11 Eylül 2018 Salı

BANA ALLAH’IM YETER


BANA ALLAH’IM YETER
  Neslihan Nur Türk

Ey kardeşim, sana muhtaç bir garîbim iyi bil!
Ve fakat şunu da bil ki bana Allah’ım yeter!
Ey Kardeşim!
Şükür ki biz, muhabbetle “İşte evim, işte malım!” diyen Ensâr’a, teşekkürle “Malın mülkün sana mübârek olsun, bana çarşının yolunu göster!” diye cevap veren yıldızların aydınlığında yürümedeyiz. Müstağnî olmak îmandandır. Diğer yandan, ikrâmına, ihsânına pek muhtâcım ve yardımlaşmak da îmandandır.
Lâkin yardımını ancak, samî­miyyet ve iyi niyet taşıdığın, Allah ve Rasûlü’nün ölçülerine sâdık kalarak yaşamaya çalıştığın sürece kabûl edebilirim. Sakın beni, sana her hâl ü kârda el açacak bir zavallı sanma! Böyle bir zanna düştüğün anda, bana Allah’ım yeter!
Kardeş olacaksan, Allah rızâsı için ol. Zanlarından, art niyetlerinden, nefsinin bulanıklığından kurtul da ol. Çünkü ben sana, içindeki dışında saf bir çocuk gibi kardeş olurum. Elimdekini çekinmeden verişim, ihtiyâcım olduğunda çekinmeden isteyişim bundandır. Senden yardım istersem, bu sadece garipliğimden değil, aynı zamanda sana, yardım etme fırsatı vermek istediğimdendir.
Hayrın sadece vermek olduğunu zannedenler, zamanla istemeye çekinen ve istemeyi zillet olarak gören bir bakışa bürünmüşler. Halbuki hayır, bazen de birinin diğerinden yardım istemesidir. Kabûl eden olmasa, veren nasıl verecektir? Ara sıra iste. Dikkat et de hep birine yardım ede ede, hep bir muhtâca vere vere, nefsin kendinde üstünlük vehmetmeye kalkmasın.
Evet, veren el, alan elden üstündür.1 Bu sebeple tüm mü’minler, almaktan evvel vermeyi dilemelidir; fakat şunu da atlamamak lâzım ki aslolan, verenin hangi niyet ve tavırla verdiği, alanın da hangi niyet ve sebeple aldığıdır. O hâlde, vereni şartsız üstün, isteyeni de şartsız yüzsüz îlân etmek, son derece tehlikeli ve kısır bir yaklaşımdır. Zaten asıl üstünlük ne vermekle ne de almakla değil, takvâyladır.2
Allah, Sevgili Habîbi Hazreti Muhammed Mustafa için dilese, dağları altın ederdi. Şüphesiz Allah buna kâdirdi; fakat o Rasûl i Kibriyâ, bunu hiçbir zaman istemedi. Açtığı hayır kapılarıyla, en zenginin de en fakîrin de sevâba girebilmesi için fırsat verdi. Bütün ihtiyâcını Allah giderebilecekken, insanlardan istedi. Bunu, nefsi için değil, mü’minler arasındaki kardeşliğin kuvvetlenmesi için yaptı. İslâm adına zekâtı ve sadakayı, şahsı adına da ikrâmı ve hediyeyi kabûl etti. Kendisine gökten sofralar indirilebilecekken, arkadaşlarının fakir evlerinde yüzlerce ashâbıyle birlikte misâfir olmayı, Allah’ın lûtfu ile bereketlenen o lokmalarla doyurup doymayı tercih etti. Yani? Yani kardeşliğin pekişmesi için adımlar atmayı, her hususta müstağnî olabilecekken, çoğu zaman yardımlaşmayı ve yakınlaşmayı seçti.
Sünnetteki durum bu iken, bugün Müslümanların neden birbirine ihtiyâcını arz edemez hâle geldiğini, ihtiyâcını arz etmenin neden zayıflık gibi algılanır olduğunu düşünmek lâzım. Sonra, adımız ihvan, adımız kardeşken, aslımızın nasıl da yabancı olduğunu, bu sebeple zorda kalanların nasıl fâizli bankalara, mafyalara ya da yanlış düşünce ve davranışlara sürüklendiğini görmek lâzım.
Eğer bunu görebilecek gözlerimiz varsa, hemen şu soruları sormamız gerektiğini düşünüyorum:
Din kardeşime ne kadar borç verebiliyorum, ne kadar hîbe? Yani? Yani verdiğimi ne kadar karşılıklı verebiliyorum, ne kadar karşılıksız? Borcun karşılığı bire bir, hîbenin karşılığı ise ihlâsa göre kimi zaman bire bin iken, ben hangisini seçiyorum? Bu hususta Rabbime olan îtimâdım ne durumda? Bir insana, kendisine borç verebilecek kadar güveniyorum da neden Allah’a, vaâdini yerine getireceği husûsunda güvenmekte zorluk çekiyorum?
Neden beş yaşındaki bir çocuğun sâfiyetiyle ihtiyâcımı isteyemiyor ve aynı sâfiyetle ihtiyâcı olana veremiyorum? Almak zorunda kalınca, neden nefsimin tellâlları bağrışmaya başlıyor? Neden mahcup, neden ezik, neden kötü hissediyorum? Vermek durumunda kalınca, neden aynı tellâllar yine iş başında? Neden üstün, neden güçlü, neden çok iyi hissediyorum? Üstünlük ancak takvâ ile değil mi? Alan da veren de Hak değil mi? O halde alırken ve verirken kılıktan kılığa giren bu nefse lâzım olan, okkalı bir dayak değil mi?
Neden bir din kardeşim yardım isteyince, nefsim bulanık bir suya dönüşüyor? Neden biri benden yardım istediğinde, nicedir aradığı delîli bulmuş olmanın aceleciliğiyle hiç düşünmeden hüküm veren acemî bir yargıç gibi, sanki din kardeşine ihtiyaç bildirmek suçmuşçasına, “Peygamber böyle mi yapıyordu?”, deyip ukâlâca ahkâm kesiyorum? Neden asıl meseleye değil de tâlî mevzûlara dalıp kayboluyorum? Kardeş olmanın sevincini yaşamak ve yaşatmak varken, neden hep nefsimin abuk sabuk vesveselerine takılıp yolda kalıyorum?
Bana öyle geliyor ki “Üstünlük” kelimesine yüklenen mânâ “Takvâ” olmayınca, istemek de, var demek de, yok demek de zor. Peki, böylece yardımlaşamaz hâle gelen toplumda, din kardeşinden yardım isteyemeyenler ne yapıyor? Kardeşten isteyemediği için, kalleşin kapısına düşüyor. Kalleş kim? Verdiğini fâiziyle veren, alamadığında fâiziyle geri isteyerek zûlmeden. Kardeş kim? Verdiğini fâizsiz veren, alamadığında mühlet tanıyıp ferahlık veren. Bir de Can Kardeş var! O kim? O, verdiğini hîbe eden, karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyerek, alana zerrece mihnet yüklemediği gibi bir de o muhtâca, “Kabûl ettiğiniz için teşekkür ederim”, diyebilen.
Kardeşimsen, iyi bil ki ben bir garîbim ve her dem, yapacağın iyiliklerle sevinip ferahlamak dilerim. Zorda kalırsam, hiç çekinmeden, saf ve temiz bir gönülle ve rahatça senden isterim. Zorda kalırsan, sen de benden aynı rahatlıkla isteyebil isterim. Yoksa yok de, varsa var. Kardeşsek, birbirine olmadığı gibi görünmeye çalışmanın ne anlamı var?
Hem bilir misin? İnsan, bir şeyleri ne kadar tek başına başarıyorsa, o kadar çok nazara ve kıskançlığa mâruz kalıyor. O zaman gel, zorluklarımızın üstesinden yardımlaşarak gelelim. Böylece hiçbir şeyin durduk yerde olmadığını, basit bir dünya malını elde ederken bile ne zorluklardan geçtiğimi gör.
Unutma ki biz birbirimize yardım etmezsek ve dost olmazsak, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur.3 Allah, İslâm’a ve Müslümanlara yardım edene yardım eder ve onun ayaklarını sağlamlaştırır.4
…Ben beni bileyim. Sen de seni bil! Senden istiyor gibi görünürken, ancak Allah’tan istediğimi de bil! İyi bil ki senin bana verebileceğin ancak, Rabbimin seni sebep kılarak bana ikrâm etmeyi dilediği kadardır. Eğer sen, gerçek îman ehliysen, işte bunun, yani Allah’ın hayırlara sebep kıldığı kimselerden olmanın derdine düş. Ey kardeşim! Sana muhtaç bir garîbim iyi bil! Ve fakat şunu da bil ki bana Allah’ım yeter!
Dipnotlar: 1) Buhârî, Zekât 18. 2) Hucûrat, 13. 3) Enfâl sûresi, 73. 4) Muhammed Sûresi, 7

4 Eylül 2018 Salı


Hazret-i Hüseyn Kûfe’ye gitmek için sefer hazırlığını tamamlamakla meşgul…

Tam yola çıkacağı sırada, evvelâ Ömer Bin Abdürrahman, sonra ibn-i Abbas, karşısına çıktılar ve yalvardılar:

- Kûfe’ye gitme! Oranın halkı dönektir. Sen Arabın efendisi bulunuyorsun! Hicaz halkı senin peşindedir. Mekke’de kal ve biy’at imkânını burada hazırla! Eğer Iraklılar vaadlerinde sadıksa, ne diye seni çağırıyorlar; yığınlar halinde buraya gelsinler!.. Eğer mutlaka Hicaz’dan ayrılman gerekse Küfe gibi netameli bir yere gideceğine, hiç olmazsa Yemen’in kaleleri kuvvetli, arazisi dağlık ve her türlü korunmaya müsait, halkı da senin baba dostların… Gitme, yâ Hüseyn, Kûfe’ye gitme!

Hazret-i Hüseyn mukabelede bulundu:

– Öğütleriniz babaca, ilginiz de kardeşçe… Ama benim buradan çıkmam ve Küfe yolunu tutmam, artık bir oldu-bitti hükmündedir. Bana selâmet dilemekten başka size vazife kalmamıştır.
Tekrar yalvardılar:
– Hiç olmazsa ev halkını ve yakınlarını beraber götürme!
Hazret-i Hüseyn bu tavsiyeyi de dinlemedi. Kader o türlü hükmünü yerine getirdi ki,Peygamber torununa hiç bir mantık tesir edemedi. Çoluğunu çocuğunu, bütün yakınlarını topladı ve Irak istikametinde Mekke’den yola çıktı. Biraz ileride şair Ferzedak’a rastladı ve sordu:
– Halk ne düşünüyor, halleri nasıl?
Büyük şair ve hikmet adamı, şu cevabı verdi:
– Halkın kalbi seninle ama kılıçları senin düşmanlarınla… Kaza ve kader gökten iner ve Allah dilediğini işler.
O sırada Abdullah Bin Cafer’in oğullan yetişti. Babalarının bir mektubunu Hazret-i İmama verdiler.
Mektup, kendisi yetişinceye kadar ileriye gitmemelerini rica ediyordu. Hazret-i Hüseyn yoluna devam etti. Kûfe’deki hâdiselerden habersiz olduğu için, yola çıktığını ve yakında Kûfe’ye ulaşacağını bildiren bir mektup yazıp yakınlarından
biriyle oraya gönderdi. Mektubu götüren Kadisiye’de yakalandı. Küfe Valisi Ubeydul-lah’a gönderildi ve onun emriyle öldürüldü.
Hazret-i Hüseyn hep yoluna devamda… Yolda bazı kimseler kendisine katıldı. Yol almaya devam ettiler. Sa’lebiye mevkiinde Müslim Bin Akîl’in öldürüldüğü haberini aldılar.
Bütün kafile gözyaşları içinde kaldı. Bazı dostları tekrar rica ettiler:
– Dön, geriye dön, yâ İmam!
Müslim’in kardeşleri atıldılar:
– Ya kardeşimizin intikamını alırız, yahut biz de onun gibi şehitlik şerbetini içeriz! Başka türlüsü olamaz!
Hazret-i Hüseyn bu dileği doğru buldu ve yine yola devam emrini verdi. Birkaç konak sonra, Müslim’in arkasından gönderdiği süt kardeşi Abdullah’ın da Ubeydullah tarafından şehit edildiği haberi geldi. Kafilede teessür ve ıstırap büsbütün arttı. Yine yola devam…
Şeraf Nehri geçildikten sonra, karşıdan görünen bir alay süvari…
Bunu görünce sağ tarafta bir dağa saptılar. Atlılar da onları takip etti ve karşılarına kondu. Atlıların başında Hür Bin Yezîd isimli bir adam… Namaz vakti gelince Hazret-i Hüseyn’in müezzini ezan okudu. Hazret-i İmam’ın arkasında cemaatle namaz kılındı. Hür Bin Yezid de askerleriyle birlikte Hazret-i Hüseyn’e uydu ve namazı edâ etti. Namaz bitince Hazret-i İmam bir hutbe okudu ve dedi.
– Biy’at için Kûfeliler tarafından edilen davet üzerine geldim!
Hür cevap verdi:
– Biz seni davet edenlerden değiliz! Biz, seni bulup Kûfe’ye kadar senden ayrılmamaya memuruz!

Bunun üzerinedir ki, Hazret-i Hüseyn, ilk defa olarak, maiyetindekilere, atlarına binip geri dönmeleri için emir verdi.
Fakat Hür bu emre mâni oldu:
– Ne Medine’ye gidebilirsiniz, ne de Kûfe’den başka bir yere! 

Tutuklanmış bulunuyorlardı. Atlarına bindiler ve sol tarafa doğru yol aldılar. Hür ve atlıları, peşlerinde…
Biraz ilerleyince, karşılarına Küfe ve civarından bir kaç kişi çıktı. Hür, bunları Hazret-i Hüseyn ile görüştürmemek istedi. Fakat Hazret-i Hüseyn’in sert ısrarına karşı duramadı ve görüşmelerine razı oldu. Gelenler, Kûfelilerin hâlini ve Müslim ile öbürlerinin nasıl gaddarca şehit edildiklerini anlattılar. İçlerinden biri şöyle dedi:

– Senin dostun az, düşmanın da çok… Gel bizim oymağımızın bulunduğu dağa çekilelim! O dağda, düşman üzerimize derya misali asker gönderse yine bir şey yapamaz! On gün geçmeden civar kabileler de imdadımıza gelir. Efendileri olduğum yirmi bin Tâi’nin, hemen emriniz altında toplanmasını taahhüt ediyorum.
Hazret-i Hüseyn:
– Allah sana iyi akıbet ihsan etsin. Fakat şimdilik bizim yolumuzu değiştirmemiz güçtür!
Dedi, gelenlerden ayrıldı ve Muharrem’in ikinci günü Kerbelâ sahrasına kondu.
Kerbelâya inişin ertesi günü, karşılarında, 4000 kişilik bir kuvvet…Kumandanları Ömer Bin Saad…
Ubeydullah’ın adamı Ömer, derhal Hazret-i Hüseyn’e bir elçi gönderdi ve sordu:
– Niçin geldiniz?

– Kûfeliler istedi, ben de geldim. İsteklerinden caydılarsa ben de döner giderim.
Ömer bu cevabı dört nala, Ubeydullah’a bildirdi. Gelen emir:
– Evvelâ Yezîd’e biy’at teklif et! Kabul ederse ne âlâ!.. Etmezse sularını kes ve Hüseyin’i, diri veya
ölü, ele geçir!..
Teklif edildi:
– Yezîd’e biy’at et yâ Hüseyn!
-Asla!..
Bunun üzerine Ömer, su ile Hüseyn’in arasına girmek
üzere beşyüz atlı gönderdi. Atlılar suyu tuttu ve Hazret-i Hüseyn, cephesi ve cenahından kuşatılmış,
çöl ortasında susuz ve yardımsız, kala kaldı.
Suyu tutanlardan bir lânetli, Hüseyn’e şöyle haykırdı:
– Bir damlasını tadamadan, suya baka baka öleceksin!
Peygamber torunu dua etti:
– Yârabbi, sen bu adamı susuzlukla helak et!
O adam birdenbire hastalanacak, hastalığı suya doyamamak olacak ve kırbalarla su içtiği halde susuzluktan kıvrana kıvrana can verecektir.
Hazret-i Hüseyn o gece Ömer’le tenhada, görüştü:
– Bırakın beni, ya Medine’ye döneyim, yahut kâfirlerle çarpışmak üzere Türkistan taraflarına gideyim! Yahut doğru Şam’a yollanayım!
Ömer bu teklifleri beğendi ve hemen Ubeydullah’a yazdı. Ubeydullah da mektubu okuyunca hoşlandı ve:
– Ne güzel teklifleri!.. Kabul ettim! Birinden birini seçelim!
Dedi. Fakat, huzurunda bulunan Şemir isimli korkunç
nasipsiz, hemen Ubeydullah’ı önledi:

– Sen ne yapıyorsun? Hazır eline düşmüşken fırsatı nasıl kaçırıyorsun? Bilmiyor musun ki, bu adam, nereye gitse taraftar toplar, kuvvetlenir ve senin başına belâ kesilir? Hususîyle, gece, Ömer’i bir kenara çekip yalnızca konuşmuş… Şüpheli durum!… Sen Ömer’e yaz, etrafındakilerle beraber buraya gelmesini Hüseyn’e teklif etsin!.. Gelecek olursa hakkında kararı sen verirsin. Dilersen cezalandırır, dilersen affedersin!..
Ubeydullah bu zehirli telkinlerin ağına düştü ve Ömer’e emir yazdı:

– Hüseyn’e, yanındakilerle beraber bana gelmelerini teklif et! Kabul ederse, hepsini al, getir! Kabul etmezse onunla cenkleş, hepsini yere ser ve atlara çiğnet!
Emri de, Şemir’e verdi:
– Şayet Ömer emrime karşı koyacak olursa başını kes ve bana gönder! Sana yetki veriyorum!
Böylece kumandayı eline almaya kadar muvaffak olan hain, cebinde mektup ve yetki kâğıdı, yola çıktı ve Muharremin dokuzuncu günü Kerbelâ’ya vardı. Ömer, getirdiği nâmeleri gözden geçirdikten sonra Şemir’in karanlık suratına baktı ve nefretinden bu surata tüküreceği geldi. Ağzına gelen suçlandıncı lâfları etti; fakat hilekâr Şemir’in telkinlerine kapılmakta o da gecikmedi. Kendisini yüksek rütbelerin cazibesiyle avlayan Şemir’in emrine baş eğdi ve akşama doğru askerine Hüseyn’i her yandan kuşatma emrini verdi.
Hazret-i Hüseyn, böyle geç vakit yapılan kuşatma hareketinin sebebini sormak için kardeşi Abbas’ı gönderdi. Abbas, artık karşı tarafla cenk halinde bulundukları cevabını aldı. Hazret-i Hüseyn, Abbas’ı tekrar göndererek şu istekte bulundu:– Cengi yarın sabaha kadar erteleyelim…
Ömer bu dileğe müsbet cevap verdi. Peygamber torununun maksadı kendi ev halkına ve yakınlarına gereken öğütleri vermek ve o geceyi ibâdet ve istiğfarla geçirmekti.

Etrafındaki leri topladı ve söze başladı:
“- Allahım; sana hamdederim ki, bize nübüvvetle ikram ettin. Bizde, hakkı işitir kulaklar, hakkı görür gözler, hakkı benimser kalbler yarattın. Bize Kuranı bildirdin ve din ilmini öğrettin. Bizi, sana şükredici kullarından eyle! Bundan sonrası şu ki, ben, yakınlarımdan daha vefalı ve hayırlı dost, ev halkımdan da daha şefkatli ve bağlı görmedim. Allah hepinize, benden ötürü, hayırlı ihsanlarda bulunsun… Ancak, sanırım ki şu karşımızdaki düşmanla hesaplaşmanın vâdesi bu akşam
dolmaktadır. Son meydan yarındır. Bu bakımdan hepinize izin veriyorum; üzerinizde bana ait bir borç kalmamış olarak, yâni serbestçe ve rahatça bu gece gidebilirsiniz! Bu geceyi deve diye kullanınız, fırsatı kaçırmayınız ve gecenin karanlığına bürünüp uzaklasınız! Her biriniz ev halkımızın birinin elinden tutup gitsin. Hepiniz Allah’ın lûtuflarına eriniz! Köylere, kasabalara yayılın ki, Allah üzerinizden mihnet ve meşakkati kaldırsın. Düşmanlar, benimle boğuşmak, beni altetmek azminde… Beni elde ederlerse başka bir şey istemezler.”
Hazret-i Hüseyn’in oğulları, kardeşleri ve kardeşlerinin oğulları, hep beraber atıldılar:
– Seni bırakarak gitmeyi ve senden sonra yaşamayı Allah bize göstermesin!
Cevap aldılar:
– Oğullarım, kardeşlerim, yeğenlerim! Müslim’in şehit düşmesi yeter! Size ben izin veriyorum; gidiniz!..
– Ya halka ne diyelim! Büyüğümüzü, efendimizi, babamızı, kardeşimizi, en hayırlı amcamızı, ok atmadan, tek yara almadan bıraktık mi diyelim? Vallahi bu durumu ebedî olarak kabul etmeyiz!..
Hepimiz, nefslerimizi, mallarımızı, yakınlarımızı sana feda eder, ölünceye dek senin yanında dövüşürüz!
Müslim Bin Avsece-tül Esedî ayağa kalkıp haykırdı:
– Seni yalnız mı bırakmak?.. Öyleyse senin hakkını korumak bahsinde Allaha hangi mazereti gösterelim? Vallahi mızrağımı düşman göğsünde kırıncaya ve kılıcımı kabzasına kadar parçalayıncayadek senden ayrılmam! Silâhım olmasa bile senin uğrunda ölünceye kadar taşlarla döğüşürüm!

Daha birçok sadakat ve bağlılık sözü…

Hazret-i Hüseyn hepsine dua etti.

Ebû Zer-ül Gıfâri’nin kölesi kılıcını silerken öyle dokunaklı mısralar okudu ki, onlan işiten Hazret-i Hüseyn’in kızkardeşi Zeynep, çığlık kopararak bayıldı.

Zeynep ayılınca başucunda Hazret-i Hüseyn’i buldu:

– Kardeşim; Allah’a sığın! Bil ki, bütün dünya ehli ölür, sema ehli de baki kalmaz. Allah’ın zatından başka her şey helâktedir. Annem, babam ve kardeşim benden daha hayırlıydılar. Öldüler.

Bundan sonra Hazret-i Hüseyn sabaha kadar ibadet ve istiğfarla meşgul oldu.

Şafak vakti… Kerbelâ çölü, gerine gerine uyanmakta… Tek saniye uyamamış olan Hazret-i Hüseyn
yakınlarını sabah namazını kıldırıyor. Yanan kalblerin kandilinde pırıldayan Allah ismi… Ufukta gittikçe koyulaşan kızıllıklar…

Hazret-i Hüseyn atlı ve yaya, 70 – 80 kişilik maiyetini safa dizdi. Sağ ve sol yanlarına, maiyetindekilerden en güvendiklerini koydu, bayrağı da bir eminine verdi ve kendisi merkeze geçti.

Binlerce askere karşı yalnız 70 – 80 insan…

İlerledi ve karşısında, Müslümanlık iddiasındaki askerlere haykırdı:

“- Ey insanlar! Sözüme kulak verin! Aceleye kapılmayın! Ben size vacip olan şeyi söyleyeyim:
Gelişimden ötürü özrümü bildiriyorum! Özrümü kabul ve sözümü doğrularsanız, saadet kazananlardan olursunuz! Özürümü kabul etmez ve lâfımı dinlemezseniz, istediğinizi yapmakta hürsünüz!”

Hazret-i Hüseyn bu noktada durdu. Zira kız kardeşleri iç paralayıcı şekilde ağlamaya başlamıştı.

Hazret-i Hüseyn onlara döndü ve kendilerini sükûnete getirinceye kadar uğraştı. Sonra tekrar askerlere hitap etti:

“- Ey insanlar!.. Beni herkese nispet edin ve düşünün; ben kimim? Vicdanınıza baş vurun, nefslerinizi suçlandırın; bakalım benim kanım size helâl midir, öldürülmem caiz midir? Ben Peygamberimizin kızıyla amca oğlunun çocuğu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası, Cennette uçan Cafer benim amcam değil midir? Allanın Resulü, kardeşimle benim için, siz cennet gençlerinin efendileri ve sünnet ehlinin göz bebeklerisiniz, dememişmidir? Şüphe yok ki, bu dediğim şeyde beni doğrularsınız. Eğer yalanlıyorsanız, içinizde Câbir Bin Abdullah’a yahut Ebû Said veya Sehl Bin Saad’a, yahut da Zeyd Bin Erkam’a veya Enes’e sorun! Haber verirler! Yok mu, içinizde bir yasaklayıcı ki, benim kanımın akıtılmasına engel olsun?”

Bu arada Şemir dilini uzatmak ve Hazret-i Hüseyn’in sözünü kesmek istedi. Habib Bin Mutahhar onu paylayıp sus turdu. Hazret-i İmam devam etti:

“- Eğer söylediklerimde bir şüpheniz varsa yahut Peygamberimizin torunu olduğum üzerinde
tereddüt geçiriyorsanız, biliniz ki, bugün Doğudan Batıya kadar Allah Resulü’nün benden başka torunu yoktur! Söyleyin, öldürdüğüm bir mazlumun kanını mı, üstüne oturduğum bir malın ziyanını mı, yoksa bir yaralamanın kısasını mı istiyorsunuz benden? Ne istiyorsunuz? Ey Şit Bin Reb’â, Ey Haccâr Bin Ebcer, Ey Kays Bin Eşi’at ve Ey Yezûl Bin Hars, Kûfe’ye gelmem için bana mektup yazmadınız mı?”

Hazret-i Hüseyn bir ân durup cevap bekledi. İsimlerini saydığı adamlar.

– Hayır, biz böyle bir şey yapmadık! Diye bağırdılar.

Hazret-i İmam cevap verdi:

– Yaptınız! Fakat şimdi inkâr ediyorsunuz! Madem ki artık beni istemiyorsunuz, bırakın, dönüp gideyim yerime!

Düşman safından Kays Bin Eşi’at atılıp bağırdı:

– Yâ Hüseyn, Ubeydullah’ın hükmüne baş eğip biy’ati kabul etmiyor musun?

Hazret-i Hüseyn cevap verdi:

– İşte bu dediğin, hiç bir zaman olamaz! Ve atından indi.

Züheyr isimli biri atını sürüp ortaya geçti ve iki tarafa birden kan dökmemelerine dair en dokunaklı sözleri söylediyse de tesiri olmadı.

Şemir haini ok attı. Züheyr geri çekildi. Ve o anda, sahnelerin en ulvîsi meydana geldi; Hazret-i Hüseyn’i ilk kuşatan atlıların kumandanı Hür, Peygamber Torununun tarafına geçti. Atını Hüseyn’e doğru sürdü, önünde durdu ve nida etti:

– Senin tarafına geçiyorum! Şu ana kadar işlediğim suçları affet!..

Hür’ün cenkten kaçınma öğütlerine de okla cevap verdiler.

Sonradan gelen kumandan Ömer Bin Saad ilerliyerek okunu attı ve haykırdı:

– İşte cengi açıyorum! Davranın!

Ok yağmuru…

Ziyad’ın kölesi Yesar ile Ubeydullah’ın kölesi Salim, meydana çıktılar ve er dilediler. Hazret-i Hüseyn tarafından Abdullah Bin Umeyr-ül-Kelbî çıkıp ikisini, kılıcını iki kere kaldırıp indirmekle yere seriverdi. Boğuşma da bütün dehşetiyle başladı. Hazret-i Hüseyn’in yetmiş iki kişiden ibaret yakınları, binlerce asker, kılıç, mızrak, balta ve gürz altında, doğrandılar, delindiler, kırıldılar ve ezildiler.

Hazret-i Hüseyn’in iki oğlu, altı kardeşi, Hazret-i Hasan’dan iki yeğeni, daha nice yakını, dostu ve akrabası…

Bütün bu şehit olanlar, iki günden beri dudaklarını ıslatmaya bile tek damla su bulamamış insanlar.

Nihayet ortada Hazret-i Hüseyn kaldı. Kim ve ne olduğunu anlatan mısralar okuyarak atını düşman saflarına sürdü. Bir anda, etrafına üşüşen üşüşene… Su yerine üzerine ok fışkırırken, kılıçlar ve mızraklar da başında ve göğsünde işledi ve iki Cihan Efendisi’nin, sırtında taşıdığı torunu, atından düştü. Kâinata ve topyekûn varlığa kıymak isteyecek kadar hain bir el uzandı ve o kutsî başı bedeninden ayırdı.

Geride kalan kadın ve çocukları da esir ettiler. Esirler arasında zevcesi Errübâb, kız kardeşleri Zeynep ve Ümm-ü Kelsûm, kızları Sekine ve Fâtıma, bir de, oğlu Ali Zeynelâbidin…

Hazret-i Hüseyn’in vücudunda yetmiş iki kılıç ve mızrak yarası…


Bütün gerçek Müslümanlar dövündü. Yüzlerce, binlerce şair, kezzap gibi kalbieri eriten mersiyeler söylediler ve gök kubbe altında bir peygamber torununa, dünya yaratıldı yaratılalı vâki olmayan, olmasına da imkân bulunmayan bu zülüm karşısında vicdanları şahlandırdılar.

Cinlerin bile yakıcı mersiyeler okuyarak dövündüklerini duyanlar oldu.

Tarihte en büyük şehitlerden birinin kesik başını Kûfe’ye götüren müfreze, bir konak ileride mola verirken, dibinde oturdukları duvardan bir el çıktı ve Hüseyn’i öldürenlerin, yarın Hesap Günü, ne cevap vereceklerini soran iki mısra aynı duvara kanla yazdı. Bu askerî birlikten kaçanlar, silâhını atıp bir adım gitmeyeceğini haykıranlar, çıldıranlar oldu.

Mansur Bin Ammar, bu iki mısranın, Nübüvvetten 300 yıl önce bir taşa yazılı olarak Rum illerinde bulunmuş olduğunu rivayet eder.


 Hüseyn’in şehit olduğu gün, insanların yüzüne değil, tabiate bakmak lâzımdır.

Gündüz vakti ortalık kapkara kesildi. Hattâ bir aralık yıldızlar bile göründü. Peşinden korkunç bir kızıllık çöktü. O gün kanlı yağmur yağdığını ve Kerbelâ’da hangi taş kaldırıldıysa altında kan sızıntısı görüldüğünü söylemeye kadar gidenler olmuştur.


Hüseyn’in başını gövdesinden ayırmış olan Sinan adlı insanlık yüz karası, mübarek kafayı bir de fahriye okuyarak Ubeydullah’ın önüne koyunca, Küfe Valisi, destanlık cinayetin bizzat tertipçisi olduğu halde, dayanamadı ve Sinan’ın başını vurdurdu.Kerbelâ hâdisesine karışanlardan hepsi, şu veya bu türlü belâlarını buldular. Bir zaman sonra Muhtar Bin Ubeyd askeriyle Kûfe’ye girdi ve Kerbelâ işine katılanlardan altıbin kişiyi öldürdü. Ubeydullah, Şemir ve Ömer Bin Saad de bu arada cezalarını buldular ve en büyük ceza âlemine geçtiler. 

Kerbelâ’ya katılanlardan herbirinin belâsını bulduğuna dair en güzel nakil,Yakup Bin Süfyan’ınkidir:- Bir gece oturmuş, Kerbelâ faciasından bahsediyorduk. Mecliste bulunanlardan biri, bu vak’aya katılanlardan belâsını bulmadık hiç kimse kalmadığını ileriye sürdü.

 Yine mecliste bulunanlardan bir ihtiyar, kendisini öne attı ve Kerbelâ’ya katılanlardan ve Hüseyn’in öldürülmesine yardım edenlerden olduğu halde o güne kadar hiç bir belâya uğramadığını söyledi. O ân odada yanan kandillerden biri sönecek hale geldi. İhtiyar kandili alıp fitili düzeltmek isterken sıçrayan bir kıvılcımla sakalı tutuştu.

Meclistekiler ihtiyarı söndürmeye davrandılarsa da başaramadılar. Sakalını bastırdığı entarisi ve bütün vücudu alevler içinde kaldı. İhtiyar, koşarak kendisini, kenarında bulunduğumuz Fırat’a attı ve yana yana boğularak öldü.  
(Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, Peygamber Halkası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul)

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...