26 Temmuz 2011 Salı

Salih İnsanlarla Beraber Olmak

Salih İnsanlarla Beraber Olmak

Kalbî huzurun muhâfazası için de gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmak gerekir. Zîrâ taaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr, onların mülevves kokularını alarak etrâfa yayar, nefesleri tıkar ve rûhları daraltır. Şeyh Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh-, bu hususta yaranına şöyle nasihat eder: "- Ağyar ve biganelerle berâber olmak, kalbe fütûr, ruha dağınıklık ve gönle perişanlık verir." Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî bir gün, içinde böyle bir perişanlık ve huzursuzluk hissetti. Bir türlü kendisini o hâlden kurtaramadı. Meclisindekilere: "- Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var mı?" dedi. Araştırdılar, kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrar etti: "- Hele iyi araştırın. Asaların olduğu yere de bakın." dedi. Tekrar araştırdılar ve gafil birinin asasını buldular. O asayı dışarı çıkardılar; Bayezid-i Bistâmî'nin gönül huzuru da yerine geldi.

Yine bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzuruna gelen yakınlarından birine: "- Senden yabancılık kokusu geliyor." dedi ve ilâve etti: "- Galiba sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin." O kimse hayretle: "- Evet öyle." dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.
 
Menfi hâllerdeki bu sirayet özelliği, müspet hâllerde de aynen geçerlidir. Bunun en güzel misali, Yusuf -aleyhisselâm- ile babası Yâkûb -aleyhisselâm- arasında vaki olmuştur. Hazret-i Yâkûb, oğlu Yusuf’ta kendi hususiyetlerini görünce, ona diğer çocuklarından daha fazla meyletti. Bu muhabbetle öyle aynîleşme oldu ki, daha sonra Yusuf’un gömleği Mısır'dan kendisine getirilirken, Yâkûb -aleyhisselam- Ken'an ilinde olduğu hâlde gömleğin kokusunu almaya başladı. Hâlbuki ondan başka hiç kimse hatta gömleği getiren oğlu Yehûda bile, o kokudaki sırrı hissetmemekteydi. Ne zaman ki gömlek Hazret-i Yâkûb'un yüzüne sürüldü, o vakit gözleri açıldı ve görmeye başladı. Bu hâl, eşyaya bile sirayet eden ruhaniyet ile rabıtanın bir tezahürüdür.
 
Manevi hâllerin eşyaya bile sirayet etmesi karşısında, eşyadan daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan insan kalbini, ne denli titizlikle muhafaza etmek gerektiği ortadadır.
 
Yine büyükler bu hususta derler ki: "Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile inikâs alır. Bu itibarla türlü çirkinliklerin irtikâp edildiği bir yerdeki ibadetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibadet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sair yerlerde kılınanlardan kat be kat üstündür."
 
Bu gibi mübarek mekânlardaki feyiz ve ruhaniyete mukabil öyle mekânlar da vardır ki oralardan da kasvet sirayet eder. Nitekim bin bir meşakkat dolu Tebûk Seferi'nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Hicr Vadisi’nde Semûd Kavmi'nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girmişlerdi. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi'ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız." buyurdu. Ashâb: "- Yâ Rasûlallâh! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık." deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Suları boşaltın ve hamurları develere yedirin!" emrini vermiştir. (Buhârî, Enbiyâ, 17)
 
Bu ve benzeri hâdiseler, hâlet-i rûhiyenin, cemadata (cansız varlıklara) dahi sirayet ve inikâsını gösteren canlı birer misaldir.
Kalbî meziyetlerin inkişafı ve irtifâ kazanması için sâlih ve sâdıkların güzel hâllerinden feyiz (mânevî enerji) almaya gayret etmelidir. Böyle müspet inikâsın en güzel şekli mânevî sohbetlerde gerçekleşir. Nitekim Lokman -aleyhisselâm-'ın oğluna yaptığı şu tavsiyeler de bu hususa dikkat çekmektedir: "Yavrum! Âlim kimselerle berâber ol ve onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zîrâ Allâh Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalpleri canlandırır." (Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'z-Zühd, hd. no: 551)
 
Sohbetlerin ehemmiyetini ve mümine kazandıracağı mânevî dereceleri şu hadîs-i şerîf ne güzel ifade eder: "Allah’ın evlerinden birinde, Allah’ın kitâbını okumak ve aralarında müzâkere etmek için toplanan bir cemaatin üzerine mutlakâ sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler onları kuşatır. Allâh onları kendi yanındakiler arasında zikreder." (Ebû Dâvûd, Vitr, 14; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
 
Ebû İdrîs el-Havlânî de şöyle anlatıyor: Şam'da Ümeyye Camii’ne girdim. Bir de baktım ki parlak dişli, güler yüzlü bir genç oturuyor. Etrafında insanlar toplanmış, bir şeyler hakkında konuşuyorlar. İhtilâfa düşünce de o gence müracaat ediyorlar ve onun sözünü kabul ediyorlardı. Oradakilerden onun Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- olduğunu öğrendim.

Ertesi gün erkenden mescide gittim. O benden de erken gelmiş, namaz kılıyordu. Namazını bitirmesini bekledim. Sonra huzuruna gittim, selâm verdim ve dedim ki: "- Vallahi, ben seni Allah için seviyorum." Muâz -radıyallâhu anh- üç kez: "- Gerçekten Allah için mi?" dedi. Ben de her seferinde: "- Evet, Allah için." dedim. Bunun üzerine elbisemden tuttu ve beni yanına çekerek şöyle dedi. "- Sana müjdeler olsun! Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in, Rabbinden rivayetle şöyle buyurduğunu işittim: "Benim rızam için birbirini seven, bir arada oturan, birbirini ziyaret eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere muhabbetim vacip olur." (İmâm Mâlik, Muvattâ, Şaar, 5)
 
Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Allâh'tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!" (et-Tevbe, 119)
 
Hâllerdeki sirayet, yukarıda temas edilmiş olduğu üzere muhabbet ve ünsiyet nispetinde gerçekleşir. Kâmil bir mümin olabilmek için, sâdık ve sâlihlerle ünsiyet hâlinde bulunmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.
 
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sâdıklarla berâber olmanın ehemmiyetini şu misâlle ne güzel ifade buyurur: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sâhibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, o, ya senin elbiseni yakar yahut da onun pis kokusu sana sirâyet eder." (Buhârî, Buyû, 38)
 
Hayatta iken sâlihlerle beraberlik ehemmiyetli olduğu gibi, kabirde bile onların kabirlerine komşu olmanın önemini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifâde buyurur: "Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz." (Deylemî, Müsned, I, 102)
 
İhtiyaçların dahi sâlihler vasıtasıyla temin edilmesinin ehemmiyetini şu hâdise ne güzel sergiler: İbnü'l-Firâsî'nin anlattığına göre, babası: "- Ey Allah’ın Rasûlü! (ihtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?" diye sormuş, -aleyhissalâtu vesselâm- Efendimiz de: "- Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!" buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28; Nesâî, Zekat, 84)

Bâyezîd-i Bistâmî'ye mürâcaat eden bir derviş: "- Beni Allah’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et." deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasihatte bulunmuştur: "- Allah’ın veli kullarını sev! Sev ki onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh Teâlâ, o âriflerin kalplerine her gün 360 defâ nazar eder. Bu nazarlar esnâsında seni de orada bulsun!.."
 
İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede, salikin mensup olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla "râbıta", dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.
 
Düşünmelidir ki, günah ve mâsiyet yolundaki bir insan, bu kalbî bağlılığın güzel tesirleriyle, belki telâfîsi mümkün olmayan pek çok mânevî kayıptan kurtulabilir. Yine bunun yanında, kalbî râbıtanın bereketiyle hayır yolunda nice mânevî kazançlara nâil olabilir.

Hiç yorum yok:

Şeriat

Yusuf Kaplan 12 Kas 2021, Cuma İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman Önce şu: Türkiye’de, “ş...