İSLÂM’DA MİLLİYETÇİLİK
Âşık Kerem, Aslı’nın yaşadığı köyün etrafından ayrılmıyor, dolaşıp
duruyor. Aklını Aslı çalmış, yüreğini Aslı kasıp kavuruyor, burnunda Aslı’nın
hasreti tütüyor. O sırada köyün çöplüğünde uyuz bir köpek görür.
Köpek bir deri bir kemik. Kucağına alır. Başını okşar, yüzünü öper.
Oradan geçmekte olan bir vatandaş Kerem’e:
-Sen ne yapıyorsun. O uyuz, hastalıklı bir köpek. Bu tepkiye Kerem bir
anlam veremez. Kendini uyaran adama garip garip bakar ve şöyle der.
-Fakat o, Aslı’nın köyünün köpeği...
Kerem için Aslı ne ise bir Türk milliyetçisi için de vatanı ve milleti
odur. Türk’e ait olan ve başkalarının “uyuz köpek” diye gördüğü, yanına
yaklaşmadığı, ölüp kaybolmasını beklediği o köpek Türk’ün köyünün köpeğidir.
Onu öldürmez, sever, okşar, doyurur ve tedavi eder. Aslı’yı seviyor diye ve
Aslı’nın köyünün köpeğini seviyor diye, Kerem, başka insanları, başka
hayvanları sevmez diyemeyiz. Aslı ile Aslı’nın köyünün köpeğini biraz daha
fazla sevmesi normaldir...
Hırsızlık yapan, kapkaççılık yapan ve haksız kazanç peşinde koşan da
benim çocuğum, benim insanım, sokakta kâğıt toplayan da. Fakirim de benim,
zenginim de benim. Askerim de benim, ordum da benim. Bu vatanın taşı, toprağı
da benim...
Bana ait olan her şey benim için Aslı ve ben de Kerem’im...
Bilerek ve yaşayarak Türk milliyetçisi olan hiçbir kimse kafatasçı
değildir, faşist değildir.
O’nun milliyetçiliği başka milletlere düşman olmak anlamına gelmez.
Yeter ki başka millet Türk’e düşman olup namluyu Türk’e çevirmesin. Türk’ün
milliyetçiliği Kerem’in Aslı’yı sevmesi gibidir. O hep Aslı’yı düşünür. O’nun
sağlıklı olması için elinden geleni yapar ve dua eder.
Bize “Milliyetçilik: Vatanını, milletini sevme, milletine bağlı olma ve
milletinin menfaatlerini kendi çıkarlarının üstünde tutma” diye öğretmişlerdi.
Vatan kuru bir toprak parçası değildir. Millet de sıradan bir insan kalabalığı
demek değildir. Düzenlenmiş manevî değerlerin ifadesidir. Bu değerlerin
merkezinde “Allah inancı” vardır. Bu inanç sahteliği kabul etmez. Bu inanç
huzur ile refahın arasındaki dengeyi sağlar. Bu inanç hayatın tadıdır,
gayesidir. Gönüllerini bu merkezî otoriteye bağlayanların fikirlerinde,
sözlerinde, davranışlarında ikilik ve çokluk yoktur. Hele hele boşluk hiç
yoktur.
“Temeli sevgi üzerine kurulmuş bir milliyet duygusu, millet ve devlet
hayatımızın teminatı olmuştur. Bu güzel duygunun içerisine kin, hile ve ihtiras
gibi mikroplar bulaştırıldığı zaman da, aynı duygu, devlet ve cemiyet
bünyesinde anarşiye yol açmıştır” diyor Prof. Dr Ali Yardım .
Rahmetli Nihad Sami Banarlı, milliyet duygusunun sihirli anahtarı
“sevgi”yi Yahya Kemal’le konuşmalar dosyasında şöyle dile getirir.
“Sevmek... Fakat engin bir gönülle, bizim büyük ve asıl milletimize ait
bütün güzel şeyleri sevmek...
Türk tarihini, Türk vatanını, Türk ahlâkını, Türk halkını, Türk dilini,
Türk musikisini, Türk çocuklarını, Türk güzellerini velhasıl dünya tarihinde ve
cihan coğrafyasında Türk’ün olan her güzel şeyi sevmek...
Milletimizin bir tarih süresince yarattığı bütün şerefli hadiseleri
sevmek... Askerlerimizi, şehirlerimizi, zaferlerimizi, büyüklerimizi sevmek...
Bunları din gibi, sevda gibi sevmek... Sonra bütün bu sevilen şeyleri bir
yandan ileri bir şiir ve sanat anlayışı ile, öte yandan millî bir şiir ve sanat
felsefesi ile birleştirerek yıllarca süren sabırlı bir çalışma sonunda milletçe
sevilen şiirler haline getirmek.”
Milliyetçilik; bir aksiyondur, harekettir, eylemdir.
Milliyetçilik İslâm davasından ayrılmaz. Milletle din iç içe
kavramlardır.
İnsanlık kültürünün temelinde din vardır.
Yeryüzünde istisnasız bütün kültürler ve medeniyetler dinlerden
doğmuştur.
Dini, gelenekten ayrılmış millet olmaz.
Dinin topladığını millet dağıtmaz. Milliyetin bağladığını din çözmez:
Bilâkis düğümler.
Din ve milliyet birbirine köstek değil, destektir.
Bizim milletimizin hayatî kuvvet kaynağı İSLÂMİYET’tir...
Müslüman’ın milliyetçiliği İslâm’a ters düşmemeli. Hiçbir milletin
milliyetçiliği İslâm’ın sınırlarını aşmamalı. Aşarsa olmaz. İslâm birleştirici
unsurdur. Üst kimliktir.
Ruh: İslâmiyet,
Beden: Türklük,
Elbise: Vatandır.
Ruh ile beden et ile tırnak gibidir. Biri diğerinden ayrılmaz.
Milliyet idealinin gözcüleri, Türklük davasının bekçileri olan
gençlerimiz ve insanımız dinin bu yapıcı ve geliştirici, hızlandırıcı,
kanatlandırıcı feyzleri ile yoğrulmalıdırlar...
Türkiye’yi ve Türk insanını seven Türk insanının refahı ve kalkınması
için çalışan bundan heyecan duyan bir insan milliyetçidir. Farklı bir siyasi
görüşe sahip olsa da.
Milliyetçiliğin bir ölçüsü de milletinin başarıları ve zaferleri ile
sevinip gurur duymak kayıpları mağlubiyetleri ve sıkıntıları ile üzülmektir.
Sadık Çelebi Bey anlatıyor:
Yahya Kemal Mülkiye-i Şahane’yi bitirdikten sonra Paris’e gitmiş.
Paris’e giderken oldukça kozmopolit bir şahsiyete sahipmiş. Milli konularda pek
de hassas değilmiş. Paris’te kaldığı zaman zarfında oldukça bohem (yarınını
düşünmeden, günü gününe, tasasız ve derbeder bir hayat süren) hayatı yaşamış.
Fakat yurda çok sağlam ve güçlü bir milliyetçi olarak dönmüş. Çünkü orada
Fransız tarihçisi Albert Sarel’in tarih derslerine devam etmiş.
Albert Sarel milli tarih dersleri veriyormuş. Milli tarihin nasıl
okunması gerektiğini anlatıyormuş. O’nun öne sürdüğü tez şuymuş.
“Her insan kendi milletinin tarihini okurken onun zaferleri, başarıları
ile sevinir, gurur duyar. Sanki kendisi de o zaferin o başarının içindeymiş
gibi hisseder ve yaşar. Buna karşı milletinin kayıplarından ıstırap duyar, o
kayıplarda kendisinin de bir payı varmış gibi üzülür” diye anlatırmış milli
tarihi.
Bu derslerden sonra Yahya Kemal tarihini bilhassa Osmanlı tarihini bu
açıdan okumaya başlamış. Osmanlı tarihinin şanlı zaferlerini bu gözle okudukça
Yahya Kemal’in milli duyguları galeyana gelmiş. Yurda çok idealist bir millyetçi
olarak dönmüş. Bütün o muhteşem şiirleri bu duygularla yazmış.
Bazıları milliyetçiliğin İslâm’da olmadığını, onun İslâm’a aykırı
olduğunu iddia ederler. Bu iddiaya da Kur’an-ı Kerim Hucurat Suresi 13. ayeti
delil olarak gösterirler. Ayetin meali şudur:
“Ey insanlar, hakikat biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık.” Ayetin
bu kısmında Merhum Hasan Basri Çantay dipnot olarak şunları söylüyor:
(Âdem) aleyhisselam ile (Havva)dan. Yahut her birinizi bir ana ve bir
babadan. Binaen aleyh hepiniz bu yaratılışta müsavisiniz. Soyla sopla
böbürlenmeye bir sebep yoktur.
Ayetin devamında:
“Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere,
küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz
takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden
haberdar olandır” buyuruluyor.
Bu ayete bakıp üzerinde düşündüğümüz de bu ayetin İslâm’da
milliyetçiliğin var olduğunun delilidir, ispatıdır. Bu ayet-i kerime millet
gerçeğini ortaya koyuyor. Allah’ımız bize “Sizi milletler halinde yaratan
benim” diyor. Birçok ayet-i kerimede “Allah dileseydi sizi tek millet olarak
yaratırdı” buyuruyor.
İnsanların tek millet halinde idare edilmesi zor olurdu. Bütün
devletler il, ilçe, kasaba, köy ve mahalle gibi daha küçük birimlere ayrılarak
idare edilmektedir.
Görülüyor ki millet hem bir zaruret, hem de bir gerçektir. Yaratan da
Allah’tır. Milleti kabul etmek, milleti meydana getiren manevî değerleri
korumak Allah’ın isteğine uygun bir durumdur. Zaten milliyetçilik de budur.
Milleti meydana getiren bütün değerler korunsun ki, yaşatılsın ki millet
varlığı sürdürülsün.
“İslâm’da milliyetçilik yoktur” demek, asıl Allah’ın isteğine aykırı
olan budur. Bu konuda yanlış yorumlanan durum da budur.
Sadık Çelebi Bey Hucurat Suresi’nin 13. ayetinin bir bölümünü
yorumlarken şöyle diyor:
“Ayetin tefsirinde (yorumunda) bilginler “Birbirinizle tanışasınız”
diye, birbirinize karşı övünesiniz diye değil şeklinde bir açıklama
yapmışlardır. “İslâm’da milliyetçilik yoktur” diyenler daha çok bu açıklamaya sığınıyorlar...
İslamiyet’te yasak olan milliyetçilik değil ırkçılık ve kabileciliktir.
Çünkü ırkçılık insanları yüksek ırk, aşağı ırk diye ayırmaya, o da savaşlara
sebep olur. İkinci dünya harbinde Hitler ve Mussolini’nin dünyayı kana bulaması
bu fikrin sonucudur. Halbuki Allah insanları eşit yaratmıştır. İnsanlar
yetenekleri ve çalışmaları oranında yükselirler. Allah yanında değerleri takva
(Allah’a olan bağlılıklarına göredir.
Kabilecilik ise bir toplumda birlik ve bütünlüğü bozar. Çünkü bütün
toplumlarda geniş aileler vardır. Kabile, bu geniş ailelere verilen addır.
Bunlardan her biri kendi ailesinin kalabalığı, zenginliği ve gücü ile övünmeye
kalkarsa bundan diğer sülaleler alınır. Araya kıskançlıklar, düşmanlıklar
girer. Bu da sürekli kavgalara ve kan davalarına sebep olur. Birbirlerini
öldürmeler sürer gider.
Hz. Peygamberden önce Arap yarımadasında yaşayan Araplar, çeşitli
kabileler halinde yaşıyorlardı. Kureyş kabilesi, Havazin kabilesi gibi. Bunlar
sürekli birbirlerine karşı övünürlerdi... Bu övünmeler savaşlara sebep olurdu.
Bunun için Kur’an-ı Kerim Müslümanlara kabileleri ile övünmelerini
yasaklamıştır. Peygamberimiz de şiddetle men etmiştir. Çünkü bu övünmeler
çatışmalara sebep olmuştur.
Bugün Türkiye’de ana kitlenin adı Türk diye adlandırılmaktadır. Değişik
kökenlerden gelen diğer gruplar da bu ana kitle ile bütünleşmişlerdir. Hepsine
artık Türk denilmektedir. Değişik sevinçli ve sıkıntılı olaylar karşısında
kader birliği bu insanları kaynaştırmış ve bütünleştirmiştir. Bugün Türkiye’de
milliyetçilik ve Türkçülük bile bir ırk birliğinin değil bir kader birliğinin,
kültür birliğinin adıdır. İşte böyle bütünün içinde ben, Türk değilim, ben
falanım, ben filanım demek esas İslamiyet’e bu aykırıdır. Çünkü böyle bir iddia
bütünü parçalamaya ve zayıflatmaya sebep olmaktadır.
Biz milletimizi, tarihimizi konuşarak, onların faziletleriyle, onların
İslâm’a, insanlığa ve medeniyete yaptıklarını örnek alıyoruz. Bunlarla övünmek
demek onlara özenmek demektir. Fazilete özenmenin günah neresinde. Fazilete
özenen o konuda mutlaka birkaç adım atar. Ecdadı gibi adaletli, faziletli ve
kahraman olur. Doğru olur, dürüst olur. Allah’ın emri de zaten budur. Kur’an’ın
yasak ettiği milliyetçilik değil kabileciliktir.
“İslâm’da milliyetçilik yoktur” diyenler kendileri kabilecilik
yapıyorlar. Bir makama geldikleri zaman çevresini kendi etnik kökeninden
gelenlerle dolduruyorlar.
İslâm’da milliyetçilik yoktur diyenlerin düştükleri bir hata vardır.
Hz. Muhammed’in bu konudaki davranışını yanlış yorumlamaktadırlar. Şöyle ki Hz.
Muhammed ashabını İslâm’dan önceki yaptıkları kavgaları, savaşları, gelenek ve
görenekleri, elde ettikleri başarılarını sık sık anlatmaktan, onlarla
övünmekten uzak durmalarını istemiştir. Bazen de şiddetle men etmiştir. Eskiyi
gündeme getirmemelerini istemiştir. Bunun da iki sebebi vardır.
1)Arapların İslâmiyet’ten önceki inancı putperestliktir.
İslâmiyet gelmiş, putperestlikten yeni kurtulmuşlardır. Bazılarının kalbine
henüz İslâmiyet iyice yerleşmemiştir ve putperestliğin izleri tamamen
silinmemiştir. Geçmişten bahseden her söz onlarda putperestlik kıvılcımını
hemen parlatabilir.
Müslim’in kaydettiği bir olayı nakledelim.
Cabir’in naklettiğine göre muhacirlerden ve ensardan iki genç
aralarında kavga etmişler. Cahiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey muhacirler!”,
“Yetişin ey ensar!” diye kendi taraflarını yardıma çağırmışlardı. Olayı haber
alan Resulullah “Bu ne hal! Cahiliye davası mı?” sözleri ile taraftarlara
çıkışır. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra “Kişi zalim de olsa, mazlum da
olsa kardeşine yardım etsin” şeklinde ünlü Cahiliye atasözünü tekrar edip
zalime yardımın onun zulmüne karşı koymak demek olduğunu ifade etmiştir.
Cahiliye Araplarının bu meşhur sözlerine yepyeni bir muhteva kazandırmıştır.
“İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra kişinin, Cahiliye halkının
yaptığı gibi haklısına haksızına bakmaksızın kendi topluluğu lehine asabiyet
davası gütmesinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu ifade ediyor. Buna karşılık
düşmanlık hisleri beslemeksizin ve hak kaygısı ile kendi yakınlarına yardım etmesinin
gerekli ve tavsiye edilir bir davranış olacağını belirtmektedir.”
Hz. Peygamberimizin kötülediği asabiyet haksız ve yanlış uygulamalarla
ortaya çıkan Cahiliye devri asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin hakka ve
Allah’ın emrini gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması arzu edilir.
Esasında dinler ve şeriatlar bile asabiyet desteği ile kurulur. Bu destekten
mahrum kalınca da yıkılırlar.
Hz. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber
göndermemiştir.”
Peygamberler görevlerini tebliğ ederken kâfirlerin baskılarına karşı
korunmalarını sağlayacak olan kabile asaletine, asabiyet ve kudrete sırtlarını
dayamışlardır.
Bu suretle asabiyet peygamberin dolayısı ile dinin başarıya ulaşması
için hareket enerjisi sağlarken din de asabiyete toplayıcı, kaynaştırıcı bir
nitelik kazandırır.
Hz. Peygamber ashabını İslâm’dan önceki Cahiliye Devrine yönelmelerini
kısıtlamıştır. Hz. Peygamberimizin her sözü, her davranışı benzer durumlarda
dünyanın her yerinde ve her zaman geçerlidir. Fakat benzer durumda
geçerlidir...
Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki hayatı putperestlik değildir. Gök
Tanrı inancıdır. Tek tanrı inancıdır. Gök Tanrı yüce tanrı demektir. Gök Tanrı
yer tanrısı anlamında değildir. Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki tarihi
inanç bakımından Arapların tarihine benzememektedir. Eski tarihimizden
bahsetmek bizde putperestlik inancını uyandırmaz. Bu yönden eski tarihimizden
bahsetmek bizim için sakıncalı değildir.
2)Arapların İslâmiyet’ten önceki tarihi kabile savaşlarına
dayanır. Sosyal yapısı haksızlık ve zorbalık temeline dayanır. Birbirlerine
karşı övünme, kan davaları ve yağmacılık yüzünden kabileler, hatta aynı
kabilenin kolları ve sülâleler birbirleri ile sürekli savaş yapıyorlardı.
Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki tarihinde ise böyle kabile
savaşları sülâle savaşları yok. Sosyal yapısı zorbalığa dayanmıyor.
Hak-hukuk, adalet, ahlâk, yardımlaşma, küçüğe sevgi, büyüğe saygı, dürüstlük,
doğruluk, düşküne yardım ve dayanışma gibi İslâmiyet’in de topluma yaymaya
çalıştığı faziletler Türk milletinde daha önceden de vardı. Bunun için Türk
milletinin ecdadı ile tarihi ile övünmesi İslâmiyet’e kesinlikle aykırı
değildir. Çünkü o tarih faziletlerle doludur.
Anne çocuğunu sever. Peki, anne muhafazakâr mıdır?
Evet, muhafazakârdır.
O çocuğunu her tehlikeye karşı korur, canı pahasına muhafaza eder.
Annenin çocuğunu muhafazası, onu beden, fizik, akıl ve bilgi olarak
geliştirmesi, hayata hazırlaması demektir.
Türk milliyetçisinin muhafazakârlığı da böyle bir muhafazakârlıktır.
Buna tutuculuk demek cehalettir. Cahillik değilse hainliktir.
Anne kendi çocuğunu sevdiği için diğer çocukların düşmanı mıdır? Kendi
çocuğunu canı pahasına seven anne başka annelerin çocuklarının ölmesini mi
ister? Kesinlikle hayır.
Kendi çocuğunu seven anne başka çocukları sevemez mi? Tabii ki sever.
Kendi milletini seven başka milletleri sevemez mi? Elbette ki sever.
Kendi milletini biraz daha fazla sever. Bu normaldir.
Ben bütün anneleri severim. Fakat kendi annemi daha çok severim. Bu
bölücülük tutuculuk olur mu? Olmaz.
Öyleyse “Ben milliyetçiyim” diyeni bölücülük ve başka milletlerin
düşmanı ilan edenler Türk’ün katında hain, Allah katında da günahkârdırlar.
Evet! Ben bir milliyetçiyim. Kerem’in Aslıyı sevdiği gibi, bir annenin
çocuğunu veyahut bir çocuğun annesini sevdiği gibi milletimi karşılıksız
seviyorum ve seveceğim.
Kur’an’da; yakın akrabaya, komşuya, çevreye, ülkeye karşı sorumluluk
yükleyen bir dinin, milletini sevmeyi yasaklaması mümkün mü? Elbette ki değil.
Şahsen bizler Allah’ın süvarileri sıfatlı, İslam’ın gönüllü
sancaktarları milletimizi sevmeye, milletimizi dünyanın nizamına müdahil
olabilecek güce ulaştırabilmek için mücadeleye devam edelim.
Dünyanın mevcut yasama düzenine alternatif olabilecek yaşama düzenini
yeniden Müslüman Türkler tesis edebilir. Bu bir iddia değil bir tespittir...
Ey Türk Milleti yılma, korkma gelecek yine senindir...
Allah’ım, memleketimi sensiz bırakma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder