28 Eylül 2021 Salı

İSLÂM’DA MİLLİYETÇİLİK


İSLÂM’DA MİLLİYETÇİLİK

Âşık Kerem, Aslı’nın yaşadığı köyün etrafından ayrılmıyor, dolaşıp duruyor. Aklını Aslı çalmış, yüreğini Aslı kasıp kavuruyor, burnunda Aslı’nın hasreti tütüyor. O sırada köyün çöplüğünde uyuz bir köpek görür.

Köpek bir deri bir kemik. Kucağına alır. Başını okşar, yüzünü öper. Oradan geçmekte olan bir vatandaş Kerem’e:

-Sen ne yapıyorsun. O uyuz, hastalıklı bir köpek. Bu tepkiye Kerem bir anlam veremez. Kendini uyaran adama garip garip bakar ve şöyle der.

-Fakat o, Aslı’nın köyünün köpeği...

Kerem için Aslı ne ise bir Türk milliyetçisi için de vatanı ve milleti odur. Türk’e ait olan ve başkalarının “uyuz köpek” diye gördüğü, yanına yaklaşmadığı, ölüp kaybolmasını beklediği o köpek Türk’ün köyünün köpeğidir. Onu öldürmez, sever, okşar, doyurur ve tedavi eder. Aslı’yı seviyor diye ve Aslı’nın köyünün köpeğini seviyor diye, Kerem, başka insanları, başka hayvanları sevmez diyemeyiz. Aslı ile Aslı’nın köyünün köpeğini biraz daha fazla sevmesi normaldir...

Hırsızlık yapan, kapkaççılık yapan ve haksız kazanç peşinde koşan da benim çocuğum, benim insanım, sokakta kâğıt toplayan da. Fakirim de benim, zenginim de benim. Askerim de benim, ordum da benim. Bu vatanın taşı, toprağı da benim...

Bana ait olan her şey benim için Aslı ve ben de Kerem’im...

Bilerek ve yaşayarak Türk milliyetçisi olan hiçbir kimse kafatasçı değildir, faşist değildir.

O’nun milliyetçiliği başka milletlere düşman olmak anlamına gelmez. Yeter ki başka millet Türk’e düşman olup namluyu Türk’e çevirmesin. Türk’ün milliyetçiliği Kerem’in Aslı’yı sevmesi gibidir. O hep Aslı’yı düşünür. O’nun sağlıklı olması için elinden geleni yapar ve dua eder.

Bize “Milliyetçilik: Vatanını, milletini sevme, milletine bağlı olma ve milletinin menfaatlerini kendi çıkarlarının üstünde tutma” diye öğretmişlerdi. Vatan kuru bir toprak parçası değildir. Millet de sıradan bir insan kalabalığı demek değildir. Düzenlenmiş manevî değerlerin ifadesidir. Bu değerlerin merkezinde “Allah inancı” vardır. Bu inanç sahteliği kabul etmez. Bu inanç huzur ile refahın arasındaki dengeyi sağlar. Bu inanç hayatın tadıdır, gayesidir. Gönüllerini bu merkezî otoriteye bağlayanların fikirlerinde, sözlerinde, davranışlarında ikilik ve çokluk yoktur. Hele hele boşluk hiç yoktur.

“Temeli sevgi üzerine kurulmuş bir milliyet duygusu, millet ve devlet hayatımızın teminatı olmuştur. Bu güzel duygunun içerisine kin, hile ve ihtiras gibi mikroplar bulaştırıldığı zaman da, aynı duygu, devlet ve cemiyet bünyesinde anarşiye yol açmıştır” diyor Prof. Dr  Ali Yardım .

Rahmetli Nihad Sami Banarlı, milliyet duygusunun sihirli anahtarı “sevgi”yi Yahya Kemal’le konuşmalar dosyasında şöyle dile getirir.

“Sevmek... Fakat engin bir gönülle, bizim büyük ve asıl milletimize ait bütün güzel şeyleri sevmek...

Türk tarihini, Türk vatanını, Türk ahlâkını, Türk halkını, Türk dilini, Türk musikisini, Türk çocuklarını, Türk güzellerini velhasıl dünya tarihinde ve cihan coğrafyasında Türk’ün olan her güzel şeyi sevmek...

Milletimizin bir tarih süresince yarattığı bütün şerefli hadiseleri sevmek... Askerlerimizi, şehirlerimizi, zaferlerimizi, büyüklerimizi sevmek... Bunları din gibi, sevda gibi sevmek... Sonra bütün bu sevilen şeyleri bir yandan ileri bir şiir ve sanat anlayışı ile, öte yandan millî bir şiir ve sanat felsefesi ile birleştirerek yıllarca süren sabırlı bir çalışma sonunda milletçe sevilen şiirler haline getirmek.”

Milliyetçilik; bir aksiyondur, harekettir, eylemdir.

Milliyetçilik İslâm davasından ayrılmaz. Milletle din iç içe kavramlardır.

İnsanlık kültürünün temelinde din vardır.

Yeryüzünde istisnasız bütün kültürler ve medeniyetler dinlerden doğmuştur.

Dini, gelenekten ayrılmış millet olmaz.

Dinin topladığını millet dağıtmaz. Milliyetin bağladığını din çözmez: Bilâkis düğümler.

Din ve milliyet birbirine köstek değil, destektir.

Bizim milletimizin hayatî kuvvet kaynağı İSLÂMİYET’tir...

Müslüman’ın milliyetçiliği İslâm’a ters düşmemeli. Hiçbir milletin milliyetçiliği İslâm’ın sınırlarını aşmamalı. Aşarsa olmaz. İslâm birleştirici unsurdur. Üst kimliktir.

Ruh: İslâmiyet,

Beden: Türklük,

Elbise: Vatandır.

Ruh ile beden et ile tırnak gibidir. Biri diğerinden ayrılmaz.

Milliyet idealinin gözcüleri, Türklük davasının bekçileri olan gençlerimiz ve insanımız dinin bu yapıcı ve geliştirici, hızlandırıcı, kanatlandırıcı feyzleri ile yoğrulmalıdırlar...

Türkiye’yi ve Türk insanını seven Türk insanının refahı ve kalkınması için çalışan bundan heyecan duyan bir insan milliyetçidir. Farklı bir siyasi görüşe sahip olsa da.

Milliyetçiliğin bir ölçüsü de milletinin başarıları ve zaferleri ile sevinip gurur duymak kayıpları mağlubiyetleri ve sıkıntıları ile üzülmektir. Sadık Çelebi Bey anlatıyor:

Yahya Kemal Mülkiye-i Şahane’yi bitirdikten sonra Paris’e gitmiş. Paris’e giderken oldukça kozmopolit bir şahsiyete sahipmiş. Milli konularda pek de hassas değilmiş. Paris’te kaldığı zaman zarfında oldukça bohem (yarınını düşünmeden, günü gününe, tasasız ve derbeder bir hayat süren) hayatı yaşamış. Fakat yurda çok sağlam ve güçlü bir milliyetçi olarak dönmüş. Çünkü orada Fransız tarihçisi Albert Sarel’in tarih derslerine devam etmiş.

Albert Sarel milli tarih dersleri veriyormuş. Milli tarihin nasıl okunması gerektiğini anlatıyormuş. O’nun öne sürdüğü tez şuymuş.

“Her insan kendi milletinin tarihini okurken onun zaferleri, başarıları ile sevinir, gurur duyar. Sanki kendisi de o zaferin o başarının içindeymiş gibi hisseder ve yaşar. Buna karşı milletinin kayıplarından ıstırap duyar, o kayıplarda kendisinin de bir payı varmış gibi üzülür” diye anlatırmış milli tarihi.

Bu derslerden sonra Yahya Kemal tarihini bilhassa Osmanlı tarihini bu açıdan okumaya başlamış. Osmanlı tarihinin şanlı zaferlerini bu gözle okudukça Yahya Kemal’in milli duyguları galeyana gelmiş. Yurda çok idealist bir millyetçi olarak dönmüş. Bütün o muhteşem şiirleri bu duygularla yazmış.

Bazıları milliyetçiliğin İslâm’da olmadığını, onun İslâm’a aykırı olduğunu iddia ederler. Bu iddiaya da Kur’an-ı Kerim Hucurat Suresi 13. ayeti delil olarak gösterirler. Ayetin meali şudur:

“Ey insanlar, hakikat biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık.” Ayetin bu kısmında Merhum Hasan Basri Çantay dipnot olarak şunları söylüyor:

(Âdem) aleyhisselam ile (Havva)dan. Yahut her birinizi bir ana ve bir babadan. Binaen aleyh hepiniz bu yaratılışta müsavisiniz. Soyla sopla böbürlenmeye bir sebep yoktur.

Ayetin devamında:

“Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır” buyuruluyor.

Bu ayete bakıp üzerinde düşündüğümüz de bu ayetin İslâm’da milliyetçiliğin var olduğunun delilidir, ispatıdır. Bu ayet-i kerime millet gerçeğini ortaya koyuyor. Allah’ımız bize “Sizi milletler halinde yaratan benim” diyor. Birçok ayet-i kerimede “Allah dileseydi sizi tek millet olarak yaratırdı” buyuruyor.

İnsanların tek millet halinde idare edilmesi zor olurdu. Bütün devletler il, ilçe, kasaba, köy ve mahalle gibi daha küçük birimlere ayrılarak idare edilmektedir.

Görülüyor ki millet hem bir zaruret, hem de bir gerçektir. Yaratan da Allah’tır. Milleti kabul etmek, milleti meydana getiren manevî değerleri korumak Allah’ın isteğine uygun bir durumdur. Zaten milliyetçilik de budur. Milleti meydana getiren bütün değerler korunsun ki, yaşatılsın ki millet varlığı sürdürülsün.

“İslâm’da milliyetçilik yoktur” demek, asıl Allah’ın isteğine aykırı olan budur. Bu konuda yanlış yorumlanan durum da budur.

Sadık Çelebi Bey Hucurat Suresi’nin 13. ayetinin bir bölümünü yorumlarken şöyle diyor:

“Ayetin tefsirinde (yorumunda) bilginler “Birbirinizle tanışasınız” diye, birbirinize karşı övünesiniz diye değil şeklinde bir açıklama yapmışlardır. “İslâm’da milliyetçilik yoktur” diyenler daha çok bu açıklamaya sığınıyorlar...

İslamiyet’te yasak olan milliyetçilik değil ırkçılık ve kabileciliktir. Çünkü ırkçılık insanları yüksek ırk, aşağı ırk diye ayırmaya, o da savaşlara sebep olur. İkinci dünya harbinde Hitler ve Mussolini’nin dünyayı kana bulaması bu fikrin sonucudur. Halbuki Allah insanları eşit yaratmıştır. İnsanlar yetenekleri ve çalışmaları oranında yükselirler. Allah yanında değerleri takva (Allah’a olan bağlılıklarına göredir.

Kabilecilik ise bir toplumda birlik ve bütünlüğü bozar. Çünkü bütün toplumlarda geniş aileler vardır. Kabile, bu geniş ailelere verilen addır. Bunlardan her biri kendi ailesinin kalabalığı, zenginliği ve gücü ile övünmeye kalkarsa bundan diğer sülaleler alınır. Araya kıskançlıklar, düşmanlıklar girer. Bu da sürekli kavgalara ve kan davalarına sebep olur. Birbirlerini öldürmeler sürer gider.

Hz. Peygamberden önce Arap yarımadasında yaşayan Araplar, çeşitli kabileler halinde yaşıyorlardı. Kureyş kabilesi, Havazin kabilesi gibi. Bunlar sürekli birbirlerine karşı övünürlerdi... Bu övünmeler savaşlara sebep olurdu. Bunun için Kur’an-ı Kerim Müslümanlara kabileleri ile övünmelerini yasaklamıştır. Peygamberimiz de şiddetle men etmiştir. Çünkü bu övünmeler çatışmalara sebep olmuştur.

Bugün Türkiye’de ana kitlenin adı Türk diye adlandırılmaktadır. Değişik kökenlerden gelen diğer gruplar da bu ana kitle ile bütünleşmişlerdir. Hepsine artık Türk denilmektedir. Değişik sevinçli ve sıkıntılı olaylar karşısında kader birliği bu insanları kaynaştırmış ve bütünleştirmiştir. Bugün Türkiye’de milliyetçilik ve Türkçülük bile bir ırk birliğinin değil bir kader birliğinin, kültür birliğinin adıdır. İşte böyle bütünün içinde ben, Türk değilim, ben falanım, ben filanım demek esas İslamiyet’e bu aykırıdır. Çünkü böyle bir iddia bütünü parçalamaya ve zayıflatmaya sebep olmaktadır.

Biz milletimizi, tarihimizi konuşarak, onların faziletleriyle, onların İslâm’a, insanlığa ve medeniyete yaptıklarını örnek alıyoruz. Bunlarla övünmek demek onlara özenmek demektir. Fazilete özenmenin günah neresinde. Fazilete özenen o konuda mutlaka birkaç adım atar. Ecdadı gibi adaletli, faziletli ve kahraman olur. Doğru olur, dürüst olur. Allah’ın emri de zaten budur. Kur’an’ın yasak ettiği milliyetçilik değil kabileciliktir.

“İslâm’da milliyetçilik yoktur” diyenler kendileri kabilecilik yapıyorlar. Bir makama geldikleri zaman çevresini kendi etnik kökeninden gelenlerle dolduruyorlar.

İslâm’da milliyetçilik yoktur diyenlerin düştükleri bir hata vardır. Hz. Muhammed’in bu konudaki davranışını yanlış yorumlamaktadırlar. Şöyle ki Hz. Muhammed ashabını İslâm’dan önceki yaptıkları kavgaları, savaşları, gelenek ve görenekleri, elde ettikleri başarılarını sık sık anlatmaktan, onlarla övünmekten uzak durmalarını istemiştir. Bazen de şiddetle men etmiştir. Eskiyi gündeme getirmemelerini istemiştir. Bunun da iki sebebi vardır.

1)Arapların İslâmiyet’ten önceki inancı putperestliktir. İslâmiyet gelmiş, putperestlikten yeni kurtulmuşlardır. Bazılarının kalbine henüz İslâmiyet iyice yerleşmemiştir ve putperestliğin izleri tamamen silinmemiştir. Geçmişten bahseden her söz onlarda putperestlik kıvılcımını hemen parlatabilir.

Müslim’in kaydettiği bir olayı nakledelim.

Cabir’in naklettiğine göre muhacirlerden ve ensardan iki genç aralarında kavga etmişler. Cahiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey muhacirler!”, “Yetişin ey ensar!” diye kendi taraflarını yardıma çağırmışlardı. Olayı haber alan Resulullah “Bu ne hal! Cahiliye davası mı?” sözleri ile taraftarlara çıkışır. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra “Kişi zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım etsin” şeklinde ünlü Cahiliye atasözünü tekrar edip zalime yardımın onun zulmüne karşı koymak demek olduğunu ifade etmiştir. Cahiliye Araplarının bu meşhur sözlerine yepyeni bir muhteva kazandırmıştır.

“İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra kişinin, Cahiliye halkının yaptığı gibi haklısına haksızına bakmaksızın kendi topluluğu lehine asabiyet davası gütmesinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu ifade ediyor. Buna karşılık düşmanlık hisleri beslemeksizin ve hak kaygısı ile kendi yakınlarına yardım etmesinin gerekli ve tavsiye edilir bir davranış olacağını belirtmektedir.”

Hz. Peygamberimizin kötülediği asabiyet haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan Cahiliye devri asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin hakka ve Allah’ın emrini gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması arzu edilir. Esasında dinler ve şeriatlar bile asabiyet desteği ile kurulur. Bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar.

Hz. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir.”

Peygamberler görevlerini tebliğ ederken kâfirlerin baskılarına karşı korunmalarını sağlayacak olan kabile asaletine, asabiyet ve kudrete sırtlarını dayamışlardır.

Bu suretle asabiyet peygamberin dolayısı ile dinin başarıya ulaşması için hareket enerjisi sağlarken din de asabiyete toplayıcı, kaynaştırıcı bir nitelik kazandırır.

Hz. Peygamber ashabını İslâm’dan önceki Cahiliye Devrine yönelmelerini kısıtlamıştır. Hz. Peygamberimizin her sözü, her davranışı benzer durumlarda dünyanın her yerinde ve her zaman geçerlidir. Fakat benzer durumda geçerlidir...

Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki hayatı putperestlik değildir. Gök Tanrı inancıdır. Tek tanrı inancıdır. Gök Tanrı yüce tanrı demektir. Gök Tanrı yer tanrısı anlamında değildir. Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki tarihi inanç bakımından Arapların tarihine benzememektedir. Eski tarihimizden bahsetmek bizde putperestlik inancını uyandırmaz. Bu yönden eski tarihimizden bahsetmek bizim için sakıncalı değildir.

2)Arapların İslâmiyet’ten önceki tarihi kabile savaşlarına dayanır. Sosyal yapısı haksızlık ve zorbalık temeline dayanır. Birbirlerine karşı övünme, kan davaları ve yağmacılık yüzünden kabileler, hatta aynı kabilenin kolları ve sülâleler birbirleri ile sürekli savaş yapıyorlardı.

Türk milletinin İslâmiyet’ten önceki tarihinde ise böyle kabile savaşları sülâle savaşları yok. Sosyal yapısı zorbalığa dayanmıyor.

Hak-hukuk, adalet, ahlâk, yardımlaşma, küçüğe sevgi, büyüğe saygı, dürüstlük, doğruluk, düşküne yardım ve dayanışma gibi İslâmiyet’in de topluma yaymaya çalıştığı faziletler Türk milletinde daha önceden de vardı. Bunun için Türk milletinin ecdadı ile tarihi ile övünmesi İslâmiyet’e kesinlikle aykırı değildir. Çünkü o tarih faziletlerle doludur.

Anne çocuğunu sever. Peki, anne muhafazakâr mıdır?

Evet, muhafazakârdır.

O çocuğunu her tehlikeye karşı korur, canı pahasına muhafaza eder. Annenin çocuğunu muhafazası, onu beden, fizik, akıl ve bilgi olarak geliştirmesi, hayata hazırlaması demektir.

Türk milliyetçisinin muhafazakârlığı da böyle bir muhafazakârlıktır. Buna tutuculuk demek cehalettir. Cahillik değilse hainliktir.

Anne kendi çocuğunu sevdiği için diğer çocukların düşmanı mıdır? Kendi çocuğunu canı pahasına seven anne başka annelerin çocuklarının ölmesini mi ister? Kesinlikle hayır.

Kendi çocuğunu seven anne başka çocukları sevemez mi? Tabii ki sever.

Kendi milletini seven başka milletleri sevemez mi? Elbette ki sever. Kendi milletini biraz daha fazla sever. Bu normaldir.

Ben bütün anneleri severim. Fakat kendi annemi daha çok severim. Bu bölücülük tutuculuk olur mu? Olmaz.

Öyleyse “Ben milliyetçiyim” diyeni bölücülük ve başka milletlerin düşmanı ilan edenler Türk’ün katında hain, Allah katında da günahkârdırlar.

Evet! Ben bir milliyetçiyim. Kerem’in Aslıyı sevdiği gibi, bir annenin çocuğunu veyahut bir çocuğun annesini sevdiği gibi milletimi karşılıksız seviyorum ve seveceğim.

Kur’an’da; yakın akrabaya, komşuya, çevreye, ülkeye karşı sorumluluk yükleyen bir dinin, milletini sevmeyi yasaklaması mümkün mü? Elbette ki değil.

Şahsen bizler Allah’ın süvarileri sıfatlı, İslam’ın gönüllü sancaktarları milletimizi sevmeye, milletimizi dünyanın nizamına müdahil olabilecek güce ulaştırabilmek için mücadeleye devam edelim.

Dünyanın mevcut yasama düzenine alternatif olabilecek yaşama düzenini yeniden Müslüman Türkler tesis edebilir. Bu bir iddia değil bir tespittir...

Ey Türk Milleti yılma, korkma gelecek yine senindir...

Allah’ım, memleketimi sensiz bırakma.

 

 

21 Eylül 2021 Salı


 

Allah Teâlâ’nın rahmetine muhtacız

 

Kıymetli dostlar! Hiç unutmamamız gereken imânî gerçek vardır: Allah’ın (CC) rahmet ve mağfireti...

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Samimiyetle tövbe istiğfar edenler için çok güzel fırsatlar vardır. Bugüne kadar elimizden geldiği kadar namaz, Kurân ve ibâdetle meşgul olabilmiş ve günlerimizi geçirebilmişsek sakın bundan dolayı aldanmayalım. Bir kere şunu unutmayalım ki; Allah Teâlâ’ya hakkıyla ibâdet etmek asla hiçbir kul için mümkün değildir. Kabul edilen ibâdetlerimizin hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve kereminin eseridir. Makbul bir ibâdet bile olsa Cenâb-ı Hakk’a layık değildir. O zaman kişi yaptığı bütün hayırlar için Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilemeli; gerek ibâdetleri, gerek hata ve kusurları için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmelidir. Kula yakışan, hep Allah Teâlâ’nın rahmetini istemektir.

ALLAH TEÂLÂ RAHMETİNİ İSTEYENLERE MUHAKKAK VERECEKTİR

İster günahkâr olalım ister tövbekâr, ister gafletle yaşayalım ister ibadete koşalım, her ne olursak olalım Allah Teâlâ’nın rahmetine muhtacız. O’nun (CC) rahmeti ve merhameti olmadan hiçbir şeyimizin ve hiçbirimizin bir kıymeti yoktur. Cenâb-ı Hakk rahmetiyle bizi var eyledi, rahmetiyle icad eyledi, rahmetiyle ruhlar âleminde kendisini bildirdi, rahmetiyle âlemlere rahmet olan Efendimiz’i (SAS) gönderdi, rahmetini de Kurân-ı Kerîm’iyle, kelâmıyla bütün âleme ilan eyledi, rahmetiyle ibâdet, tâât, tesbihat, zikir ihsan eyledi.

Rahmeti arttıkça arttı, katbekat çoğaldı, Ramazan mevsimini de rahmet mevsimi olarak icad eyledi. Hazret-i Allah (CC) rahmetini isteyenlere muhakkak verecektir. O’ndan (CC) yüz çevirmek ilk başta kişinin kendisine olan merhametsizliği, acımasızlığıdır. Rahmet fırsatlarını elinin tersiyle itmek, masum bir çocuğu katletmek gibi kendi nefsimize yaptığımız zulümdür. Kendi nefsine zalim olan kişi, rahmetin kuşattığı bu âlemde Allah Teâlâ’nın hasmı ve düşmanıdır.

Yazık değil mi? Allah Teâlâ bizleri bu kadar merhamet ve sevgisiyle kuşatmışken isyanla ve gafletle bundan uzaklaşmak günah değil midir? Büyük bir gaflet değil midir?

DİN YAŞANINCA ANLAŞILIR, ANLAŞILINCA YAŞANMAZ

 “Din yaşanınca anlaşılır, anlaşılınca yaşanmaz.” Yani bildiğimiz kadarıyla elimizde ne varsa hemen hayatımıza tatbik etmemiz icab eder. Hangi halde, hangi durumda olursak olalım, kendimizi iyi veya kötü hissetmemiz de fark etmez; bizi sıkıntıya uğratan, hayatımızda müzmin, kronik bir hâl almış günahları terk etmeye gayret edelim. Tövbe edelim, “Benim tövbem on gün bile dayanmaz” demeyip yine de istiğfar edip Allah Teâlâ’dan merhamet ve mağfiret dileyelim. Cenâb-ı Hakk’a boynumuzu büküp Rahmân ve Rahîm oluşuna sığınarak affımızı isteyelim.

Yâ Rabb’i! Rahmeten li’l-âlemîn Efendimiz (SAS) hürmetine kabahatlerimizi afv ü setr eyle. İçimizde ahlâk-ı rezile sâhipleri var ise lûtfen ve keremen hidâyet eyle. Cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed’i (SAS) ıslah eyle. Âhir ve âkıbetlerimizi hayreyle. Âmin.

 Ayet-i Kerime

۞ قُلْ يَٰعِبَادِىَ ٱلَّذِينَ أَسْرَفُوا۟ عَلَىٰٓ أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا۟ مِن رَّحْمَةِ ٱللَّهِ ۚ إِنَّ ٱللَّهَ يَغْفِرُ ٱلذُّنُوبَ جَمِيعًا ۚ إِنَّهُۥ هُوَ ٱلْغَفُورُ ٱلرَّحِيمُ

“De ki: ‘Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer-53)

هَٰذَا بَصَٰٓئِرُ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Bu (Kuran) insanların kalp gözünü açan bir nûr, kesin bilgi edinmek isteyen bir toplum için de hidâyet ve rahmettir.” (Câsiye-20)

 Hadis-i Şerif

“Günahından tam olarak dönüp tövbe eden, onu hiç işlememiş gibidir.” Hadîs-i Şerîf - İbn-i Mâce

“Allah Teâlâ buyurdu ki, ‘Ey kulum, af dilersen, günâhlarının çokluğuna bakmadan affederim. Günâhların bulutlara kadar yükselse de affederim. Yer dolusu günâhla gelsen, yer dolusu mağfiretle karşılarım. Yeter ki îmân ile gel!’” Hadîs-i Şerîf - Tirmizî

 Hazret-i İbrâhim’den (AS) yemek isteyen Mecûsî

Cenâb-ı İbrâhim (AS) çok cömertir, hep ikram eder hatta misafirsiz yemeğe dahi oturmazmış. Oruca niyet eder, misafir geldiğinde de nâfile orucunu hemen iftar edermiş. Bir gün yine böyle evinde her gün ikram bulunduğunu duyan kişiler gelip giderlerken 70-80 yaşlarında bir Mecûsî gelmiş.

Ateşe tapan bu adam Hazret-i İbrâhim’e demiş ki: “Burada yemek, yiyecek dağıtıyormuşsun sen; bana da ver, karnım aç.” Hazret-i İbrahim (AS) hidâyet tiryakisi olduğundan, derdi hep Allah’a (CC) ısmarlamak olduğundan, o neşeyle demiş ki: “Lâ ilâhe illâllah deyiver de sana bol bol ikram edeyim. Yani küfründen vazgeç.”

Adam kızmış. “Vermezsen verme!” demiş, dönüp gitmiş. Daha sonra Hazret-i İbrahim’e (AS) Allah Teâlâ’dan şöyle bir hitap gelmiş:

“Ya İbrâhim! Seksen senedir ben bu adamın rızkını vermekteydim. Bir gün de sen verseydin ne olurdu?”

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...