümüzün ve değerlerimizin bir
parçasıdır. Beraber yaşama, başkalarına tahammül etme anlayışının en iyi motifi
hoşgörüdür. Hoşgörü bir gönül işidir. İnsan gönlünün Yaradandan ötürü
yaradılanı hoş görmesi yüksek bir karakterdir. Söz olarak hoşgörüden bahsetmek
kolaydır. Ama öz olarak hoşgörüyü yaşamak ve yaşatmak ayrı bir fedâkarlık,
ferâgat ve gönül terbiyesi ister.
İnsanlar ahlâkî erdemleri nazarî ve teorik olarak
kitaplardan değil fazîlet ve erdem sahibi insanlardan öğrenirler. Hoşgörü bu
türden kitaptan öğrenilen bir fazîlet ve erdem değil, bizzat yaşanılan
erdemdir. Mevlânâ’nın büyüklüğü belki de buradadır. Sevgiyi, aşkı, hoşgörüyü ve
gönül îmârını eserlerinin temel motifi kılan bir insan olarak o, hayâtında bu
vasıfların en güzel örneklerini sergilemiştir.
Türkçede güzel bir söz var: “Salâh olmadan ıslâh
olmaz, reşâd olmadan irşâd olmaz” derler. Yâni başkalarını ıslâh çabasına
girecek olanın önce kendisinin salâh bulması, başkalarını irşâd edecek olanın
da önce kendisinin doğru yolda bulunması gerekir. Uyuyanın uyuyanı uyandırması
nasıl mümkün değilse gönlü aydınlanmamış insanın bir başka gönlü aydınlatması
düşünülemez. Aynı şey bütün ahlâkî erdemler ve hoşgörü için de geçerlidir.
Nitekim ayın dünyaya ışık vermesi bile güneşten aldığı ziyâya bağlıdır.
Mevlânâ hoşgörü ve sevgi muallimliğini Allah
Rasûlü’nden tevârüs etmiştir. Onun şefkat mektebinin sâdık bir talebesidir.
Allah Rasûlü âlem-şümûl mânâda yüksek bir hoşgörüye sahipti. Onun anlayışına
göre hoşgörü ve iyilik herkesi kuşatmalıydı. Nitekim Allah Rasûlü buyururdu:
“Size iyilik yapana iyilik yapmak meziyet
değildir. Asıl meziyet kötülük yapana da iyilik yapabilmektir.”[1]
Merhametiniz bütün mahlûkata şamil olmadıkça
cennete giremezsiniz.[2]
Allah Rasûlü insanlara karşı “kavl-i leyin/yumuşak
söz” ile konuşurdu. Çünkü Kur’an onun bu özelliği sebebiyle insanların
dağılmayıp etrafında toplandığını haber vermektedir.[3] Allah Teâlâ Firavun’a
gönderdiği Mûsa ve Hârun’a da şöyle buyurmuştu:
“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.
Ona kavl-i leyin/yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya çekinir.”[4]
Mevlânâ bu nebevî anlayışla kime ve nasıl tepki
verileceğini bilen, eliyle, diliyle kimseyi incitmeyendi. Nitekim Yûnus da aynı
yolun yolcusuydu. O derdi ki:
Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.
Sen derviş olamazsın.
Mevlânâ hoşgörü ve hilm dünyasının insanıydı.
İnanan inanmayan herkese hoşgörü nazarıyla bakardı. İnsanların birbirlerini hoş
görmesini; kavgasız, güzellik içinde yaşamasını isterdi. Bunun için de aşkı,
hoşgörüyü ve hilmi hayâtın merkezine yerleştirmişti. Çünkü temelinde aşk ve
sevgi olan bir insanlık anlayışı bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları
ışıtır, uzakları yakın eder, duyguları derinleştirir, sözleri anlamlı kılar, varlık
âlemindeki her varlığa şefkat, merhamet ve ibret nazarıyla bakmayı sağlardı.
Nitekim bu konu ile ilgili Hz. Mevlânâ derki:
Aşkının
uğrunda yırtsan gömleği,
Hırsta kalmaz bil ki gönlün isteği.
Şâd olup kal! Sevdamız hoş aşkımız,
Derde dermân, senle bitmiş kaygımız!
Hırsta kalmaz bil ki gönlün isteği.
Şâd olup kal! Sevdamız hoş aşkımız,
Derde dermân, senle bitmiş kaygımız!
Hem azamet, kibrimiz, nâmusumuz;
Sensin Eflâtun’u Calinus’umuz.
Toprak insan, aşkla göklerden geçer,
Aşk yüzünden, Tûr ki coşmuş raks eder.
Tûr’a baskın aşktı, elbet aşktı nûr,
Düştü Mûsa, mest olup geçti Tûr.[5]
Cümle mâşuktur ve âşık örtüsü,
Canlı canandır ve âşıktır ölü.
Aşkta sabrı bulmamış sersem kişi,
Bir kanatsız kuştur artık, vâh işi![6]
Sensin Eflâtun’u Calinus’umuz.
Toprak insan, aşkla göklerden geçer,
Aşk yüzünden, Tûr ki coşmuş raks eder.
Tûr’a baskın aşktı, elbet aşktı nûr,
Düştü Mûsa, mest olup geçti Tûr.[5]
Cümle mâşuktur ve âşık örtüsü,
Canlı canandır ve âşıktır ölü.
Aşkta sabrı bulmamış sersem kişi,
Bir kanatsız kuştur artık, vâh işi![6]
Âşık/seven derdli insandır. Onun gönlünde kendi
derdi değil başkalarının derdi vardır. Mümin, yüreğinde derd taşıyan, başkalarının
derdiyle derdlenen ve Rabb’ının nimetlerini başkalarıyla paylaşandır.
Mevlânâ’ya göre insan olmanın yolu önce Hakk’a kul
olmak ve nefsin kulluğundan kurtulmaktır. Çünkü nefs ve hevânın kulluğunu
aşamamış insanın Hakk’a gerçek mânâda kul olması mümkün değildir. İnsan, gönlü
itibâriyle Hakk’a kul olduktan sonra her insanı potansiyel Müslüman olarak
görür ve ona asla hor bakmaz. Nitekim Mevlânâ der ki:
Hiçbir kâfire hor bakmayın
Çünkü Müslüman olarak ölebilir.[7]
Hiçbir kâfire hor bakmayın
Çünkü Müslüman olarak ölebilir.[7]
Onun bu anlayışı Nebevî telakkîye uygundu. Nitekim
Tâif’te kendisini taşlayan müşriklerin helâk edilmeleri için dağlar meleğinin
emir beklediğini söyleyen Cebrâil’e Allah Rasûlü de şöyle demişti:
“–Hayır ben onların helâk olmasını değil,
onların soyundan inanan bir neslin gelmesini arzu ederim.”[8]
Mevlânâ’nın yaşadığı zaman zor bir zamandı. Haçlı
seferlerinde sayısız Müslüman kanı döküldü. Şehirler yakıp yıkıldı. Evler,
hanlar yağmalandı. İnsanlar haçlıların bu davranışları karşısında hristiyanlara
ve hristiyanlığa karşı kinlendi. Fakat Hz. Mevlânâ buna rağmen hristiyan
papazlarına karşı büyük bir hoşgörü ile davranmaktaydı. Fanatik haçlıların
yaktıkları câmilerin henüz ateşi sönmemişti ki Hz. Mevlânâ olan her şeyi
Hakk’ın tecellîsi ve hikmeti gereği görerek, hristiyanlara karşı öfke ve intikâm
ateşi taşımıyordu. Hatta onun cenâzesinde Müslümanlar kadar diğer din
mensûplarının varlığı da onun bu tavrını teyid etmektedir.
Doğudan gelen Moğul istîlâsına karşı da Mevlânâ’nın
büyük bir hoşgörü ile davrandığını; onları geleceğin potansiyel Müslümanları
olarak gördüğünü müşâhede ediyoruz.[9]
Hz. Mevlânâ insan olarak herkesin ve her insanın
dostuydu. Hatta o: “Ben yetmiş iki millet ile beraberim” derdi. Onun bu
sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ
bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz.
Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi.
Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü söylediğini kabul ederse ona hakâret et!”
dedi. Adam bu sözün Mevlânâ tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca
hakâret etmeye başladı. Hz. Mevlânâ:
“–Bütün bu söylediğin hakâretlere rağmen ben
seninle de beraberim” dedi.
Mevlânâ’nın talebeleri
arasında işçi, hamal, esnaf pek çok halktan ve toplumun aşağı tabakalarından insanlar
vardı. Bazıları onun talebelerinin böyle vasıfsız, hatta bir takım kusur ve
günahlara bulaşmış insanlardan olmasını dedikodu konusu yapmışlardı. O ise
onlara şu cevabı veriyordu:
“–Eğer talebelerim bana ihtiyâcı olan kimseler
olmasalardı, benim onlara talebe olmam gerekirdi. Bana ihtiyaçları olduğu için
talebeliğe kabul ettim. İstedim ki değişsinler, dönüşsünler ve iyi insanlar
olsunlar.”
Mekke müşrikleri de Allah Rasûlü’nün etrafında
bulunan fakîr, vasıfsız ashâb-ı suffayı küçümseyerek Allah Rasûlü’nün onlarla
kendilerinden daha fazla meşgûl olmasından rahatsız olmuşlardı da Allah,
Rasûlü’nün dikkatini şöyle çekmişti: “Sabah akşam rızâsını dileyerek
Rablarına duâ ve ibâdette bulunanları yanından kovma!”[10]
Mevlânâ bütün yaratılmışları özellikle insanları
insan olarak eşit görür, statüleri sebebiyle farklı muâmele yapılmasından
hoşlanmaz, insanlara bugünkü anlamıyla “empati” ile yaklaşılmasını isterdi.
Nitekim bir gün evine vardığında kızını hizmetçisini azarlarken gördü. Ona şu
sözlerle çıkıştı: “Bu kızcağızı niye azarlayıp incitiyorsun? O hanım, sen
hizmetçi olsaydın, böyle muâmele yapılmasını ister miydin? O senin kardeşindir.”
Mevlânâ’nın kızı hatasını anlayıp hizmetçisinden afv diledi.[11]
Peygamber Efendimiz de insânî ilişkilerde: “Kendin
için istediğini başkaları için de istemedikçe kâmil mümin olamazsın”[12]
buyurarak empatiyi emretmiştir.
Mevlânâ günaha batmış insanların günahları
sebebiyle rencide edilmelerinden hoşlanmazdı. Nitekim bir gün semâ meclisinde
bir sarhoş kendinden geçmiş bir halde semâa katıldı. Semâ esnâsında sarhoşluğun
tesiriyle yalpa yapıyor, sağa sola çarpıyordu. Semâ edenler onu itip kakarak
azarlayınca Mevlânâ incindi ve onlara şunları söyledi:
“–A dostlar, şarabı o içmiş siz sarhoş
olmuşsunuz. Adamı ne diye azarlayıp duruyorsunuz?”
Asr-ı Saâdette de içki yasağına rağmen onu terk
edemeyen biri vardı. Hakkında birkaç defa had cezâsı tatbîk edilince bazıları:
“Allah belâsını versin, uslanmayacak!” türü sözler sarf ettiler. Allah
Rasûlü buyurdu ki:
“–Öyle lânet etmeyin. Ben biliyorum ki o,
Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor.”[13]
Mevlânâ çocuk, kadın, yaşlı, genç herkese sevgi
gösterir, hoşgörü ve şefkatle davranırdı. Konya’da bir mahalleden geçerken
çocuklar yanına geldiler. Ona saygı gösterdiler. Mevlânâ da onlarla selamlaştı.
Uzakta kalan bir çocuk “ben de geliyorum” diye bağırınca Hz. Mevlânâ o yavrucak
gelinceye kadar bekledi. Onu da selamlayıp başını okşadı. Çünkü bu davranış
Nebevî bir tavırdı. Allah Rasulü de çocukları böyle sever, şefkatle kucaklar,
onlarla konuşurken çömelerek göz hizalarına gelmeye özen gösterir, onları öper
ve şakalaşırdı.[14]
Mevlânâ’nın şefkat ve merhameti bütün canlılara
şâmildi. Nitekim Sivaslı Nefîsüddîn şöyle anlatıyor: Mevlânâ bana iki dirhemlik
çörek aldırdı. Bunları bir mendile sararak, bir harâbe içinde yavrulamış köpeğe
ve yavrularına götürdü: “Yedi gün yedi gecedir bu zavallı köpek bir şey
yememiş, yavruları sebebiyle buradan ayrılamamıştır” dedi. Allah Rasûlü de
Mekke fethi sırasında yolda yavrularıyla gördüğü bir köpeği, asker ve hayvanlar
zarar vermesin diye koruma altına aldırmıştı.[15]
Mevlânâ hayvanlara kötü muâmele edilmesinden
hoşlanmazdı. Nitekim bindiği merkebin anırmasına kızan Şihâbeddin Gûyende’nin
hayvanına şiddetle vurduğunu gören Mevlânâ dedi ki:
“–Bu hayvan seni taşımaktadır. Sen binici o
taşıyıcı olduğu için onu sevip okşayacağına dövüyorsun. Allah göstermesin tersi
olsaydı ne yapacaktın?” Allah Rasûlü de bir gün ensârdan birinin bahçesine
vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar
akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin
iniltisi kesildi. Sonra Rasûlullah bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu
ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu
dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”[16]
Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ Hz. Peygamberin yolundan
giderek insanca yaşamanın, insana yaraşır davranışlardan geçtiğini, kusurları
ve kasıtsız yanlışları affetmekle birlikte ham ve hoyrat tavırların
düzeltilmesi gerektiğini tâlim eden vâris-i nebî bir mürşid tavrındadır.
Hoşgörünün temeli sevgi, sevginin temeli merhamet,
onun temeli de güçlü bir îmândır. Gerek Peygamberimiz’in hayâtından gerekse
Mevlânâ’nın hayâtından sunduğumuz kısa kesitler bu gerçeği ortaya koymaktadır.
[1] Tirmizi, Birr, 63.
[2] Hâkim, Müstedrek, IV, 185.
[3] Âl-i İmrân, 3/159.
[4] Tâhâ, 20/43-44.
[5] Mesnevî, Nazmen tercüme: Ahmet Metin Şahin, c. I, b. 22-26.
[6] Aynı eser, c. I, b. 30-31.
[7] Şefik Can, Mevlânâ, s. 109.
[8] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 353.
[9] Bkz. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr, V, 180, b. 2040-41.
[10] el-En’am, 6/52.
[11] Menâkıbu’l-ârifîn, I, 438.
[12] Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn Mâce, Zühd, 24.
[13] Buhârî, Hudûd, 5.
[14] Bkz. Buhârî, İsti’zân 15, Edeb, 22; Müslîm, Selâm, 15.
[15] Vâkıdî, II, 804.
[16] Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.
[4] Tâhâ, 20/43-44.
[5] Mesnevî, Nazmen tercüme: Ahmet Metin Şahin, c. I, b. 22-26.
[6] Aynı eser, c. I, b. 30-31.
[7] Şefik Can, Mevlânâ, s. 109.
[8] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 353.
[9] Bkz. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr, V, 180, b. 2040-41.
[10] el-En’am, 6/52.
[11] Menâkıbu’l-ârifîn, I, 438.
[12] Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn Mâce, Zühd, 24.
[13] Buhârî, Hudûd, 5.
[14] Bkz. Buhârî, İsti’zân 15, Edeb, 22; Müslîm, Selâm, 15.
[15] Vâkıdî, II, 804.
[16] Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder