18 Şubat 2011 Cuma

Hafız Namık Şenel


Aslen Emirdağlı olan Nazilli'de ikamet eden Hafız Namık Şenel 26 mayıs sabah saat 8.30'da vefat etti. Secde halinde duruşuyla emaneti ruhunu teslim eden Namık Şenel'in cenazesi bugün saat 10.00'da Nazilli Koca Camide, aynı gün ikindi namazına mütekaiben Emirdağ Çarşıiçi camiinde kılınacak. Çarşıiçi Cami Bediüzzaman hazretlerine imamlık yaptığı mekan olarak biliniyor. Konuyla ilgili Nazilli İlçe Müftüsü H.Hüsnü Sula yaptığı açıklamasında; "İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Alimin ölümü alemin ölümü gibidir. Nazilli'mizden bir ulu çınar daha Hakkın rahmetine kavuştu. Okumayı ve yazmayı çok seven duygulu şiirleriyle herkesin takdirini kazanan, 40 yıl süreyle Yıldırım Camiinde imamlık yapan, 40 yıl hatimle namaz kıldıran Muhterem Hocamız yine ilim tahsili esnasında kitap okurken Sevgililer Sevgilisine Yüce Rabbına secde halinde yürüdü. Kelamını hıfzetmekle kalmayıp çeşitli tefsir kitaplarından Yüce Rabbımızın muradını anlayan ve en güzel ifadelerle tebliğ ve irşad hizmetini son nefesine kadar yürüten, din uğrunda çile çekip gerektiğinde hapse girmeyi bile göze alan, Bediüzzaman Said Nursiyi gören son şahitlerden hatta önünde imamlık yapan Namık Şenel hocamızı ebediyete uğurladık. Allah mekanını cennet eylesin. Allah çok sevdiği Resulullaha onu Cennette komşu eylesin. Hepimizin başı sağolsun. O sevdiğine kavuştu. Geride bıraktığı yakınlarına biz sevenlerine Allah sabrı cemil ihsan eylesin.
RUHUNA HATİMLER İNDİRİLDİ
Cenazesi inşallah 27 Mayıs Perşembe günü Saat 09:00'da Koca Cami'de yıkanacak, aynı saatte Nazillili hafızlarımız ve hocalarımız tarafından ruhuna hatimler indirilecek, Saat 10:00'da vasiyeti üzerine cenazesi Emirdağ'a gönderilecektir" dedi. Bu arada Hafız Namık Şenel'in vefatı Nazilli yerel basınında geniş yer buldu.

HAFIZ NAMIK ŞENEL

Emirdağ'ın Veysel köyündendir. Bir müddet Üstadın imamlığını yapmıştır.
Üstandın ilmî dehası
"Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin verdiği cevaplara hayran oluyor. 'Bediüzzaman mı daha alimdi? Yoksa siz mi daha alimsiniz?' diyor.
"Abdülmecid Efendi, 'Ben Seyda'yı gökteki kıvılcımlar kadar fark edebiliyorum. Üstadı anlayamıyorum. Seyda bütün kâinatı didik didik etmiş, içine bakmış' diyor. Üstad Hazretlerinin ilimdeki dehasını bu şekilde anlatıyor.
"Hattâ Akseki 'Ben Abdülmecid Efendi gibi âlim görmedim' diyor. Abdülmecid Efendi ise Üstadı anlayamıdığını söylüyor.
Hırsızın tevbesi
"Emirdağ'da Seydi Yüce isminde bir zat vardı. Lakabına 'bomba' derlerdi. Bu adam bir gün koyun hırsızlığı yapmış. Sabahın erken saatlerinde koyunu almış, Adaçalı'dan aşırıyormuş. Bediüzzaman da Adaçalı'ya gidiyormüş. 'Şu zatın elini öpeyim' diye arkasından süratle yürümüş. Bediüzzaman normal adımlarla yürüdüğü halde ona yetişemiyormuş. O kadar uğraştığı halde yetişememiş. Sonra bana geldi ve kendisini Bediüzzaman'la görüştürmemi, bütün kötü huylarını terk edeceğini ve tevbe edeceğini söyledi. Ben de Zübeyir Ağabeye söyledim. O da Üstada söylemiş, Üstad Hazretleri de kabul etmiş. Bunun üzerine Bomba Seydi Üstada gidiyor ve bütün hatalarını anlatmaya çalışıyor. Üstad ise 'Günahlarına tevbe et, ben de senin duanın kabul olması için Cenab-ı Hakka dua edeceğim' diyor. Bomba Seydi de tevbe, istiğfarda bulunuyor.
Cübbenin yaşı
"Bir gün Üstad Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar, Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında, 'Acaba Bediüzzaman'ın sırtındaki cübbe kaç senelik?' diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Üstad Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağımış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Halid-i Bağdadi'nin emanet bıraktığını, onun torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş.
Üstadın yardımı ve camideki kibrit
"Emirdağ'da elli seneden fazla müezzinlik yapan Hafız Murat Buduoğlu denilen zat, bir gün parasız kalmış, çokta sıkışmış ve kimseden de para isteyemiyormuş. O halde iken Üstad Hazretleri de bunu çağırmış ve ihtiyacı miktarınca buna para vermiş.
"Yine Üstadın Camiin üst katında yeri vardı, buraya akşam namazından önce gelir ve yatsıya kadar kalırdı. Yatsıdan sonra da evine dönerdi. Orada kibriti vardı. Bu kibriti Hafız Murat akşamla yatsı arasında mum yakmak için alırmış. Üstad bunu çağırmış, biraz para vermiş ve oradan bir daha kibriti almamasını söylemiş. Bunların üzerine Hafız Murat, Bediüzzaman'dan çok korktuğunu söylerdi.
Siyasî dehâ
Eskişehir eski müftülerinden Hafız Abdullah Efendi Üstad Hazretleri için, 'Oğlum, bir velinin mânevi derecesi ne kadar yüksekse, siyasetteki dehası da o kadar yüksektir' demişti.
İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesi
"İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesinin Hacı Abdullah tarafından yapılması söylendiğinde Üstad Hazretleri, 'Ne Hacı Abdullah Efendi ne de Mısır uleması ondaki îcazı yerine getiremezler. Ondaki en ufak bir nükte bir çok meseleyi ifade eder' demiştir. Ve neticede bu risaleyi kardeşi Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Abdülmecid Efendi de kendi itirafıyla Üstadın feyzinin devamlı yanında olduğunu ifade etmiştir.
Üstadın türbe ziyareti
"Bizim köyün ismi Veysel'dir. Burada Veysel Karanî Hazretlerinin türbesi vardır. Bir gün Üstad Hazretleri ve talebeleri; Zübeyir Ağabey, Emirdağ'dan Karaalili Halim Ağa, Mustafa Ezener, Mustafa Acet ile birlikte oraya gittik. Üstad Hazretlerinin türbeye girişi ve dua edişi hakikaten görmeye değerdi. Sanki Veysel Karani Hazretleri orada tecelli etmiş, zevat-ı kiram orayı istila etmişti. Öyle bir haşyet kaplamıştı. Hatta ziyaretten sonra Karaalili Halim Ağa (Yüksel) Üstada 'Efendim, Veysel Karanî Hazretleri Yemenlider. Sıffın Savaşına katıldığı da söylenmektedir. Nasıl oluyor da onun türbesi burada oluyor?' diye sordu. Üstad Hazretleri de 'Biz onun makamını ziyarete geldik. Ruhu nerede olursa olsun alâ küllihal bizden haberdardır' diye cevap verdi.
"Namık'ın annesi benim annemdir"
"Yine aynı gün Üstad, Zübeyir Ağabeyle ikimize para vererek bizi yoğurt almaya göndermişti. Zira karşılıksız bir şey almazdı. Biz de bizim eve giderek yoğurdu aldık. Validem güzel yoğurt yapardı. Bu arada köyümüzdeki bazı kadınlar Üstadı ziyaret etmişlerdi. Validem de Üstadı ziyaret edip hayır duasını almak için arkamızdan geliyordu. Ben Üstadın kadınlara fazla iltifatının olmadığını bildiğimden validemi atlatmak istiyordum. Biz arabaya bindik. Arabayı Mahmut Çalışkan kullanıyordu.Emirdağ'a gidecek yerde araba tarla yoluna döndü. Ben de Tokçak'ına gidecekler, Hayri Beyle görüşecekler zannettim. Sonra hatırlatmam üzerine geri döndük. Bu sefer okulun arkasından Emirdağ'a dönecekken daha ileriye gittik. Meğer Validem de hâlâ arkamızdan koşuyormuş. Biz tam Yavan Ahmetlerin evinin önünden geçerken araba durdu. Üstad Hazretleri valideme iltifat ederek, 'Hafız Nâmık'ın annesi bizim de annemiz' dedi. Üstadımızın valideme böyle iltifatta bulunması beni gayet memnun etti. Bana dünyalar verilseydi bu kadar sevinmezdim. Böylece sevk-i İlahi ile validem de Üstadla görüşmüş oldu.
"Biz namazın hukukunu müdafaa ediyoruz"
"Bir gün Kaymakam Mehmed Uz Bey, Vaiz olarak Hacı Ali Kılınçalp ve ben Cuma namazı kılmak için Piribeyli'ye gittik. Yukarı Piribeyli'de Hacı Ali Efendi cumadan evvel vaaz etti. Ben de hutbe okuyup namaz kıldırdım. Namazdan sonra Kaymakam Bey caminin avlusunda halka hitap ediyor ve Emirdağ Lisesinin yapılması için cemaatten yardım topluyordu. O arada Piribeyli merhum Hacı Hüseyin Efendi üzerinde ilmî kisvesi olduğu halde bana, 'Oğlum Hafız, Kaymakama bu şekilde, hoşgeldin desem bana bir ceza tereddüp eder mi?' dedi. Ben de bu fırsatı kaçırmadım ve buna cevaben 'Hocam, siz Bediüzzaman'ın sünnetten iki eksiği var diyorsunuz. Bugün sen caminin içindesin ve namaza gelmişsin ve Kaymakam da dindar, üstelik sizin caminizde yardım topluyor.
Sizin bu ilim kisvesiyle bir kaymakama, hoşgeldiniz diyemiyecek kadar sönük imanınız nerede; Bediüzzaman'ın ceberrut devrinde mahkemelerde ilmi kisvesini çıkarmadan kükremesi nerede. Hatta Afyon Mahkemesinde ikindi namazı biraz geç kalınca namaz kılmak izin istiyor. Hakim müsade etmiyor. Üstad Hazretleri biraz daha bekliyor, yine müsaade istiyor. Yine vermiyorlar. Nihayette artık ikindi namazının vakti tehlikeye giriyor. Üstad, 'Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmek için geldik' deyip bir kükrüyor. Bediüzzaman'a ve talebelerine namaz kılmak için müsaade etmek zorunda kalıyorlar. İşte sizin bu güçsüz imanınızla onun bu iman kuvvetini mukayese edebiliyor musunuz?' deyince merhum Hacı Hüseyin Efendi çok doğru söylüyorsun diye gözyaşı dökmüştü ve şöyle devam etmişti:
"Ben, bu zamanın mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir? diye kaç defa istiareye yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Fakat ben bu konuda büyük hataya düşmüşüm.'
"Üstad, kaybettiğim saatin parasını verdi"
"Bir gün Üstad Hazretleri bizi Kapaklı Çeşmesine götürmüştü. Burası Emirdağ'la Bolvadin arasındadır. Biz daha önce postahaneden mektup göndermiştik. Sonra Zübeyir Ağabeyle çeşmeden testiyle Üstada su getirdik. Döneceğimiz sırada öğle namazına ne kadar var diye saatlere baktık. Zira Mustafa Acet imam, Osman Aydın imam, ben imam. Hepimizin namaza yetişmesi lazım. Ben saatime bir baktım ki saatim yok. Ne kadar aradımsa bulamadım. Üstada duyurmamaya çalıştıksa da yine o duymuş. Arabayı durdurdu ve ne olduğunu sordu. Onun ısrarı üzerine anlattım. Nerede kaybetmiş olabileceğimi sordu. Çeşmede düşmüş olabileceğini söyledim. Ve arabayı doğru oraya sürdürdü. Ama orada da bulamadık. Benim yüzümü okşayarak, 'Saatine sahip ol' dedi ve saatimin değeri kadar bana para verdi. Ne kadar almak istemedimse de, 'Kardeşim buraya sizi ben getirdim. Kaybolmasına ben sebep oldum' diyerek zorla verdi. Ben daha sonra saati buldum ve Üstada parayı geri iade ettim. Saati Postahanede düşürmüşüm. Rahmetli Postacı Cemal de saatin benim olabileceğini düşünerek bana getirmişti. Üstad iki yüzümü okşayarak 'Keçeli bir daha saatine sahip ol' dedi.

"Okuduğunuz Kur'ân'ı her yerde dinliyorum"
"Hocam Gönenli Hafız Ahmed Efendi ki; bu zat Eskişehir Oduncu Pazarı Camii imamı iken vefat etmiştir. Ona Üstad Hazretleri 'Siz nerede Kur'an okuyor iseniz ben sizi dinliyorum. Bu şekilde kabul et' demişti. Zira bu zat meşhur kurralardan idi. Üstad Hazretleri onun okuduğu Kur'an'a böyle değer verirdi.
"Düzce'deki Hasan Efendi kıraat okurken, yine orada Kürkzade ve Kulaksız Şükrü Efendi bana, 'Bediüzzaman'ın talebesi ve köylüsü geliyor' diye Emirdağlı olmam hesabiyle bana değer verirlerdi.
"Konya Müftüsü Ömer Tekin Hocaefendi de 'Gel benim nurlu oğlum' diye Bediüzzaman'ın talebesi olmam dolayısıyle bana iltifat ederdi. Seksen iki yaşındaki adam ayağa kalkardı.
"Üstad Hazretlerinin her hali, her tavrı, her bakışı İslam'a hizmetti. Asırlardır izine tozuna rastlanmayacak muhterem bir zattı. Üstad Hazretlerinin durumunu gördüğüm zaman Peygamberimizi (a.s.m.) hatırladım. Zübeyir Ağabeyin sadakatini gördüğüm zaman Hz. Ebubekir Efendimizi, Mustafa Sungur'un celadetine bakar. Hz. Ömer Efendimizi hatırlarım.
"Ceylan Çalışkan rahmetliyi de çok severdim. Kendisi çok zeki bir insandı. Ona 'Sen neden imtihanlardan hep on alıyorsun' diye sormuşlar. O da 'Ondan fazla notunuz olmadığından her zaman on alıyorum' diyerek nükteli bir cevap vermiş. Bu hazır cevaplılığından dolayı soranları güldürmüş.
"Takipçi birisinin akıbeti"
"1960 ihtilalinde bizim karargahımız Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkanıydı. Biz birbirimizden haberdar olmak için devamlı buraya gider gelirdik. O arada Sivrihisarlı Niyazi Usta diye birisi vardı. Bu bizi takip eder, konuştuklarımıza kulak kabartırdı. Ben buna çok kızardım. Hatta dövmeye bile niyetlenmiştim. Mehmed Çalışkan Ağabeye durumu anlattım. O 'Sakın ha, onun başına bir şey gelecek, ama bizden gelmesin' diyerek bizi engelledi. Gerçekten de onun başına öyle bir iş geldi ki, bir daha kimsenin içine çıkamaz bir hale geldi. Yüz kızartıcı bir suç sonucunda hapse girdi, evini de satarak ailesini Emirdağ'dan götürdü. Bir daha da Emirdağ'a gelemedi.
"Bir gün Üstad Hazretlerinin arkasında öğle namazı kılıyorduk. Üstad namaza başladığı zaman sanki yok olmuştu. Hani Hz. Ali namaza durunca vücudundaki oku çıkarmışlardı ya, aynen onun gibi Üstad Hazretleri de kendinden geçmişti. Onun namaz kılışını görünce kendimden hicap duydum. O namazın lezzetini hala unutamam.
"Üstada gençlerin sevgisi"
"Üstad Hazretleri Emirdağ'a geldiği zaman onun arabasını, faytonunu sürmek için gençler sıraya dizilirlerdi. O hususta jandarmadan dayak yemeği şeref sayarlardı. Üstadı bu kadar çok severlerdi.
"Üstada otomobil alınmazdan evvel Üstad bir yere gitmek istediği zaman arabası, otomobili olanlar, hemen arabalarını alır gelirlerdi. Onu, nereye gitmek isterse götürmek, onun duasını almak isterlerdi. Emirdağlıların nakliye konusunda muvaffak olmalarının sebebi herhalde Üstadın duasına mazhar olmalarındandır.
"Üstad Hazretleri Emirdağ'a 1944 yılında gelmişti. Ben o zamanlar talebeydim. Hocam Gönenli Ahmet Efendi (r.h) bana 'Oğlum, mutlaka bu zatla görüş' demişti.
"Rahmetli babam köyümüzde Hayri Beylerle görüşürdü. Hayri Bey de Üstaddan küçük risalelerden getirirdi, beraber okurlardı.
"Ben Üstad Hazretleriyle görüşebilmek için beş gün Suvermez'e gittim geldim. Geceleri orada yatıyor, gündüzleri geri dönüyordum. Nihayet beşinci gün sonunda Üstadla görüşmek kabil oldu. Ve beni talebeliğe kabul etti. Ondan sonra da münasebetlerimiz devam etti.
"Gidip Stalin'i öldürür müsün?"
"Bir defasında Üstad Hazretleri Adaçalı'dan geliyorlar. Kibidek Çavuş denen birisi Üstadın yakasına yapışıyor. Üstadın yanında o zaman Mustafa Acet var. Üstad silkiniyor, yakasını Kibildek Çavuş'un elinden kurtarıyor ve Mustafa Acet'e dönerek 'Git, Stalin'i öldür desem öldürür müsün?' diyor. Mustafa Acet Ağabey de 'Vallahi Üstadım, şimdi giderim' diyor. Bunu üzerine Üstad Hazretleri o Kibildek Çavuş'a 'Bak, en edna bir talebem dahi emretsem Stalin'i öldürmeye gidecek. Eğer ben istersem iki saat içinde bana zahmet çektirenlerden intikamımı alırım. Fakat ben rıza-yı İlahi için ve bu milletin imanını kurtarmak için çalışıyorum' diyor.
"Askere merhum Ceylan Çalışkan'la beraber gittik. O benden büyük olmasına rağmen, daha önce, hapiste yattığı için beraber gitmiştik. Ben giderken Üstad Hazretleri bana şöyle demişti: 'Herhangi bir mansıba, mevkiye elin yetişmediği zaman, ayağının altına başka vasıta bul, sakın Kur'an-ı Kerimi vasıta yapma.'
"Askerden geldikten sonra Üstadla yine münasebetlerimiz devam etti. Emirdağ Çarşı Camiine geçtiğimden Üstad Hazretleri bana, 'Ben hiç bir yerde bu kadar uzun süre (sekiz sene) aynı camide namaz kılmamıştım. Burada Çarşı Camiinde sekiz sene devamlı namaz kıldım. Alâküllihal bu cami benim camimdir. Buraya benim talebelerimden bir fedai çıkması lazımdı. O da sen oludun. Seni tebrik ederim. Benim camime imam olan aynı zaman da benim imamımdır' diyerek iltifatta bulunmuştu.
Kabristandaki evliyalar
"Üstad Hazretleri bize daima Keçili köyü kabristanını ziyaret etmemizi tenbih ederdi. ' O kabristanda çok evliya var' derdi. Biz de bunun üzerine bu kabristana çok gitmişizdir. Bir gün Mustafa Acet Ağabey, Bayram ve ben yine o kabristana gitmiştik. Oradaki köylülere 'Bu kabristanın ne gibi hususiyetleri var da Üstad buraya bu kadar ehemmiyet veriyor' diye sormuştuk. Köylüler de 'İstiklal Savaşında burada çok şehit vermiştik' diye cevap vermişlerdi.
"Üstad Hazretleri, ben Van'da askerlik yaptığımda bana 'Van Kalesine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Evet Üstadım, gittim' dedim. 'Peki, Van Kalesine inerken ayağınız kaysa ne olur?' dedi. Ben de cevaben 'Yüzde beş yüz ihtimalle düşeriz' dedim. 'Tahminen kaç minare boyu var?' dedi. 'Beş minare boyu var diyorlar, efendim' dedim. Üstad bunun üzerine 'Benim oradan ayağım kaydı, on-on iki metre yan tarafa fırladım, fakat bir şey olmadı. O zaman anladım ki, korunuyorum' dedi.
"Namazın kerameti"
"Yine Hasan Hüsnü Mola diye bir zat anlatmıştı. Üstad Hazretleri Bitlis'e eli bağlı olarak getirilirken namaz kılmak için jandarmalardan kelepçeyi çözmelerini istiyor. Onlar da kabul etmeyince Üstad Hazretleri kelepçeyi kırıyor, namazını kılıyor. Ben de Üstada böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. Üstad Hazretleri 'Ben gençliğimde çok kuvvetliydim. Kelepçeyi kırıp namazımı kıldım. Belki de namazın kerametidir' diye cevap verdi.
"O yanmaya mahkumdur"
"Afyon mahkemesinden sonra kitaplar sahiplerine iade edildiğinde paketlerin üzerinde pullar vardı. Üstad Hazretleri bu pulları toplamamı söylemişti. Zira bu pulların üzerinde İnönü'nün resmi vardı. "Üstadım bu pulları ne yapayım?' dedim. Üstad Hazretleri de, 'O pulları yak, zira o yanmaya mahkumdur ' diye cevap verdi.
"Bir Ramazanda Üstad tarafından teravihten sonra sahura kadar Kur'an hatmi indirmem emredilmişti. Mustafa Acet Ağabey risale yazıyor, Zübeyir Ağabey gündüz hizmetlerde bulunduğundan ve rahatsız olduğundan yatıyordu. Kastamonulu Hüsnü ise henüz küçük talebe idi. Her gün teravihten sonra geliyor Üstad Hazretleriyle sahura kadar Kur'an okurduk. İki günde bir hatim indiriyorduk. Sonra evlerimize gidip sahur yemeğini yiyor, camiye mukabele geliyorduk.
"Ben bütün Nur talebelerini görüyorum"
"Kadir gecesi Üstad Hazretleri iki-üç defa yanımıza geldi. Zübeyir Ağabey ayakta duramayacak kadar hasta olduğundan yatıyordu. Üstad 'Kalk keçeli' diye onu kaldırıyordu. Yine sahurdan önce son gelişinde sedire oturdu. Neşeli bir şekilde sol elini sağ elinin karşısına dikerek 'Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum. Onların bütün nefes alışlarını dinliyorum' diye neşeli bir şekilde konuştu.
"Emirdağ'dan dünyaya bir hakikat ilan edilecek"
"1944'te Üstad Emirdağ'a geldikleri zaman Seydi Koçer Ağabey üç gün oruç tutuyor, hayvansal besinlerden yemiyor. Sonra da Üstadı ziyarete gidiyor. Ve içinden de Üstad Hazretlerinden himmet bekliyor. Üstad ona dikkatli bir şekilde bakıyor. Seydi Ağabey bunu İbrahim Kantar Ağabey'e anlatıyor. İbrahim Ağabey de üç gün oruç tutuyor, hayvansal besin yemiyor ve Üstad Hazretlerinin yanına gidiyor ve içinden himmet dileğinde bulunuyor. Üstad Hazretleri ona 'Bak kardeşim, Emirdağ'dan bir kısım insanlar bize hizmet edecekler ve bütün dünyaya buradan bir hakikat ilan edilecek' diyor. Ve kısa bir süre sonra Afyon mahkemesi oluyor, İbrahim Ağabey tahliye olduğu halde Emirdağ'a gitmiyor, Üstadın dış hizmetlerinde bulunuyor.
"Gönenli merhum Hafız Ahmet Erok bize, 'Oğlum, bir velinin büyüklüğü onun karşısındaki muarızlarıyla ölçülür. Koca Sultan, karşısında bütün dünya dinsizliğini almıştır' diyerek ağlamıştı.
"Mustafa Acet Ağabey anlatıyor: 1950'lerden evvel şekerin bulunmadığı zamanlar, şeker aramaya çıkıyoruz. Bir türlü bulamıyoruz. Eve döndüğümüzde bir bakıyoruz ki, rafta kiloluk kese kağıdıyla şeker var. Üstad bunu görüyor. Kimin getirdiğini soruyor. Biz de bilmediğimizi söyleyince 'Fesübhanallah, her neyse' diyor.
"Üstad cuma günleri banyo yapardı. Bir kış günü Üstad Hazretleri mangalın üzerine ibrikle su koydu. Baktım ki, mangalda sönmek üzere olan bir közden başka ateş yok. Bunu Üstada söyleyince, Üstad Hazretleri ısrarla koymamı söyledi. Sonra tenekeyi getirdi, mangalın yanına dayadı. Ben içimden gülüyordum. Bir kaç dakika sonra Üstad Hazretleri elini tenekeye vurdu ve 'Fesübhanallah, su ısınmış' dedi.Ben inanmayacak oldum. Baktım, su banyo yapacak derecede mükemmel bir şekilde ısınmış.
"Üstad Hazretleri bir şey sipariş ettiği zaman bir kutunun içinden para çıkararak verirdi. Bir gün baktım ki kutuda para yok. Üstad kutunun kapağını tekrar kapadı, bir şey daha ısmarladı ve kutudan içinden yine para çıkarıp verdi. Bunları bizzat gördüm.
"Üstad cinlere ders veriyordu"
"Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmeyeyim' dedi.
"Merhum Mustafa Bilal anlatıyor: Üstad Hazretleri Emirdağ'a gelmezden evvel rüyamda 'Bediüzzaman geliyor, Mehdi geliyor' dediler. Ve baktım camiye birisi girdi. Ayakları yerde, başı tâ kubbeye varıyordu. Boyu bu kadar uzundu. Daha sonra Üstad Hazretleri Emirdağ'a teşrif ettiler.
"Bediüzzaman'ın tokadı ve İnönü'nün seçimi kaybetmesi"
"Yine Mustafa Bilal'in yakın akrabalarından Hasan Usta anlatmıştı: '1950 seçimleri olurken ben ağır hastaydım. Yarı uyur-yarı uyanık haldeyken, 'Bediüzzaman geldi, Mehdi geldi, Said bin Mirza geldi' dediler. Sonra baktım, Afyon Kalesinin önünde yüksek bir taht kurulmuş ve İnönü büyük bir kalabalığa hitap ediyor. Sonra 'Mehdi çıktı' diye bir ses işitildi. Ve kaleden birisi çıktı, dolanarak geldi. İnönü konuşurken ona öyle bir tokat akşetti ki, İnönü tepe taklak kürsüden yuvarlandı ve yere düştü, ben de bu sırada uyandım. Daha sonra İnönü seçimlerde ağır bir yenilgi alarak seçimleri kaybediyor.
"Ben ilk zamanlar şapka giyiyordum. Bana birçok Nur talebesi şapkayı çıkarmamı söylemişlerdi. Ben ise çıkarmaya sıkılıyordum. Bir gece rüyamda. 'Üstad Hazretleriyle bir yere çıkıyoruz, elini benim omzuma atıyor. Bakıyor ki, başımda şapka var. Elinin tersi ile şapkamın güneşliğine vuruyor. Şapkayı gökyüzünde hayal-meyal görüyorum, daha sonra şapka tepesi aşıp kayboluyor.
"Bediüzzaman feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor"
"Nazilli'de Şeyh Hacı Ali Efendi isminde muhterem bir zat vardı. Benim de tayınım Konya Doğanbeyli'ye çıkmıştı. Tayinimin Nazili'ye çıkmasını istiyordum. Nazilli Müftüsü Mehmed Ali Sula ile beraber bana yardımcı olması için bu Şeyh Efendinin yanına gitmiştik. O sırada değişik yerlerden başka kimseler de gelmişti. Onlar benden yaşlı olduklarından onlara yer gösterdi. Ben Emirdağlıyım deyince beni yanına oturttu. 'Bediüzzaman'ı tanıyor musun?' diye bana sordu. Bende tanıdığımı söyledim. Üstad Hazretlerinden uzun uzun bahsetti. 'Evladım, biz makamımızın altındakilerin derecesini takdir edebiliriz. Makamımızın üzerindekilerin ise derecelerini takdirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile tarikiyle seyr-i sülûk ediyoruz. Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerine intisablıyım. Bediüzzaman'ın kolu o kadar uzun ki, feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor' dedi.
Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye karşı Ege taaruzu diye bir güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi'ni kurdu. Bunları Üstad Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde 'Menderes dindarlarla beraber olursa karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-yetmişinin hakiki dindar olması lazımdır' demişti.
"Üstad Hazretleri Bitlis'te Ulu Camiin minaresine çıkarak şerefenin korkulukları üzerinde yürümüş. Ceylan Ağabey Üstada bunu neden yaptığını soruyor. Üstad Hazretleri de, 'Kimsenin yapamadığını yapmak için yaptım' diye cevap vermişti.
"Menderes'le Bediüzzaman'ın selamlaşması"
"Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ'a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstadın evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes'e selam verdi. Bu sırada öyle bir alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oynuyordu.
"Afyon Hapishanesinde Kasap Tahir isminde birisi vardı. Bu birisinin başını kesmiş ve idama mahkum olmuştu. Fakat henüz idamı infaz edilmemişti. Bu, hapishanede Üstadı ziyarete gitmişti. Üstad buna 'Sen öldürülmeyeceksin ' diyor. Gerçekten de 1950 yılında bir af çıkıyor, o da bu aftan yararlanarak idam olmaktan kurtuluyor.
"Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam olunca, Üstad Hazretleri iki-üç gün hiç dışarıya çıkmıyor, daima odasında oturuyormuş. Mustafa Sabri Efendi bunun üzerine Üstadın yanına çıkarak ne yaptığını sormuş. Üstad Hazretleri de, 'Meşgulüm, meşgulüm, nefsimi terbiye ile meşgulüm' diye cevap vermiş. Mustafa Sabri Efendi 'Nefsinin neyiyle meşgulsün?' diye sorduğunda Üstad şöyle diyor: 'Nefsim bana diyor ki; 'Sen şeyhülislamlığa her hususta Mustafa Sabri Efendiden daha layıksın, sen varken neden onu şeyhülislam yaptılar?' Ben de ona diyorum ki; 'Eğer bu görev sana nasip olsaydı, hiçbir kimse buna engel olamazdı. Demek ki, sana nasip değilmiş, hakkına razı ol. Oturduğun yerde otur."
(Son şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir...)

13 Şubat 2011 Pazar

"Mevlid-i Nebi"


"Mevlid-i Nebi"

Sevgili Peygamberimizin(s.a.v.) doğumunun 1440'ncı yıldönümü "Mevlid-i Nebi" bize, çevremize, milletimize, İslam alemine ve tüm insanlığa hayırlar getirsin dileriz.

Her toplum kendi seçkin şahsiyetlerini örnek alır. İlim, irfan ve akl-ı selim sahibi insanların da yapacağı budur. İşte bu insanlar dünya ve ahirette, mesut ve bahtiyar olurlar. Bu tür bahtiyar insanlardan yoksun olan toplumlar ahlâki çöküntüye düşerler, huzurları bozulur; güç ve kuvvetlerini kaybederler; anarşinin içine düşerler. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.

Dinî ve ahlakî hayatımızın en büyük örnek şahsiyeti, hiç şüphe yok ki, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.

Alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in örnek hayatı incelendiğinde; O’nun muhteşem özellikleri, açıkça görülür.

Allah Rasûlü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve kimseyi kırmadan, yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konularla meşgul olmazdı. Allah’a hürmetsizlik yapılmadıkça, kendisine karşı yapılan kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı.

Hz. Peygamber cömertti. İkram etmeyi çok severdi. Eline geçen hemen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.

Dürüstlükten ayrılmazdı. Verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa, asla yalan söylemezdi. Henüz peygamber olmadan “güvenilen kişi” unvanını kazanmıştı. Bunun içindir ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Sizin için, Allah’ın Rasulü (Hz. Muhammed), Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokca zikredenler için, güzel bir örnektir.[Ahzap Suresi Ayet:21.] buyurur. Bunun yanında; Allah Teala Kur’an’da Yüce Peygamberimizin “En üstün ahlâk üzere bulunduğunu”[Kalem Suresi Ayet:4.],“Allah’ın rahmetinin eseri olarak ümmetine yumuşak ve merhametle davrandığını”[Al-i İmran Suresi Ayet:159.] bildirmiş ve “Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”[Enbiya Suresi Ayet: 107.] buyurmuştur.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de “Sizin en hayırlınız, ahlâken en güzel olanınızdır.”[Buhari], “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”[Malik] buyurmuştur.

Hz. Mevlâna (k.s.) "Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim. Ben Muhammed muhtarın yolunun tozuyum..." ve "Alnımızdaki o parlak nûr, Hak âşıkının gönlündeki o iman ışığı, secde eseri olarak mü'minlerin yüzlerinde görülen bütün bu nurlar, bilki her nurun nuru, Allah'ın sevgili peygamberi Muhammed'in nurundandır. " demektedir., Bizlerinde, Rahmet Peygamberinin, O yüce insanın (s.a.v.) yolunda kurban olması, örnek alması gerekmektedir.

Sevgili Peygamberimizin doğumunun 1440'ıncı yıldönümünü kutlarken, Müslüman’a yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı bir insan olmaktır.

Sevgili Peygamberimizin(s.a.v.) doğumunun 1440'ıncı yıldönümü "Mevlid-i Nebi" bize, çevremize, milletimize, İslam alemine ve tüm insanlığa hayırlar getirsin dileriz.

6 Şubat 2011 Pazar

HOCAM

Muzaffer DOĞAN



Hocam…
Arif Nihat Asya’ nın aziz hatırasına

Son sevdalı sensin desem yeridir
Güzeller hüsn-ü hatsız kaldı hocam

Dalgalanmak için rüzgar bekleyen
O tepede vaatsız kaldı hocam

Fatihlere gebe kızlar babasız
Koçyiğitler pusatsız kaldı hocam

Devlerin geçtiği o yollar ıssız
Altından nallar atsız kaldı hocam

Vurdular can yoldaşını Dicle nin
Yaban elde Fıratsız kaldı hocam

Göz pınarları kurudu dedemin
Koca ninem feryatsız kaldı hocam

Uçarken aldıklarını geri ver
Hak kuşları kanatsız kaldı hocam

Ve…çıktın adsız girdiğin kapıdan
ASYA…Arif Nihat’sız kaldı hocam

Muzaffer DOĞAN

4 Şubat 2011 Cuma

İĞRENİYORUM

İğreniyorum!
Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum!
Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı 'cek' ve 'cak' edatlarından iğreniyorum!
(Perikles) gibi (Attik) Yunan medeniyetinin en haşmetli ve her şeyi tamam cemiyetinde, (Lirik) şiirin babası (Pindaros) şöyle der:'Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum! '... Ben de aynı meraret duygusuyla güneşi cepte kaybetmiş bir topluma bu sırrı anlatamamanın sefaletinden iğreniyorum!
Dudaklarla kalbler arasındaki mesafeden, her akşam başına yorganı çeker çekmez uyuyuveren nefs muhasebesi yoksunu eyyamgüder politikacıdan, tecrit kampı ve iman zindanı haline getirdikleri camilere hissizce girip çıkan marka müslümanlarından iğreniyorum! Gördüğü şeyi nasıl görebildiğini izahtan âcizken gözüyle görmediği için Allahı inkar eden maddeciden iğreniyorum!
Posayı cevher sanan kabuk milliyetçisinden, çile çekmeden olmaya bakan ezberci medeniyetçiden, hayat ağacını devirmeyi ve nurlu meyveleriyle ateşe atmayı inkilâp sayan devrimbazdan ve bunlara inananlardan, kapılanlardan iğreniyorum!
Hâsılı, dil adına dilden, ev adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum!
Ötesi var mı? ...
Ağlayamayan, anlayamayan, içini kanatamayan, yumruğunu sıkamayan insandan, Allahın Kur'anda 'belhüm adal-Hayvandan aşağı' diye andığı iki ayaklılardan iğreniyorum!
(17 Mart 1980)
N.Fazıl KISAKÜREK

1 Şubat 2011 Salı

LEYLÂ’DAN MEVLÂ’YA VARABİLMEK İÇİN

LEYLÂ’DAN MEVLÂ’YA VARABİLMEK İÇİN

Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerif’te;

“Âşıklık, ister bu baştan olsun, ister öbür baştan, sonunda bizi o tarafa götürecek bir rehberdir.” (c. 1, b. 111) demektedir.

Kâinatın her zerresi Allah’ın tecellî aynasıdır ki onlara “mazhar”, Hakk’ın tecellisine ise “zâhir” denir. Erbab-ı kemâl her yerde ve her şeyde zâhir olan o Cemâlullahı sever. Bazıları ise bu kemal derecesine ulaşamadıkları için kâinat aynasına bakan Cenab-ı Hakk’ı değil de, onun tecellîsini yansıtan varlık aynasını sever, böylece, zâhir olan Allah’tan gaflet eder ve mazhar olan varlıklara muhabbet beslerler. Zâhir olan Allah’ı sevenin aşkına “hakiki”, mazhar olan varlığı sevenlerin aşkına ise “mecâzî” denilir. (Tahirü’l-Mevlevi, I, 134)

Beyite göre aşk, her şekli ve her hâliyle bizi Allah’a götüren yoldur. Burada demek istenir ki, aşk ister iki insan arasında duyulan ve yeryüzünde çok görülen “mecâzî aşk” olsun, ister Allah’la kul arasındaki “hakiki aşk” derecesini bulsun, neticesi aynıdır. İşin sonunda insanı hakikat mertebesine ve yüce vahdet sarayına ulaştırır. (Abidin Paşa, I, 57; Tahirü’l-Mevlevi, I, 133; Kenan Rıfai, 33)

Yukarıdaki beyiti Allah ile kul arası sevgi bağlamında değerlendirecek olursak, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” (Mâide sûresi, 54) âyetini de dikkate alarak diyebiliriz ki; sevgi ister Allah’tan kula, istersen kuldan Allah’a yönelik olsun, sonuçta kul Allah’a yaklaşmış olur.

“Mecaz, hakikatin köprüsüdür” sözü, hakikat semtine mecaz köprüsü vasıtasıyla geçilebileceğini, aşk-ı mecâzîye tutulanların neticede aşk-ı hakikîye geçeceklerini anlatır. (Tahirü’l-Mevlevi, I, 135) Ancak bunun bazı şartları vardır:

1- Farkındalık

Bir insan, dünyada âşık olduğu bir güzelliğin esasen Allah’ın güzelliği, O’nun varlıklarda ve insanlardaki yansıması olduğunun şuurunda ise, mecazdan hakikate mesafe kat etmesi mümkündür.

2- Mecâzî aşkta iffet muhafaza edilmelidir

Makbul olan mecâzî aşkın ilk özelliği tam manasıyla iffeti olmasıdır. İffetsiz muhabbete aşk denmez. Onun ismi şehvettir ki hayvanlarda da görülür. (Abidin Paşa, I, 57) Mecaz, hakikate götüren köprü olduğuna göre mecâzî denilen insan aşkı da kulu bir gün Allah aşkına götürebilir. Yeter ki bu aşk bir vücud ihtirası bir nefis hastalığı, kısaca yanılmış veya sapıtmış bir istek olmasın. (Kenan Rıfai, 33)

3- Mürşid-i kâmilin himmeti gerekir

Allah yolunda ilerlemek isteyen kimsenin her şeyden önce kendisine ayak bağı olacak kayıtlardan kurtulması, kalbinde Allah’tan gayrısına bağlılık bulunmaması gerekir. Aşk-ı mecâzî ile birini seven de, sevgilisinden başka her şeyi kalbinden çıkarmış olduğundan, kalbini ve fikrini yalnızca sevgilisine hasrettiğinden, onu bu tek bağdan kurtulmak kolaydır ki o bağ da bir mürşid-i kâmilin himmetiyle çözülüverir. İşte aşk-ı mecâzînin hakîkat köprüsü olması, Hazret-i Pir’in de, “âşıklık ne sûretle olursa olsun, bizim için rehber-i hakîkattir” buyurması, bu itibar ile olsa gerektir. Yoksa Hazret-i Mevlânâ, “Renge incizab [dış güzelliğe tutulmak] dolayısıyla husûle gelen aşklar, aşk değildir; neticesi utanıp arlanmaya varan bir hevesten ibarettir” (Mesnevi, c. 1, b. 205) buyuruyor.(Tahirü’l-Mevlevi, I, 135)

Abidin Paşa’ya göre beyitteki “bizi” tabirinde bir ima vardır. Ona göre Hz. Mevlânâ şöyle demektedir: Aşk bizim gibi ilahî aşkın yüceliğini anlamış, şeriat ve hakikatin hükümlerine uyanları vahdet mertebesine ulaştırır. Yoksa mecâzî aşk bir münkire ne fayda verebilir. (Abidin Paşa, I, 57)

Mesnevihan Şefik Can’ın bu beyitle ilgili aşağıdaki açıklaması, tüm söylenenleri özetler mahiyettedir:

“Hak yoluna düşen bir kişiye ayak bağı olacak bir ilişki bulunmaması gerekir. Gönlünde her hangi bir şahsa sevgisi olmayan kişi, her gördüğüne bağlanabilir. Bu sûretle onun dünyaya olan bağlılığı arttıkça artar. Fakat candan gönülden birini seven kişi, sevdiğine bağlanmakla, diğer bağlardan kurtulur. Çeşitli bağlantıları bire indirmiş olur. Elbette bir bağdan kurtulmak, birçok bağdan kurtulmaktan kolaydır. Böyle bir bağı olan kişinin de o tek bağı, kâmil bir mürşit eliyle kolayca çözülür. Fakat şura­sını unutmamalı ki; mecâzi olan ve sahibini tek bağlı haline getiren bu aşk, nefsânî ve şehvânî olmamalıdır. Çok güzel yapılmış bir insan resmini seyreden bir kimse­nin, ona karşı şehvet değil, hayranlık duyduğu gibi, canlı bir güzele bağlanmış olan da, onda, sevdiğinde Allah'ın yaratma gücünü, sanatını görüp; "Allah'ım, sen ne gü­zel yaratıyorsun!" diye Hakk'a hayranlık duymalıdır. Hatırına şehvânî duygular gel­memelidir. Gelecek olursa, o aşka mecâzî aşk değil, hayvânî aşk denir. Böyle bağlı­lık hakîkate köprü olamaz. O köprüden Hak tarafına geçilemez.” (Şefik Can, II, 381)

KAYNAKLAR

Abidin Paşa. Mesnevi Şerhi. I-II. sad. M. Sait Karaçorlu. İstanbul: İz yay. 2007

Kenan Rıfai. Şerhi Mesnevi-i Şerif. İstanbul: Hülbe yay. 1973

Şefik Can Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi. I-VI. İstanbul: Ötüken nşr. 1999

Tahirü’l-Mevlevi. Şerh-i Mesnevi. I-XVIII. İstanbul: Şamil yay. ts.

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...