13 Haziran 2009 Cumartesi

ALLAH’IN KULU VE ALLAH’IN SOPASI

ALLAH’IN KULU VE ALLAH’IN SOPASI

Hırsızın biri bir bahçede ağacın tepesine çıkmış, bütün gücüyle dalları silkeleyip duruyordu. Bunu gören bahçe sahibi gelerek:
-Be adam benim ağacıma çıkmış öyle ne yapıyorsun, sen Allah’tan korkmaz mısın? dedi.
Ağaçtaki hırsız pişkinlikle cevap verdi:
-Allah’ın bir kulu, Allah’ın bahçesinde, Allah’ın kendisine ihsan ettiği meyvelerden yiyor. Neden bana bağırıyorsun, yoksa Allah’ın bana yaptığı iyiliği mi kıskanıyorsun? dedi.
Bunu duyan bahçe sahibi hizmetçisine seslendi:
-Aybek, dedi, getir o ipi de şu adamcağıza cevap vereyim.
Hizmetçi ipi getirince, bahçe sahibi hırsızı ağaca sıkıca bağladı, eline bir sopa alarak ona vurmaya başladı.
Hırsız acıyla feryad etti:
-Ne yapıyorsun be adam Allah’tan kork, neredeyse beni öldüreceksin!
Bahçe sahibi sükûnetle şöyle cevap verdi:
-Allah’ın kulu, Allah’ın başka bir kulunu Allah’ın sopasıyla dövüyor, neden bağırıp duruyorsun? (Mesnevî, C.V, beyit: 3077 vd.)
AÇIKLAMA:
Mesnevî’de yanlış kadercilik anlayışı üzerinde sıkça durulur. Hz. Mevlânâ özellikle cebriyeci/fatalist anlayışı yerden yere vurur, insan irâdesinin önemine dikkati çeker.
Bu hikâyenin başlığında da Kur’an’da geçen, şeytanın “Rabbim beni sen azdırdın” (A’raf, 7/16) sözüne yer verilir. Buna göre İblis (şeytan), inanç târihimizde Cebriye diye bilinen anlayışın temsilcisidir.
Sorumluluğu ve günahı üstünden atmak isteyenler Allah’a karşı şöyle bir îtiraz ve savunma tavrı sergiler:
-Benim ne suçum var, kaderi çizen ve işleri yaptıran sensin, o halde beni niçin suçluyorsun, benden niçin hesap sorarsın?
Aslında pasif bir kadercilik anlayışına sâhip olmak yanlıştır. Hâdiselerin oluşmasında epeyce bir yere kadar insan irâdesinin de rolü vardır. Biz kaderimizi önceden bilmediğimiz için, aklımızı ve irâdemizi kullanarak iyinin ve güzelin peşinde olmakla yükümlüyüz.
Ayrıca söz konusu âyetin devâmında Hz. Âdem’in tavrıyla ilgili olarak, “edep” kavramı ve Allah’a karşı saygılı davranmanın önemi üzerinde durulur. Şöyle ki:
İblis sorumluluktan kaçmak için “Rabbim beni sen azdırdın” diye küstahça davranmıştı. Hz. Âdem ile Havva ise, yasaklanmış meyveyi yedikleri için cennetten çıkarıldıkları zaman: (Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ…” “Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyan edenlerden oluruz” dediler.(A’raf, 7/23) Böylece suçu üzerlerine aldılar. Şeytan gibi: “Sen öyle istedin, öyle takdir ettin, biz de yasak meyveyi yedik. Bizim ne kabahatimiz var?” demediler.
Âdem Allah’a olan saygısından ve edebinden dolayı özür diledi; böylece Allah’ın affına ve rahmetine nâil oldu. Sonunda İblis Hakk’a karşı “sen beni azdırdın” dediği için Allah’ın huzûrundan kovuldu. Âdem ise edebe riâyet ettiği için af ve merhamete mazhar oldu.
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde iki tip insanın durumuna çok üzüldüğünü görürüz: Bunlardan biri aşırı kaderci, cebriyeci veya fatalist dediğimiz tiptir. Bu za­vallı, her şeyi Allah’tan bilir, bire yedi yüz veren tohumu toprağa ek­mekten kaçınır, nasipsizliğini feleğe yükler.
İkincisi ise, kaderi tamamen inkâr eden, materyalist inançlı kimsedir ki, böylesi, sebeplerin tuzağına düşer ve sebebi yaratanı yok sayar.
Hz. Mevlânâ bilhassa yanlış kader ve tevekkül anlayışına yük­lenir: Eğer Allah’a mütevekkil isen, çalışmanla tevekkül et. Tohumu ek, sonra da her şeye kadir olan Allah’a dayan. Hz. Peygamber bede­viye ne dedi: “Önce deveni bağla sonra tevekkül et.”
“Doğru, to­pallığımız da vardır, aksaklığımız da. Ama topallık ve aksaklıktan kurtulmak, oturup kalmakla değil yürümekle olur. Bil ki, iyilik de kötülük de senden yeşermektedir. Güzel ve çirkin bütün düşünceler senden, kendinden doğar.”
“Allah bana niçin arzu, niçin düşman verdi diyerek yakınıp durma. Mücâdele için düşmanın olması şarttır. Bir şeye meylin ve is­teğin yokken onu yapmamak zaten sabır sayılamaz.”
Elimizden gelen maddî-mânevî her şeyi yaptıktan sonra, sonuç istediğimiz gibi çıkmazsa, işte o zaman “Ne yapayım kaderim buymuş” diyebiliriz. Böyle hareket etmek, pra­tik bakımdan kendini yiyip bitirmekten, isyan ve şikâyet etmekten daha iyidir. Aksi hâlde insanın ruh sağlığı bozulur, huzursuz, gayr-ı memnun, şikâyetçi bir tip olup çıkar.
Aslında her netîce, kendisini meydana getiren sebeplerden daha fazla şeyler ihtiva eder, yâni ücret hizmetten daha fazla olur. Mevlânâ sorar: “Bir rükû bir secde âhirette bir cennet kazandırmak­tadır.” Okumaz mısın şu Kur’an âyetini: “Allah yolunda malla­rını harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir tane gibi­dir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir, Allah’ın lûtfu geniştir, O bilendir.” (Bakara, 2/261)
Hz. Mevlânâ hikâyenin sonunda yanlış kader anlayışına sahip kimseyi şöyle konuşturur: “Ey kurnaz adam! Ben cebir inancını terk ettim, tövbe ettim. Gerçekten ihtiyar, (yani insanın cüz’î iradesi) vardır, ihtiyar vardır, ihtiyar vardır!”
Bu karmaşık konunun izahı sadedinde A. Avni Konuk şerhinden bazı nakıller yapalım:
Cüz’î irade küllî irâdeye bağlıdır. Hak Taâlâ sana vücud verip, senin var olmanı dilemekle, bu varlık âleminde senin iradeni de var etti. Yani bizim irademizi yaratan da Allah’tır.
Ne var ki, insanın iradesi bir bakıma ezelde istîdat diliyle Hak’tan taleb ettiği biçimde şekillenir. Ama bunun mahiyeti kendince mechuldür ve o bunun sırrına vakıf değildir. İnsan bu dünyada cüz’î iradesini kendi istîdâdının hilâfına olan yönlere sarf edince; Hak Taâlâ küllî iradesiyle onu ezelde talep etmiş olduğu yöne çeker. Bunu da insanın kendi iradesini o tarafa çevirterek gerçekleştirir. “İşleri düzenler âyetleri açıklar” (Ra’d, 13/2) ayetinde bu mânâya işâret vardır. O halde hakîkatte Allah tarafından kula bir cebir (zorlama) yoktur. Cebir, ancak kulun kendi hakîkatinden yine kendisinedir (Bk. A. Konuk, Mesnevi-i Şerif Şerhi, X, 304-305, Kitabevi yayını)

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

4 Haziran 2009 Perşembe

AZ UYU




Bu yazı İstanbul Benötesi Psikoloji Derneğinde yapılan Mesnevi sohbetinin deşifresiyle hazırlanmıştır.


AZ UYU
Efendim az uyumada sadece İslâm âlemini, belli bir tarikat veya belli bir mezhebi ilgilendiren bir durum değil, oda az yeme gibi tüm insanlık âleminin temel sorunlarından biridir. Az yemek Sâlihler âdeti olduğu gibi, az uyumakta Sâlihlerin âdetidir. Çünkü çok yemek gibi çok uyumakta, kalbi gaflete düşürür. Dimâğı uyuşturur. Vücûdumuzu hantallaştırır. Özellikle unutkanlığa ve bir çok hastalıklara sebep olur. Ayrıca çok uyumak gecenin çeşit çeşit mânevi bereketinden, nice ilâhi feyz ve rahmetinden mahrûm kalmamıza da vesile olur. Kur’an-ı Kerimde ; Âli İmrân sûresi 17- Furkân sûresi 64- Müzemmil sûresi 1 ve 4- âyetler, İnsan sûresi 26- İsrâ sûresi 79 ve Zariyat sûresi 17-18 ayetlerde olduğu gibi farklı sûrelerde de geceyle ilgili âyetlere rastlamak mümkün.
Sözü geçen âyetlerde genellikle gece kalkıp ibâdet etmesi için Peygamber Efendimize hitâp vardır. Elbette bu hitâp, Efendimizin âli şahsında öncelikle tüm İslâm âlemine, daha sonrada tüm insanlık âleminedir. Çünkü, Efendimiz Rahmetellil âlemindir. Dolayısıyla da her sözü, her davranışı tüm insanlık âlemini ihâta eder. Peygamber Efendimiz bir hâdis-i şeriflerinde: “Benim Cenâb-ı Allah ile öyle bir ânım var ki; O zaman aramıza ne bir kitap sahibi peygamber, nede Allah’a yakın olan bir melek girebilir” diye buyurmuştur. Şems-i Tebriz-i Hazretleri bu Hâdis-i şerifi yorumlarken şöyle der: “Bu sözle Efendimiz kendi hâlini bize anlatmıyor. Burada ümmetine bir dâvet var . Yâni öyle bir şey yapınız ki, hâliniz de benim hâlim gibi olsun. Bu sözleri efendimizin kendi hâli olarak değil, o hâle bizleri dâvet olarak anlamak lazım” Şems-i Tebriz-i Hazretlerinin bu yorumu elbette çok ulvî, çok doğru bir anlayış, kişinin ufkunu genişletiyor. Gerek Kur’an âyetleri, gerek Efendimizin her hâli, her sözü bizlere bir işârettir. Sırlar diyârına açılan nâ-mütenâhi bir kapıdır. O nedenle sadece işin zâhirinde, sûretinde kalmamak, birazda bâtını mânâsını, özünü, araştırıp öğrenmek, ona göre de hareket etmek gerekir. Malûm sûret bulunan evde namaz kılınmaz demiştir efendimiz. Bu sûreti duvarda asılı resimler olarak düşünmek çok sığ, çok kısır bir düşünce olur.
Necmüddin Kübrâ Hazretleri; Arz edilen âyetlerin özellikle geceye işâret etmesi uyku ile bağlantısı olduğu içindir der ve uykuyu ikiye ayırır.
Bildiğiniz üzere Necmüddin Kübrâ Hazretleri; Kübreviye tarikatının Pir’idir. Hz. Mevlânâ’mız; O yolda yürümüş, O yolda âşıklara sultan olmuştur. Hz. Mevlânâ’nın ilk mürşidi kabul edilen babası Sultanu’l Ulemâ, Necmüddin Kübrâ Hazretlerinin mürididir. Ayrıca diğer bir müridi olan Baba Kemâl Cendi Hazretlerine ise Şems-i Tebriz’i-nin bağlı olduğu kabul edilir.
Böyle bir ulu sultana göre uykunun iki hâline gelince:
1.Uykunun hakikatı
2. Uykunun hikmeti
Uykunun hakikatı: “Kalpteki duygu organları açılsın diye zâhiri duyu organlarını kapatmaktır. Diğer bir anlatımla ancak zâhir duyu organları kapanırsa mânevi duyu organlarımız açılır”
Efendim; bilindiği üzere zâhiri duygularımızın bir de bâtını boyutu var. Yâni mânevi boyutu. Baş gözünü kapatmasak gönül gözü nasıl açılsın ? Elbette bu kapamak geceleri uzun uzun uyumak değil. Öyle olsa az uyu demezlerdi. Necmüddin Kübrâ Hazretlerinin uykunun hakikatı dediği, yâni zâhiri duyguları kapama olayını, Hz. Mevlânâ Mesnevi’de hepimizin anlayacağı bir dille şöyle açıklamıştır: Clt.1. 390: Zindândaki mahpuslar, gece uyuyunca zindânda bulunduklarından habersizdirler. Yüksek mevkîlerde bulunanlar da, refâh içersinde yaşayan mutlu kişilerde uykuya dalınca her şeylerini kaybederler.
Uykuda ne gam, ne kazanmak, ne kaybetmek endişesi vardır. Nede şunun bunun hayâli vardır.
Ârif olan zâtın hâli, uyanık iken de aynen böyledir. Ârif kişi baş gözü açık iken de dünya’ya karşı uykudadır.
Cenâb-ı Hakk Ashâb-ı Kehf hakkında: “Onlar uykuda idiler tâbirini kullanmıştır”
Bu nasıl olur ? deme. Onlar gece gündüz dünya hallerine uykuya dalmışlardır. Onlar Cenâb-ı Hakk’ın elinde evirip çevirdiği kalem kesilmişlerdir.
Yazı yazan eli göremeyen kişi, sâdece kalemin hareket ettiğini görürde yazma işini kalemden bilir”
Halkın hiss uykusuna, tabiî uykuya dalarak, hiç değilse uyuduğu zaman bu âleme gözünü kapasın da dünya hırsından kurtulsun diye Allah âriflerin halinden misaller vermiş, örnekler göstermiştir.
Dünya’da bugün bile nice Ashâb-ı Kehf vardır ki, belki senin yanı başında karşındadır.
Onlara yâr olan dost da, şimdi mağarada onlarla sohbettedir. Fakat senin gözün ve kulağın mühürlü olduğu için bunlardan sana ne fayda var”
Efendim görüldüğü üzere, Ashâb-ı Kehf’te yüzyıllar öncesinde kalmadı. Şu an içimizde yaşayan nice Ashâb-ı Kehfler var. Onları asırların gerisinde düşünmek çok büyük yanlış olur. Hz. Pir’imizin buyurduğu gibi beklide yanı başımızda nice Ashâb-ı Kehf’ler var ama; görmeyene, bilmeyene ne fayda. Ayrıca sizlerinde fark ettiği gibi uyku ile uyanıklık ta birbirinden ayrılmayan bir bütün. Bâzen uykunun adı uyanıklık olurken, bâzen de uyanıklık uyku oluyor. Ya Ashâb-ı Kehf gibi gündüz bile dünya’ya karşı uykuda olacağız, ya da, herkes uyurken bizler gecenin belli bir zamanında zikir, fikir, şükür içersinde uyanık olacağız. Tercih bize bırakılmış. Önemli olan hangi uyku, hangi uyanıklık içerisinde olduğumuzdur.
Mesnevi clt.3.1222: “Şu dünyada baş gözü açık, fakat gönül gözü uykuda nice kişiler vardır.
Gönlü uyanık olan kişi, baş gözünü kapasa bile, ona yüzlerce basiret gözü açılır. Eğer sen gönül ehli değilsen uyanık ol. Daima uyanık bulun. Allah’tan gönül iste bunun için çalış çabala.
Eğer gönlün uyanık ise korkma ! baş gözün ile uyumaya bak bir hoşça uyu ! Artık senin gözünün önünden ne yedi kat kaybolur, nede altı yön !
Hz.Peygamber buyurmuştur ki; “Benim gözlerim uyur ama gönlüm hiç uykuya dalmaz” Gönül gözü açık olarak uyuyanlara benim canım fedâ olsun”
Bu beyitler bendenize çok güzel bir sözü hatırlattı: “Ârifin uykusu, câhilin ibâdetinden çok daha hayırlıdır” Çünkü onlar zâhiren uyurken bile kalpleri dâimi zikir hâlindedir. Belki baş gözleri kapalıdır ama, gönül gözleri açıktır. Onların uykusu ibâdetin özü, kulluğun ta kendisidir. O nedenle; Hz. Mevlânâ: Allah dostlarını tanımak, Allah’ı tanımaktan daha zordur. Velilerin hâllerini kendi hâlinle kıyaslama. Sen bal yersin zehir olur. O zehir yer bal olur der. Hz. Ömer’in Bizans emirinin getirdiği bir şişe zehri gül şerbeti gibi içmesi buna çok güzel bir örnektir. Zaten Allah dostlarından tecellî eden davranışları, kendi nefsâni duygularımızla karıştırdığımız için bu âlemde o mübarek insanları tanımak çok az kimseye nâsip olmuştur. Allah dostlarını tanımak, bilmek çok daha zordur çünkü onlar gizlidir. Cenâb-ı Hakk ise ayân beyân ortadadır.
Ayrıca şu beyitte çok önemli: “Eğer sen gönül ehli değilsen uyanık ol. Dâima uyanık bulun. Allah’tan gönül iste bunun için çalış çabala”
Hâlbuki hepimiz kendimizi gönül sahibi zannederiz. Ne yazıktır ki olmayan gönlümüz en ufacık bir şeyde, hemen ya incinir, yada kırılır. Kırılan, incinen nedir ? hiç düşünmeyiz bile. Herkes gönül sahibi olsa idi: Yunus Emre der: “Hoca istersen var bin hacca, hepsinden iyice bir gönül’e girmektir” denir miydi ? Gönül denilen şey nasıl bir şeydir ki, bin hacdan daha efdaldir. Mesnevi’de: “Sen, bende gönül var diyorsun. Diyorsun ama, gönül dediğin şey arşın üzerinde olur. Hâlbuki sen aşağıların aşağısındasın. Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Bilir ama, O suyla abdest alınmadığını da herkes bilir. Sen kara balçığa dönmüş gönlüne gönül diyemezsin” Niyâzi Mısrî Hazretlerinin de aynı mânâda çok güzel bir beyti var: “Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş / Kibir ile hased askeri her yanını almış” Evet efendim ne yazıktır ki işin gerçeği böyle. Biz aslolan kendi konumuza dönecek olursak: Rubâiler clt.4.146: “Geceleyin yol yürünür, çünkü gece sırların rehberidir. Herkes uyurken ilâhi aşk sırları mânâ zevkleri gece gönle gelir. Çünkü ancak geceleri gönlün kapıları açılır”
İlk başta arz ettiğim âyetlerde hep geceye takabül ediyordu. Neden ille de gece gönül kapıları açılır ? Çünkü, gündüzün maddi koşuşturmaları, hâyal ve hülyaları bizi öyle bir âleme çeker ki, değil mânâ iklimini hissetmek, kendimizi bile madde âleminde kaybederiz. Sizde bilirsiniz, çoğu insanın değil beş vakit namaz kılmaya, Cum’a ya gitmeye bile vakti olmaz. Vakti olup gitse huzûr bulmaz, bulamaz. Çünkü Cum’a da yine kendi işi gücüyle cem olmuştur. Hutbeyi bile kendi nefs sesinden dinler. İşte burası câhilin ibâdetinden ârifin uykusu daha hayırlıdır sözünün geçerli olduğu yerdir.
Sohbetimizin başına dönecek olursak: Uykunun hakikatından bahsediyorduk. Arz edilen beyitlerden kısaca şunu anlıyoruz: Zâhiri duygularımızı kapamak bu vesileyle de mânevi duygularımızın açılmasına fırsat vermek. Konumuz uyku olduğuna göre baş gözümüzü kapatacağız ki, gönül gözümüz açılsın. Baş gözümüzü geceleri vücudun ihtiyacı ölçüsünde kapatırsak sadece rûhumuz dinlenir. İhtiyacın dışında fazla uyku ise, rûh’u rahatsız, bedeni de hasta eder. Fakat Ashab-ı Kehf gibi gündüz bile gözlerimizi dünyaya karşı kapatabilirsek, bedenimiz sağlıklı, rûhumuz dingin ve huzûrlu olduğu gibi ayrıca mânevi görüş sahibi de oluruz inşallah. Önemli olan tüm organlarımızla birlikte gözümüzü de, yaratılış gayesine uygun bir şekilde kullanmak, sîret ile sûret arasında bir denge kurmak, gözümüzü kendimize dost etmeye çalışmaktır. Nitekim; Niyâzi Mısrî Hazretleri: “Bir göz ki olmaya ibret nazarında / Ol düşmanıdır sâhibinin başı üzeride” Demiştir.
Necmüddin Kübrâ hazretlerine göre uykunun hikmetine gelince: “Rûhumuz şu süfli bedenimizde “Garip” bir haldedir. Bu bedenimizi ıslah ederek, faydalı olanı elde edip, zararlı olanı da def etmeye çalışır. Kişi uyanık olduğu müddetçe rûh bedende hapsolmuş bir vaziyettedir. Kişi uyuyunca kutsî rûhta aslî vatanına gider. Gayb âlemindeki huzûrla dinlenir. Melaküt âlemine gittiği zaman şahadet âlemini de misâlleriyle görür.
Mücahade ehli kişi az yiyerek az uyuyarak üzerindeki hava su ateş toprak ateşin hakimiyetini eritir yok ederse gönül gözüyle bu âlemde bile melâküt âlemini temaşa eder. Yâni rüya yoluyla değil, rüyet yoluyla her şeyi görür bilirler”
Hatırlarsanız daha önceki Mesnevî sohbetlerimizin birinde bu rüyet yoluyla bilme konusunu uzun uzun konuşmuştuk.
Hz. Mevlânâ; görüş sahibi Allah dostları doğdukları günden ölecekleri güne kadar neler yaşayacaklarını görür bilirler. Hatta bir tek kendilerininkini değil, doğuda batıda ki tüm insanların neler yaşayacaklarını bilirler. Fakat Allah’ın takdirini tedbir ederek değiştirmezler diyordu. Bu duruma en güzel örnekte yine Peygamber Efendimiz ve Hz. Ali Efendimizdi. Bu konular Mesnevî beyitleriyle çok geniş bir şekilde açıklanmıştı sizlere.
Uykunun hikmetine dönecek olursak; Demek ki rûhumuz bizler uyanık olduğumuz müddetçe hapsolmuş vaziyette darda sıkıntıda kalmaktadır. Ancak uyuduğumuz zaman rûh kendi âlemine gidip biraz huzûr buluyor, dünyevi sıkıntılardan kurtuluyor. Tüm bunların çok daha iyi anlaşılması için yine Mesnevî’den bâzı beyitleri sizlere özet olarak arz etmek isterim. clt.1.396: “Halkın canları geceleri nedeni, niçini olmayan bir sahraya “Rûhlar âlemine” gider. Rûhları rûhlar âleminde, bedenleri de yattıkları yerde istirahat eder.
Cenâb-ı Allah sonra ilâhi bir işâretle bütün rûhları tekrar ten tuzaklarına getirir. Onları iyi ve âdil bir insan olmaya dâvet eder.
Vaktaki seherin nûru görünür, felek akbabası altın kanatlarını çırpar, sabah olur güneş doğar.
Sâbahların yaratıcısı olan Allah, İsrafil gibi bütün rûhları alır o ülkeden, rûhlar âleminden şu gördüğümüz âleme sûret âlemine getirir.
Etrafa yayılmış, dağılmış olan rûhları ten ile, ceset ile bağlar. Böylece bedenleri tekrar rûhlara hamile yapar, gebe bırakır.
Geceleri insan uykuya dalınca can atlarının beden eğerlerini soyar alır. “Uyku ölümün kardeşidir” hadisinin sırrı da budur.
Fakat sabahleyin tekrar gelmeleri için ve tenle ilgilenmeleri için rûhların ayağına uzun bir ip bağlar.
Bağlar ki, gündüz olunca mânâ âlemi çayırlığından geri gelsinler. Tekrar kulluk yükünün altına girsinler.
Aynı konuyu İbrahim Hakkı Hazretleri de dile getirmiş oda Necmüddin Kübrâ ve Hz Mevlânâ ile aynı şeyleri ifade etmiştir. Bu konuda farklı bir örnek olması açısından onu da özet olarak arz etmek istiyorum.
“İnsan o ulvî âlemden, bu sufli âleme “Garip” olarak gelmiştir. Ve hayvâni nefsin işleriyle uğraşır olmuştur. Onun menfaatine koşar. Zararını da engellemeye çalışır. Nefse bağlanmış ve bedene tutunmuştur. Bu yüzdende dar ve zor bir dünyada “Garip” olan rûh bedende tutsak olup kalmıştır. Bu cismi uyku bastırdığı zaman rûh kendi saltanatına yükselip iki türlü fayda bulur.
Birincisi şu ki: Bu nimet ve rezâlet âleminde çektiği gurbet zahmetlerinden tamamiyle kurtulup bedenin nefsâni işleriyle uğraşmaktan âzâd olur”
Efendim bir kez daha arz etmek isterim. Nefs bu dünya’ya aittir. Rûh ise bekâ âleminden gelmiş fâni dünyamızda garip kalmıştır. “Kur’an da “Gariplere yardım ediniz” âyeti öncelikle ötelerden bu âleme gelip bedenimizde misafir olan rûhumuza sahip çıkmayı, ona yardım etmemeyi emreder. Çünkü gerçek garip rûhumuzdur. Ne yazık ki bizler garip ve yabancı deyince sadece bir beldeden bir beldeye göçen muhâcirleri düşünürüz. İnşallah âyet ve hâdisleri farklı mânâları ile de anlamak cümlemize nasip olur. Bildiğiniz üzere psikolojik rahatsızlıkları olan çoğu kişiler bilinçsizce kendini uykuya verir veya doktoru tarafından ilâçla uyutulur. Sebep aynı; Hayvâni duygularımızın esareti altına giren rûh’u kısa bir müddet içinde olsa rahatlatmaya çalışmak. Şu fâni âlemin tasa ve sıkıntısından kurtarıp dinlendirmek. Fakat bu da yanlış anlaşılmasın ! söz konusu olan uyku, nefs elinden çaresiz kalan rûha sâdece geçici sun-i bir rahatlıktır. Asla kalıcı bir çözüm veya bedenimize gerçek bir şifâ değildir. Sun-i teneffüs halinde ne kadar real bir yaşam içerisinde olabiliriz ki ? Gerçek rûh huzûru az uyumakla veya Ashâb-ı Kehf gibi dünya’ya karşı uykuda olmakla elde edilir. Az uyumayı da zikir, fikir, şükür ile birleştirdiğimizde bize şifâ olacaktır. Geceleri kendi kendimizle kavga edip, sabah az uydum diye isyân edip, sonuç olarak ta maddi mânevi huzûr ve şifâ bekleyemeyiz. Rejimle riyâzet bir olmadığı gibi, rahmâni olan uyku ve uyanıklıkla, nefsâni olan uyku ve uyanıklıkta bir değildir. Ayrıca şunu da arz etmek isterim: Hem aslî vatanından uzak düşmek, hem hapsolduğu bedenin bitmez tükenmez beşeri arzuları rûh’u rahatsız eder, fakat hasta etmez. Çünkü rûh hasta olmaz. Mesnevi’de Hz. Mevlânâ şöyle der: Clt.4.3788: “Bozulanlar, değişenler bedene ait olan duygu ve huylardır. Değişim yeri bedendir. Ölümsüz olan rûh parlak ilâhi bir güneştir. O güneş gibi olan rûh hiç değişmez, bozulmaz, başka şekle bürünmez. Hastalık, uyku, ağrı, sızı gibi sıfatlar bedene aittir. Rûh’un bu sıfatlarla ilgisi yoktur. Rûh fâni olan bu sıfatlardan temizlenmiştir”
Gaflet içinde çok uyumak veya tümüyle maddeye dayalı bir yaşam içerisinde olmak yaratılış gayemize ters düşer. O nedenle de rûh’umuz rahatsız ve mutsuz olur. Bu rahatsızlıkta bedenimizde hastalık olarak zuhûr eder. Diğer tüm rûh’i hastalıkları da bu çerçeveden düşünmek gerekir. Daha önceki sohbetlerimizde çok sık dile getirildi. Topraktan gelip toprağa gidecek olan bedenimizi besleyen her şeyin rûhumuzla hiçbir ilgisi yok. Bedenimizi mutlu eden şeyler tam tersi rûhumuzu rahatsız eder. Çünkü bedenin mutluluğu nefsin mutluluğu demektir. İbrahim Hakkı Hazretleri: “Bu cismi uyku bastırdığı zaman rûh kendi saltanatına yükselip iki türlü fayda bulur” Diyordu. Birincisini arz etmeye çalıştık.
İkincisine gelince: “O ulvî rûh kendi vatanına yükselip ilk akıldan bâzı sırlara muttali olarak berzah âleminde mahbus olduysa da o vasıtayla nice mânâlar yakalamıştır. Şahadet âleminde de benzerleriyle izâha kavuşmuştur. Vak’anın tam ifadesi şudur ki: Geçmiş işlerin uyarıcılığı ve gelecek hallerin müjdesi doğru bir rüya halinde malûm olmuştur. Eğer uyuyanın rûhu berzahtan geçip akl-ı küll ile karşılaştı ise o vasıtasız müşahade ile bir çok ilhamlara nâil olmuş ve onun uykusu bir gündüz uyanıklığı olup murakabe ile sırların keşf edildiği deryaya dalmıştır”
Bu da yine ârifin uykusunun hayr-ü hikmeti ve bazı uykuların nasıl uyanıklığın ta kendisi olduğudur. “Gerçek olan şu ki: Uyku tembellik ve gaflettir. Rûhâni uyku ise; Mevlâ’nın huzûruna yükselmektir. Câhilin uykusu bir nevi ölümdür. Ârifin uykusu zihni açar. Avamın uykusu perîşânlık ve derttir. Havâssın uykusu tam bir muhabbettir. Ham adamların uykusu gaflet ile vakit geçirmek. Olgunların uykusu ise öz’e itaattir”
Derler ki; “Gönül adamlarından biri, bir tekkede birkaç gün misafir olmuş. Her gün on adamın yediğini yiyip, bütün gece uyuyup, bütün günlerde konuşmuş.
Oradaki dervişler o kişinin çok yiyip, çok uyuyup, çok konuşmasından rahatsız olmuş ve şeyh efendiye şikayet etmişler.
Şeyh efendi şikayet edilen kişiyi yanına çağırıp şöyle demiş: Erenlerin yolunun esası az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Sen ise tam tersini yapıyor, bu halinle tekkeye yük oluyormuşsun.
Misafir şeyhi dinledikten sonra: Eğer benden size şikayetçi olan dervişler irfân sahibi olsalardı, şikayet yerine teşekkür ederlerdi. Zira bizim yediğimiz yemek değil sadece nûrdur. Biz geceleri uyumaz sadece huzûra yükseliriz. Ayrıca boş konuşmaz sadece hikmet söyleriz.
Sözün özü şu ki; bu kemâle ulaşmamış kişiler için çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak büyük bir kayıptır”
Bu menkıbede, “Ârifin uykusu ibâdettir. Câhilinki kâbahattir. Ârif yer nûr olur. Câhilinki zûlmettir” sözünü doğruluyor.

nurartıran

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...