13 Eylül 2013 Cuma

AŞK"IN KOKUSU



“Sevgili” ile “vuslat” istiyordu. Ya da “Sevgili”nin göndereceği bir tek “selam” istiyordu. Ve o selâmı getirene “kurban” olmaya hazırdı.
AŞK"IN KOKUSU  
Mevlâna okyanus, Tebriz"li güneş idi…  Güneş Okyanus"a düştü ve bir aşk efsânesi doğdu  Allah O"nu kendisi için seçmişti. O"nu kendisine sırıl sıklam âşık olması için yaratmıştı. Kalbine aşkın ilk tohumları serpildi ve “aşk kervânı” Afganistan"ın Belh beldesinden Anadolu"ya doğru yola çıktı. Yıllar süren yolculuktan sonra, baba Âlimler Sultanı Bahaaddin Veled, ailesi ve geleceğin Âşıklar Sultanı Celâleddin Konya"ya ulaştı.  Celâleddin yirmili yaşlardadır. Bebekliğinden itibaren en çok duyduğu isim “sevgili”nin ismi “Allah” olmuştur. Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mektepte, medresede hep “sevgili”nin ismi zikredilmektedir. O"nun ismi ile uyanmakta, O"nun ismi ile güne başlamakta ve O"nun ismi ile günü kapayıp uyumaktadır.  Üç yaşında başlamıştır “sevgili”sini tanımaya. Daha doğrusu üç yaşında başlamışlardır Celâleddin"e “sevgili”sini tanıtmaya. Cemâlini görmeden âşık olmuştur. Varlığını görmeden tüm özelliklerini ve güzelliklerini ezberlemiştir.  Neleri sever?.. Neleri sevmez?.. Kimleri sever?.. Kimleri sevmez?  “Ölümsüz Sevgili” kendisinden önce hangi “ölümlüler” ile aşk destânı yaratmıştır? Ve içlerinden en çok hangisini sevmiştir? Hepsinin yaşamlarını, özlerini ve sözlerini de en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştir.  “Özünde mevcûd olan Sevgili”yi tanıma ilmini tamamlamış ve tanıtma aşamasına ulaşmıştır. Sultanlar, âlimler, dervişler dünyanın her yanından O"na gelmektedir. O"nun önünde diz çökmekte ve “Sevgili”yi tanıma ilmini tahsil etmektedirler. Dört yüz talebesi, on bin dervişi ve bir dünya dolusu hayrânı vardır. Herkes O"nun özündeki O"nu aramaktadır.  Celâleddin otuz sekizli yaşlardadır. O"na “Efendimiz” anlamındaki “Mevlâna” diye hitâp olunmaktadır. Selçuklu Sultanı da O"na “Efendimiz” demektedir, çıkmaz sokaklardaki dilenciler de O"na“Efendimiz” demektedir. O “Allah”ı arayanların “Efendisi”dir “Mevlânası”dır. Fakat…  Hiç kimse O"na: “Sevgilin ile aranız nasıl? O"nunla görüşüyor musunuz? O"nunla konuşuyor musunuz?” diye sormuyordu. Sormazlardı… çünkü O “Sevgili” ile zâten beraberdi. Sevgili O"nda her türlü güzellikleriyle, sınırsız ilmiyle tecelli ediyordu. Ve Mevlâna da “Sevgili”yi tüm insanlara her yönüyle anlatıyordu. O"nun huzurunda hep beraber muhabbet ve haşyetle secdeye kapanıyorlardı. O"nun cemâlini sissiz ve bulutsuz bir halde göstermesi için O"na cân-ı gönülden duâlar ediyorlar, her gece yarısı ilâhilerle serenâdlara katılıyorlardı.  Fakat O"nu içten içe yakan bir derdi vardı. Derdine de dermân bulamıyordu. Bulamazdı. Çünkü derdini hiç kimseye açmıyordu. Derdini söylemeyen ve aramayan dermân bulamazmış ya! O da içten içe eriyip akıyordu. Dışı neşeliydi. Dışı nurluydu. Dışı halk ile doluydu. Ya içi? Ya gönlü? Ya aklı?... Boştu. Bomboş bir kalbe sâhipti. “Sevgili” O"nun içinde değildi. Dışında da değildi.  “Sevgili” ile “vuslat” istiyordu. Ya da “Sevgili”nin göndereceği bir tek “selam” istiyordu. Ve o selâmı getirene “kurban” olmaya hazırdı.  Hiç kimseye söyleyemediği “buluşma”yı istiyordu. O"nu istiyorum dese; “Zâten O"nunla değil misin?” diyeceklerdi. Hatta O"na; “O"nunla değilsen O"nu bize niçin anlatıyorsun?” diyerek suçlayacaklardı. Haklı olarak O"nu içi başkalıkla dışı başkalıkla yargılayacaklardı.  Suskundu. Konuşmuyordu. Hep O"nu anlatmayı, O"nu tanıtmayı ve O"nun ezber ilim haline gelmiş özelliklerini mollalara, dervişlere ve hayranlara anlatmayı ise “konuşmak”tan saymıyordu.  Mecnûn, Leylâ"sının cemâline bakarak bir tek harf söyleyemezse; elâlem ile gırtlağı çatlayıncaya kadar lakırtı etse ne değeri var?  Mevlâna da “Sevgilisi”nin özelliklerini anlatıyordu. Mevlâna"ya da doğdu doğalı “Sevgili”nin özellikleri anlatılıyordu.  O İstiyordu ki…  birisi O"na  “Sevgili”nin özelliklerini değil,  “Sevgili”yi anlatsın.  O"nun resmini göstersin.  O"nun sesini duyursun.  O"nun gözleriyle baksın.  O"nun elleriyle tutsun.  O"nun ayaklarıyla yürüsün.  Yada  ikili oynamayı ve ikili konuşmayı terk ederek  dobra dobra  “Ben geldim”desin istiyordu.  O"nu içinde ya da ötelerde istemiyordu. O"nu tam önünde “perdesiz, örtüsüz ve peçesiz” istiyordu.  O"nun kelâmını meleklerin “ilham zarfıyla” getirip kalb şeklindeki posta kutusuna atmalarını istemiyordu.  O"nun sesini çan ya da çıngırak sesi gibi duymak istemiyordu.  O"nun kelâmını O"nun ruhundan çıkan ses olarak duymak istiyordu.  O"nun yerlere ve göklere sığmayan bir endâmda olmasını istemiyordu. O"nun da kendisi gibi minik ve “sıfır” kadar bir “varlık” olmasını istiyordu…  Kendisi konuşsun O dinlesin, O konuşsun kendisi dinlesin istiyordu.  Aşkın yasası vardı.  Doğduğu zaman neşe çığlıkları atılmış olanlar… Öldüğü zaman da hüzün gözyaşları akıtılacak olanlar… biribirlerini “gerçek aşk” ile sevebilirlerdi.  Hiç doğmamış ve ölmeyecek sonsuz bir “Sevgili” ile doğmuş ve bir gün ölecek olan “sonlu” birbirlerini gerçekten sevebilirler miydi? Zeus ile Helen birbirine ne kadar âşık olabilirdi? Bu aşkın yasasıyla çelişmez miydi?  Evet çelişirdi. Ve Mevlâna"yı da “aşk”tan soğutan bu yasa idi.  Ümitsiz, aşksız, kalbi kırık ve gönlü bomboş bir okyanus olmuş Konya meydanlarında dolaşıyordu. Gözü O"nu arıyordu. Kulağını hep O"nun sesini işitmeye ayarlıyordu. Çevresinde Mollalar, dervişler ve sultanlar pervâne olmuş dolanırken O bulutların ardına gizlenmiş güneşi gözlüyordu. Kalabalıklar içinde yalnızdı… yapayalnızdı... garîb idi.  Âniden bulutlar dağıldı. Semâlarda “Uçan Güneş” Konya çanağına sığamayan Okyanus"un içine düştü.  Mevlâna"nın atı ürktü. Dervişler ve mollaların yüzü ekşidi. Adına Tebrizli Şems ya da Şems-i Perende yâni “Uçan Güneş” dedikleri bir hırpâni… bir divâne… bir garîb “Efendimiz Mevlâna”nın önüne gerilerek atının yularına yapıştı. Ayaklarında tahta sandalet, elinde “sürekli su sızdıran bir testi”, başında solmuş bir peşkir (havlu) sarılıydı. Saçı ve sakalı karma karışık bir tuhaf insan…  Koruma görevlileri hemen üzerine atılıp kenara fırlatıp atmak için müdahale etmek istediler, durduruldular. Çünkü “Okyanus”… içine düşen “Uçan Güneş”in “ateşi” ile fokurdamaya başlamıştı bile. İki “ölümlü” göz göze tûş olmuşlardı. Ve ölümlülerin ölümsüz yüreklerinden doğan “doğmamış ve ölmeyecek olan aşk”ın buharı gözleri buğulandırarak enfûse ve âfaka yükselmeye başlamıştı.  Gökte melekler yeryüzündeki manzaraya bakarak aralarında fısıldaşmaya başladılar. Diyorlardı ki;  “Yaratılmamış ve yok olmayacak olan "sonsuz aşk" ezelden ebede kadar yalnız kalacağını anlayınca tam ortadan ikiye ayrılıp en yüksekten en aşağıya düştü. Hilâfeti Âdem ve Havvâ"ya kaptırmıştık şimdi de "aşk"ı kanatlarımızın arasından kaçırdık. Eyvâhlar olsun bize!..”  “Aşk”… tam ortadan ikiye bölünmüştü ve bir bahar cemresi gibi toprağa düşmüştü. Düştüğü toprakta, iki ayrı “nokta”da “Ete kemiğe büründü” ve Mevlâna ve Tebrizli Şems olarak göründü.  Su sızdıran gözenekli eski toprak testi Mevlâna"nın hâne-i saadetlerinde idi artık. Mevlâna altınoluklu ibriklerden şerbet içmeyi terk etmişti. Kristal bardaklardan kaynatılmış, arıtılmış ve dinlendirilmiş su da içmiyordu. “Uçan Güneş”in toprak testisinden toprak kokulu “hiç bulanmamış” doğal kaynak suyunu avuçlarıyla avuç avuç içiyordu. İçtikçe susuyor ve susadıkça içiyordu.  Hâne efrâdının çoğu, dervîşanın tamamı ve hayranların elebaşları “Efendimiz Mevlâna”nın toprak testiden içtiği duru sularla hazminin bozulacağına, dilinin tutuklaşacağına, aklının bulanacağına karar vererek bir konsey topladılar. Ve toprak testiyi hırpâni sahibiyle birlikte sürgün etme teorisi geliştirdiler.  Ve teori deneye dönüştü…  Mevlâna bir gün sabah baktı ki ortalıkta ne “Sâkî var ne de aşk şarabı içtiği testi”. İkisi de yok. Çevresini sarmalayan “kalabalıklara” O"nu sordu, nerede dedi. O gitti, geldiği gibi kirli testisini eline alıp gitti dediler. Onlara inanmadı. Hz. Hâcer gibi iki yana koştu. O"nun kokusunu Irak ve Sûriye taraflarından aldı. Can parçası Sultan Veled"i gönderdi ve O"nu geri getirtti.  Onlar bir kuşun iki kanadı idi. Onlar bir merdivenin iki ayağı idi. Tek kanadı kopmuş olan kuş sonsuz boyutlarda nasıl süzülecekti? Tek ayaklı merdivenle Mirâca nasıl çıkılacaktı? Olmazdı. Yarım halde yaşayamazdı. Şems binitte, Can parçası yaya olarak geri geldi. Ve kendisini tekrar bütünledi.  Sâkî dönmüştü, ilâhî aşkın çilingir sofrası tekrar kurulmuştu. Bir daha ayılmamak üzere içmek ve “ebedî serhôş” olmak istiyordu. Mevlâna dolduruyor “Uçan Güneş” içiyordu. “Uçan Güneş” dolduruyor Mevlâna içiyordu. Bu sefer “meyhâne”nin kapısını daha sıkı kilitledi.  Meyhâne"de (ilâhî aşkın konuşulduğu odada) neş"e-i muhabbet vardı. Melekler def ve kudüm çalıyordu. Cinler cura, periler arp çalıyordu. Hûriler “zil, şal ve gül” eşliğinde “Konya akşamlarında” raks ediyordu.  Muhabbet ortamına sadece Can parçası “Sultan Veled”in girmesine izin vardı. Ve Sultan Veled içeri girdiğinde ne cümbüş görüyordu ne de şarab kokusu duyuyordu. İçeride sadece “tek gönül”den çıkan sözler ve “tek gönül”den işitilen ilim ve irfan senfonisi vardı. Ve su sızdıran testi zahirde “iki” bâtında “bir” olan dostların tam ortalarındaydı.  Dışarılarda…  Kıskançlık konseyi tekrar toplandı. Bu sefer “Efendimiz Mevlâna”nın kapalı odalarda ışıksızlıktan ve havasızlıktan boğulacağı teşhisini koydular. Çözüm; meyhâneyi (gönül Kâbe"sini) yıkmak, sızdıran testiyi kırmak (Ahad"ı parçalamak) ve Sâki"yi (Tebriz"liyi) kuyuya atmaktı (öldürmekti).  Operasyon başarı ile sonuçlandı.  Ve…  “Aşk”ın kanatları ve ayakları bir birinden koparıldı. Geriye sadece “aşk” kaldı.  Tebrizli"nin atıldığı kör kuyu Celâleddin"in göz yaşı yağmurlarıyla doldu ve taştı. Konya ovalarını kuyudan taşan seller bastı. Çukurluklarda göller oluştu. “Uçan Güneş”in bedeni zerre zerre ayrıldı ve sularla birlikte göllere ulaştı. Her zerreden bir kamış fidanı doğdu. Kamışlıklar oluştu.  “Uçan Güneş” kamışlıklarda tekrar doğmuştu. Uçan meleklerin kanatlarından savrulan rüzgârlarla nazlı nazlı salınıyordu. Celâleddin, “aşk”ın kokusunu bu sefer de “kamışlıklar”dan duyuyordu.  Tebriz"linin zerrelerinden doğan en olgun kamışı aradı buldu. Suyun içinde boy atmış, boğumlu ve yapraklı hâliyle de tanıdı onu. O"nu kamışlıklardan kestirdi. Boğumlarını kızgın demirle dağladı, üzerinde delikler açtı ve “Ney” olarak O"nu bir zamanlar “sızdıran testi”nin durduğu boşluğa koydu.  Ve…  İçinde sıkışan nefesleri “Ney”e üfledi… Ney, en derin notalarıyla inlemeye başladı.  Derin notalar, derin sözlere bürünüp “Mesnevî” olarak gönül kütüphânelerindeki raflara dizildi.  ***  Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:  Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi.  Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım  Aslından uzak düşen kişi,yine vuslat zamanını arar.  Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.  Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.  Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.  Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.  Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!  Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğundur ki şarabın içine düşmüştür.  Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.  Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemden, hem bir müştak kim gördü?  Ney kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.  Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.  Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.  Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nazirı olmayan, hemen sen kal!  Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.  Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.
 
Nice Âşıkları ve Garîbleri bizlere bağışlayan Allah"a şükrümüzü edâ etmekte mutlak acîziz. Ancak O"nları doğuran annelerin ellerinden öpüp ruhlarına ve ruhâniyetlerine Fâtihalar armağan ediyoruz.

Hiç yorum yok:

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...